İslamî kavramlar arasında en merkezi yere sahip kavramlardan biri de vahiy kavramıdır. Vahiy, pek çok dinsel kavram gibi egemen dinsel anlayışın anlamını saptırdığı bir kavramdır. Bu cümleden olarak belirtelim ki, gerçek bağlamından, Kur’anî konumundan ve yaşamsal işlevinden koparılan vahiy kavramını doğru anlamak ve doğru tarif etmek dinsel sapmanın ortadan kaldırılması çalışmalarının kilit noktalarından birini oluşturmaktadır.
Vahiy; sanıldığının, ileri sürüldüğünün aksine peygamberin / peygamberlerin gaipten haber alması demek değildir. Bir diğer ifadeyle vahiy, göklerden gelen bir bilgi de değildir. Böyle bir şey akla terstir. Akla ters olanın dine de ters olması icap eder. Zira din ancak aklı olanlar için söz konusudur ve gerçek dinde akla aykırı hiçbir şey yoktur. Vahyin tarifinde düşülen bu hata vahiy meleği olarak nitelenen Cebrail ile kastedilenin ne olduğu hususunda da yaşanmaktadır.
Ancak öncelikle vahiy kavramına ilişkin çözümlememizi aktaralım…
Vahiy, Kur’an’da türevleriyle birlikte 80 küsur yerde geçer. Bunların 70’den fazlası eylem halinde kullanımdır ve bu eylemlerin çoğunluğu Allah’la ilintilenmiştir. (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, İstanbul 1991, s. 645) Vahiy, sözcük anlamı itibariyle fısıldamak, gizli gizli konuşmak, bildirmek, bildirimde bulunmak demektir. Ayrıca, bir bilgiyi, bir işareti muhatabına en hızlı ve en kestirme yoldan ulaştırmak anlamına gelir. Bunlar kelimenin filolojik ve semantik analizinin karşımıza çıkardığı ilk anlamlardır. Ancak bir de terminolojik mana söz konusudur.
Kur’an’a baktığımızda ve onu yalın İslamî duyarlılıkla irdelediğimizde vahyin bir terim olarak; Allah’ın bütün varlıklara var oluş sistemine uygun hareket yöntemlerini bildirme yolu anlamına geldiğini görüyoruz.
Nitekim Kur’an bize bildiriyor ki vahiy, yalnızca peygamberler için söz konusu değildir.Tanrı bütün varlığa vahiy göndermektedir. Yani bütün varlıklara, var oluş düzenine uygun hareket tarzlarını bildirmektedir.
Vahye muhatap olan varlıklar arasında irade bakımından özgürlük sahibi olan tek varlık insandır. İnsan dışındaki varlıkların bir iradesi söz konusu değildir. Bu nedenle insan dışındaki öbür varlıklara yönelik vahiy ile insana yönelik vahiy arasında belirgin bir içerik farkı vardır.
Şöyle ki;
İnsan dışındaki diğer varlıklar ve özellikle de hayvanlar genetik bir kod halinde nasıl hareket edeceklerini bilirler. Onların bu bilişi bir vahiy halidir. Zira onlara nasıl davranmaları gerektiği genetik olarak bildirilmektedir. Söz gelimi bu konuda Bal Arısı Bölümü 68. Ve 69. Sözde / Nahl Suresi 68. ve 69. Ayette şöyle denilmektedir:
“Rabbin bal arısına şöyle bildirimde bulundu; ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine evler edin. Sonra her türlü üründen ye de, rabbinin sana kolay kıldığı yollara koyul.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bir içecek çıkar ki, onda insanlar için şifa bulunur. Düşünen bir topluluk için bunda elbette büyük bir ibret vardır.”
