Ölüm sonrasına dair önemli İslamî tartışmalardan biri kabir hayatının olup olmadığı meselesidir. Ölü kabre konulduktan sonra orada bir diriliş söz konusu mudur? Buna ilaveten kabir azabı denilen iddia gerçek midir? Bu konuda da efsanelerden sıyrılıp gerçeği ortaya koymak gerekiyor.
Bu arada yeri gelmişken hemen ifade edeyim ki, biz ölüm öncesindeki bedene aynı şekilde dönüş anlamında bir dirilişin ne kabirde ne de başka bir âlemde mevcut olmadığına inananlardanız. Zira bu konuda Kur’an’da şöyle denilmektedir:
“Yerinize başka benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde yeniden yaratacağız.” (Olay Bölümü 61. Söz / Vakıa Suresi 61. Ayet )
Muhammedî İslam’a göre diriliş dediğimiz hadise ölüden geriye kalan bedenin toprakta bitki, böcek vb. başka canlılara dönüşmesi, ruhun da bir enerji olarak başka canlılara can olması şeklinde gerçekleşmektedir. Yukarıdaki ayette aslında bu yalın gerçek anlatılmaktadır. Evet, Allah bizi bilemeyeceğimiz bir biçimde ve başka benzerlerimizi oluşturacak şekilde yeniden yaratacak yani diriltecektir. Bu konuya başka vesilelerle yine değineceğiz. Ancak şimdi kabir hayatı ve kabir azabı meselesine dönelim.
Kur’an’da kabirde diriliş ve kabir azabı konusunda açık bir ifade yoktur. Ancak bazı Kur’an yorumcuları / müfessirler, kimi ayetleri ve özellikle de, İnanan Bölümü 46. Sözü / Mümin Suresi 46. Ayeti kabirde diriliş ve kabir azabının mevcudiyeti yönünde yorumlama gayreti içerisindedirler. Lakin bu gayret, son derece zorlama bir gayrettir. Kabirde diriliş ve kabir azabı gibi çok önemli bir konuda Kur’an’ın böyle muğlak bir ifade kullanarak konuyu geçiştirmiş olduğunu düşünmek mümkün değildir. Gerçekten kabirde diriliş ve kabir azabı mevcut olsaydı, bu, apaçık bir biçimde ifade edilirdi. Tam tersine kabirde bir dirilişin yani ölü bedeninin canlanmasının söz konusu olmadığına ilişkin bir yığın ayet mevcuttur. Onlardan da birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. (Bir de kabirde bedenin değil de sözde ruhun azaba çekileceğini iddia edenler de vardır. Ancak ruh dediğimiz şey bedenden ayrıldığında sadece bir enerjiden ibarettir. Bu nedenle ruh aslında arazdır. Bedenden ayrı bir ruhsal hayat söz konusu değildir. Nitekim ilahiyatçı Erkan Yar’ın, Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s.88’de naklettiği üzere Eş’arî ve Bakıllanî gibi ilk dönem kelamcıları ruhun araz olduğunu belirtmişlerdir. Lakin daha sonraki kelamcılar farklı düşünmüşlerdir. Cüveyni’den itibaren ruhun latif bir cisim olduğu, bedenden ayrıldıktan sonra tek başına yaşadığı, varlığını sürdürdüğü fikri yaygınlaşmıştır. Beden fani, ruh/nefs bakidir, denilmiştir.)
Lakin biz yine de öncelikle, kabir hayatının olduğu noktasında delil olarak ileri sürülen ayetlerden birkaçına bakalım.
Öncelikle egemen dinsel anlayışın kabir hayatı anlamında kullandığı “berzah” sözünün geçtiği ayetle öncesindeki ayete müracaat edelim.
“Sonunda onlarda birine ölüm geldiğinde şöyle der: ‘Rabbim beni geri gönder. Belki ben terk ettiğim doğru işleri yaparım.’ Hayır. Bu, sadece onun söylediği boş bir sözden ibarettir. Zaten onların arkalarında yeniden diriltilecekleri güne kadar bir engel vardır.”
İnananlar Bölümü 99. ve 100. Sözdeki / Müminun Suresi 99. ve 100. Ayetteki bu ifadeler arasında bulunan engel sözünün Arapçası olan berzah sözcüğü üzerinden kabir hayatı kavramı üretilmiştir. Oysa bu ifadeden böyle bir şey üretmek normalde mümkün değildir. Lakin Muhammedî İslam’ı tahrif amaçlı çabalar işte bu noktaya kadar ulaşmıştır. (Kur’an’da “berzah” sözünün geçtiği diğer iki ayette de görüyoruz ki bu sözcük kesinlikle sadece engel anlamına gelmektedir. Ayırdedici Bölümü 53. Söze / Furkan Suresi 53. Ayete ve Bağışlayıcı Tanrı Bölümü 20. Söze / Rahman Suresi 20. Ayete bakıldığında “berzah” sözünün kesinlikle kabir hayatı anlamına gelmeyeceği daha net bir biçimde görülmüş olacaktır.)