Bu ayette görüldüğü üzere vahiy yani bildirimde bulunma, her varlığın var oluşuna uygun şekilde hareket etmesinin sağlanması demektir. Hiçbir varlık var oluşunun gereğinin dışına çıkamaz. Bal arısı bal yapar ve bunun nasıl yapılacağını doğal olarak bilir. Yani zaten bu bilgiyle doğar. Bal arısı için bal yapmak tabiatında olan bir iştir. Aksi düşünülemez. Diğer canlılar da bu şekilde, üremek için ne yapmaları gerektiğini bilirler ve ona göre hareket ederler. Yani doğalarına uygun davranırlar. O halde vahiy, varlıkların doğalarına uygun şekilde davranmaları gerektiği bilgisinin onlara aktarılmasıdır. Varlıkların doğalarına uygun şekilde davranmaları, vahyin açığa çıkmasıdır. Bu bilgiyi onlara aktaran doğadır. Yani Allah’tır. Zira Allah ayette de belirtildiği üzere göklerin en yüksek katına kurulmuş olduğundan, dolayısıyla doğaya da istiva etmiş yani kurulmuştur. Doğa ve Allah iç içedir. Allah’tan ayrı bir doğa, doğadan ayrı bir Allah tasavvur etmek Kur’an’ın devrimci Muhammedî İslam’ına göre mümkün değildir.
Varlıklar arasında irade sahibi olanlara yönelik vahyin farklı bir içeriğe ve farklı bir özelliğe sahip olduğunu belirtmiştik. Evet, insana yönelik vahiy diğer canlılara yönelik vahiyden farklıdır. Bunu da şu şekilde izah edebiliriz:
İnsan sahip olduğu irade sayesinde doğası dışına çıkma imkânına sahiptir. Bunu var oluş düzenine aykırı hareket edebilme özelliği de diyebiliriz. Ne zaman ki insan ve insanlardan oluşan toplumlar doğaları dışına çıktılarsa yahut diğer bir ifadeyle var oluş düzenlerine aykırı hareket ettilerse büyük sorunlarla karşılaşmışlardır. Büyük tıbbî sorunlar, ahlakî çürüme, sosyal bunalım vb. meseleler insanoğlunun doğasına aykırı ve var oluş düzenine ters hareket ettiğinde maruz kaldığı olası feci hallerdir. Böylesi durumlarda insanın doğasında olanı yani var oluş düzenine uygun olanı anımsayan ve insanlara anımsatan büyük bilinç sahibi önder kimseler ortaya çıkar. Bu kimseler vahiy bilgisini yani genlerinde olan bilgiyi açığa çıkarırlar. Yahut vahiy bilgisi onların bilincinde açığa çıkar. Açığa çıkan bu bilgiyi bütün insanlara ulaştırma işinin kendilerine bir görev şuuru olarak yüklenmesi de yine vahyin bir parçasıdır. Böylece peygamberlik denilen müessese Allah’ın içkinliğinin bir gereği olarak belirir.
Kur’an’da vahyetme fiilinin kullanıldığı ayetlerde iki farklı ifade tarzına rastlıyoruz. Birincisi tüm canlılara ve peygamberler dışındaki insanlara yönelik vahiy için kullanılan “ilâ...” yani “ ...e, ...a” ifadesidir. Diğeri ise peygamberlere yönelik vahiyde kullanılan “ alâ...” yani “üzerine, üstüne” ilgecidir. İlâ ifadesi yönelme bildirirken alâ ilgeci ise istila yani kuşatma, kaplama anlamını taşır. İla ilgeci ile ifade edilen ve tüm varlıklara ve peygamberler dışındaki insanlara yönelik vahye her insan muhatap olmaktadır. Burada kastedilen vahiy insanlar için bir ilham / esin hadisesidir.
Peygamberlere yönelik vahiyde, özellikle de vahyin geliş şeklinde kullanılan alâ ilgeci de göstermektedir ki, peygamberlik rolünü üstlenen kimseler çocukluklarından itibaren bu göreve deyim yerindeyse doğa tarafından hazırlanmaktadır. Zira alâ ifadesi tüm benliği kuşatan ve kaplayan bir olayı işaret etmektedir.
Bu konuda yani “alâ...” ilgecinin kullanıldığı ayetler konusunda örnek olarak Dişi Sığır Bölümü 97. Sözü / Bakara Suresi 97. Ayeti ve Şairler Bölümü 193. Ve 194. Sözleri / Şuara Suresi 193. ve 194. Ayetleri verebiliriz. Kur’an’ın özgün metninden bu ayetlerde geçen “alâ...” ifadesi incelenebilir.
Kur’an’ın peygamberi olan Hazreti Muhammed yukarıda belirttiğimiz gerçekler çerçevesinde çocukluk döneminden başlayarak bir davaya hazırlanmıştır. Öyle birilerinin sandığı gibi peygamberlik ona kırk yaşında bir anda gelmiş değildir. Peygamberlik aslında bir oluşum süreci sonunda ortaya çıkan bilgi ve bilinç birikimidir. Bu birikim yaşamın belli bir noktasında güçlü bir biçimde tezahür edip insanlara, normal olanı, insan tabiatına uygun olanı, insanın var oluş düzeninin gereklerini anımsatır. Anımsatma bir uyarıdır. Bu uyarı kesintisiz bir biçimde devam etmektedir. Bu gerçek, Kur’an’da şöyle ortaya konulmaktadır;
“Hiç kuşku yok ki, o uyarıyı biz indirdik ve elbette ki biz onun koruyucusuyuz.”(Hicr Bölümü 9. Söz / Hicr Suresi 9. Ayet.)
Ayrıca Kur’an’da geçen “indirme” şeklindeki ifadelerin aktarma olarak anlaşılması gerekir. Zira indirmede hiyerarşik ve mekânsal farklılık söz konusudur. Oysa Kur’an’ın doğru analizinden ortaya çıkan gerçeklerden biri de şudur ki Allah için evren ve varlıklar dünyasının dışında bir mekân düşünülemez. İndirme ifadesindeki gerçek anlamın aktarma olduğunu görmek gerekir. Kur’an’ın ilk muhataplarının idrak düzeyi ve yaşamı / evreni algılama kapasiteleri bağlamında kullanılan indirme ifadesinin pragmatik bir sebebe dayandığını görebiliyoruz. Lakin bugün biz bunu kastedilen gerçek anlamıyla anlamak durumundayız ki o da aktarım eylemidir.
Uyarının / anımsatmanın indirilmesinden kasıt da tabii bilginin / normal olanın insanların idrakine aktarımıdır. Bunu da peygamber adı verilen kimseler yapmaktadır.
Vahiy yahut anımsatma / uyarı yaşam sürdüğü sürece devam etmektedir, devam edecektir. Nitekim bu gerçek Kur’an’da şöyle dile getirilmektedir:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem ve denizler de mürekkep olsa, arkasından bunlara yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez. Kuşkusuz Tanrı, güçlüdür, erdemli bilginin kaynağıdır.”(Lokman Bölümü 27. Söz / Lokman Suresi 27. Ayet)
Görüleceği üzere vahyin sürekliliği yaşamın sürekliliğinin bir gereğidir. Allah’ın sözlerinin tükenmez oluşu vahyin devamlılığının ifadesidir. Bu ayetten varlığın ebediliği / baki oluşunu bir kez daha çıkarmaktayız. Zira vahiy sürdüğüne ve sonsuza değin süreceğine göre yaşam da sürecek demektir. Bu, varlığın bekası gerçeğinin başka bir ifade tarzıdır.
Vahyin en büyük temsilcisi İslam peygamberi Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed deyim yerindeyse ta çocukluğundan beri içinde yaşadığı toplumun sorunlarına ilişkin son derece duyarlı olmuş ve çok ciddi düşüncelere dalmıştır. Dolayısıyla bu duyarlılık ve düşünceler bir süreç içerisinde birikmiş ve peygamberlik oluşumu kırk yaşında tezahür ederek insanlara, insanlığın var oluş düzenine uygun hareket tarzını hatırlatmış ve bu konuda uyarı görevini yapmaya başlamıştır.