Ölen kişinin kabre konulduktan sonra canlanması ve orada yukarıdaki sözleri söylemesi iddiası üzerinden bir berzah âlemi / kabir hayatı uydurulmuştur. Bu uydurmaya uygun tarzda bir yığın hadis de üretilmiştir. Oysa gerçek hiç de o uydurmacıların ileri sürdüğü gibi değildir.
Ayetlerde, ölen kişinin söylediği sözler genel bir pişmanlık duygusunun edebi ifade tarzından başka bir şey değildir. Kaldı ki ayetlerdeki ifadelerden, bu sözlerin, ölümden sonraki sözde kabirde diriliş anında söylenen sözler değil de, ölmek üzere olan ve bunu anlayan kişinin ölüm anında söylemek istediği yahut söylediği sözler olarak anlaşılması daha isabetlidir.
Şimdi bir de İnanan Bölümü 46. Söze / Mümin Suresi 46. Ayete bakalım.
Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Dünyanın sonunun geleceği o büyük felaket gerçekleştiğinde; “Firavun ailesini en şiddetli azaba sokun!” denilir.
Bu ayetin gerçek anlamı, Firavun ve ailesinin sahip oldukları iktidarı kaybetme sürecinde yaşadığı büyük psikolojik sıkıntı ve bunalımları içermektedir. Ayetteki ifadelerden kabirde azap görecekleri manasını çıkarmak imkânsızdır. Zira sabah akşam ifadesi kabir hayatı için söz konusu olamaz. Sabah ve akşam sözcükleri dünya yaşamına ilişkin zaman ifadeleridir. Oysa kabirde dünyevi bir zaman söz konusu değildir. Arapçada sabah akşam ifadeleri birlikte kullanıldığında kast olunan mana, “sürekli” sözcüğündeki manadır. Sabah denildiğinde gündüzün tümü, akşam denildiğinde ise gecenin tümü kastedilir. Böylece gece ve gündüz yani günün tümü anlatılmak istenir. Bu anlatım tarzı “zikr -i cüz, irade- i küll” yani “parçayı anıp bütünü kastetme” yöntemidir.
Bu konuda pek çok ayeti ele alıp teker teker yorumlamak mümkündür. Ancak boş yere yazının hacmini büyütmeye gerek yok. Tefsir geleneğinde kabir hayatının / azabının olduğuna dair de olmadığına dair de bir yığın söz edilmiş ve ciltler dolusu yazı yazılmıştır. Bu nedenle laf kalabalığı yapmanın bir anlamı yoktur. Üzücü olan şu ki, Kur’an’ın pek çok konuyu, ilk muhataplarının anlam dünyası çerçevesinde ele alıp simgesel ve mecazî anlatımlarla anlatmasını çoğu ulema ve müfessir hakiki anlatım tarzı sanmış, bu yanlış yaklaşım da dinin evrensel ve çağlar üstü anlam iklimine darbeler vurmuştur. Bir rasyonalite dini olan İslam, akıl ve bilim dışı bir yığın hurafeyle doldurulmuştur. Bu da hayatın kendisi olan dini, hayatın karşısına dikmiştir. Böylece din neredeyse tabii olanla yani doğal olanla mücadele ve onu engellemeye çalışma sistemi haline düşürülmüştür. İşte bu vaziyetin bir parçası olarak ahiret inancı, kabir hayatı ve yeniden diriliş inancı Muhammedî İslam’ın dışına taşınmıştır. O halde dinin tahrif edilmiş halinin bir parçasını oluşturan söz konusu yanlış yorumları yeniden ve etraflıca ele almanın bu yazı bağlamında ciddi bir faydası yoktur. Biz bu noktada yalnızca şunu belirterek iktifa edelim:
Kur’an’a Muhammedî İslam duruluğuyla baktığımızda görmekteyiz ki, ne yok oluş anlamında bir ölüm vardır ne de insanların birebir yeniden eski hallerine dönüşü anlamında bir diriliş vardır. Kabirde diriliş meselesi de bu çerçevededir.
Kabirde dirilişin olmadığına ilişkin ayetlerden biri olarak da şu ayete bakalım:
“… Sen kabirde bulunanlara işittiremezsin!” (Yaratan Bölümü 22. Söz / Fatır Suresi 22. Ayet)
Ayetten de net bir biçimde anlaşılacağı üzere kabirde diriliş olsaydı kabirdekiler duyar yani işitirdi. Sen kabirde bulunanları işittiremezsin demek onlar artık ölüdür ve ölüler işitmez demektir. Kabirde dirilişin olmadığına kanıt olarak gösterilen elbette başka ayetler de var. Hepsi için de bu yönde yorumlar yapmak mümkün. Ancak gerçek şu ki ayetler bir tarafa bilimsel açıdan da büyük bir kesinlikle ifade edebiliriz ki kabirde dirilişin yani bedenin canlanmasının mümkün olmadığı aklen sabittir. Bu sebeple yorum yoluyla bu yönde yani dirilişin olmadığı yönünde görüşlere temel teşkil eden diğer ayetlere müracaatı bu bağlamda zait görüyorum. Zira meselenin açıklığa kavuştuğu düşüncesindeyim.