Hazreti Muhammed’in tüm sözleri ve Kur’an’ın tüm ayetleri insan doğasına ve toplumsal yaşama yöneliktir. Kaynağı da varlıklar dünyasının dışı değil doğrudan doğruya yaşamın kendisidir. Bu noktada vahiy meleği olarak nitelenen Cebrail hakkında da bir kaç kelam etmek yerinde olacaktır.
Nasıl ki varlıklar dünyasının dışında bir Allah tasavvuru yani Allah’ın aşkınlığı inancı Kur’an’a ve İslam’ın devrimci Muhammedî yorumuna aykırı ise Cebrail’in de ontolojik manada bir varlık olarak düşünülmesi aynı şekilde aykırıdır. Cebrail ve dinsel metinlerde geçen diğer bütün melekler ontolojik açıdan bir varlık olarak kabul edilemez. İşin gerçeği şudur:
Melekler en basit anlatımla tanrısal gücün simgesel ifade biçimleridir. Bu noktada belirtelim ki Cebrail, Tanrı’nın vahyetme gücünün simgesel ifadesidir. Zaten Cebrail sözcüğünün semantik analizi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Sözcüğün sonundaki “– il” ifadesi Tanrı anlamına gelmektedir. Baştaki “Cebr” fadesi de “güç” anlamını taşımaktadır. Böylece ortaya çıkan anlam “Tanrı’nın gücü” gibi bir manayı işaret etmektedir. Bundan kasıt da Allah’ın vahyetme gücüdür. Diğer melekler de bu çerçevede anlaşılmalıdır. Melek konusunu ileride ayrıca ele alacağız. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim.
Kuşku yok ki, vahiy denildiğinde ilk akla gelen Kur’an’dır. Zira Kur’an bir vahiy ürünüdür. Lakin bunu biraz açıklamak gerekiyor.
Kur’an’a göre fıtrî bilgi yani normal olanın, doğal olanın bilgisi vahiydir.
Bu noktada bazı Kur’an ayetlerine başvuralım. Öncelikle Bağışlayıcı Tanrı Bölümü / Rahman Suresi’nin ilk ayetlerine dikkat çekmek isterim.
“Bağışlayıcı olan Tanrı, Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı ve ona açıklamayı öğretti.”
İşte surenin ilk dört ayeti...
Görüleceği üzere buradaki ifadelerde önce Kur’an öğretiliyor, sonra insan yaratılıyor. Aslında insanın yaratılışından kasıt insanın insanlaşma süreci sonundaki tamamlanmasıdır. Zira aynı şekilde bir başka Kur’an ayetinde bu gerçeğe işaret edilmektedir;
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmiş değil midir?”(İnsan Bölümü 1. Söz / İnsan Suresi 1. Ayet)
Tekrar Bağışlayıcı Tanrı Bölümüne / Rahman Suresine dönüp konumuza devam edelim…
Kur’an sözcük olarak “Okunan / Çok Okunan” anlamına gelmektedir. Kur’an sözüyle kastedilen sadece yazılı Kur’an değildir. Doğanın tümü Kur’an’dır. İnsan doğayı okuyarak ve elbette kendi doğasını da okuyarak insanlaşmaktadır. İnsanın insanlaşması da kendini ve doğayı okuyarak / tanıyarak / bilerek gerçekleşmektedir.
İlk gelen ayetlerdeki “İkra / Oku!” buyruğu da göstermektedir ki, okunacak olan doğadır. Kainat kitabıdır. Ve insanın kendi tabiatıdır. Zira ilk ayetler geldiği yahut bir başka ifadeyle Muhammed peygamberin bilincinde açığa çıktığı zaman henüz ortada okunacak yazılı bir Kur’an mevcut değildi.
Okumak ifadesinin aynı zamanda çağırmak / davet etmek anlamına da geldiğini ayrıca belirtmeliyiz. Böylece ilk ayetlerde geçen oku hitabıyla aslında insanları çağır / davet denilmek istendiğini de görmekteyiz. Bu bağlamda Hazreti Muhammed’e; “Yaratan rabbinin adıyla çağır / davet et!” denilmektedir. Hazreti Muhammed’in davet etmesi istenen şey de yine doğadır. Hazreti Muhammed, insanları doğal / tabii / fıtri olana davet etmekle görevliydi.
Vahyin gelişi yahut Muhammed peygamberin bilincinde açığa çıkışı ifadesi çok önemlidir. Evet, vahiy Hazreti Muhammed’in bilincinde açığa çıkan, fıtrî bilgidir.
Hazreti Muhammed’in bilinci ne demektir?
Bu sorunun yanıtını da yine Kur’an’da buluyoruz. Bir Kur’anî kavram olan “Sidret’ül – münteha” tabiri bu noktada bize kılavuzluk etmektedir.
“Sidre”, ağaç demektir. “Münteha” ise son, son sınırdaki gibi manalara gelmektedir. Birlikte düşünüldüğünde “Sidret’ül – münteha” tabiri son ağaç, son sınırdaki ağaç demektir. Kastedilen ise varlığın zirve noktası / uç noktasıdır. İşte Hazreti Muhammed’in kırk yaşına kadarki bütün yaşamı büyük bir düşünsel birikimle geçmiş ve bu birikim uç noktasına / zirve noktasına ulaşarak peygamberlik görevinin tezahürü ile ortaya çıkmış, fıtrî bilgi böylece onun bilincinin doruk noktasında, deyim yerindeyse bir infilak halinde zuhur etmiştir.
Nitekim Kur’an’da, Hazreti Muhammed’in ilk vahyi alışı yahut ilk vahyin onun bilincinde açığa çıkması anlatılırken “Sidret’ül- münteha” (son nokta, son ağaç) ifadesi kullanılarak şöyle denilmektedir:
“O sırada o (Hazreti Muhammed), son noktadaydı. (Sidret’ül- münteha) Öyle ki sığınılacak Cennet onun yanındadır.”(Yıldız Bölümü14- 15. Sözler / Necm Suresi 14- 15. Ayetler)
Evet, vahiy Hz. Muhammed bilincinin son noktasındayken açığa çıkmıştır. Vahiyle amaçlanan da insanlığın sığınacağı cennettir. İnsanlık içinde bulunduğu feci durumdan kurtulup vahiy sayesinde bir yere sığınacaktır. Sığınacağı o yer, cennettir. Cennet fıtrata uygun yaşam tarzıdır ve bu yaşamın yaşandığı yerdir.
Hazreti Muhammed, bilincinde açığa çıkan vahiyle içinde yaşadığı toplumu cehennemden kurtarmak ve cennete ulaştırmak istemiştir. Mekke toplumu bir cehennem hayatı yaşamaktaydı. Bundan kurtuluş ve fıtrata göre yani var oluş düzenine uygun bir yaşama kavuşmak ancak vahyin egemenliği sayesinde olacaktır. Hazreti Muhammed insanları cennete çağırmıştır. Yani insan doğasına uygun bir yaşama davet etmiştir. Bu, onun kendini yapmakla yükümlü gördüğü peygamberliğinin bir gereği idi.
Son söz olarak tekraren ifade edelim ki; vahiy kesif düşünceden doğan fıtri bilgidir. Bu bilgi, peygamber bilincinin / aklının doruk noktasında tezahür eder.
Vahiy, gaipten gelen, göklerden inen ve kanatlı bir melek tarafından getirilen bir haber değildir. Vahyin kaynağı, doğrudan doğruya yaşamdır. İnsan aklının doruk noktasından insanlığa aktarılır. Aktaran da, muhatap olan da, Allah ile iç içe olan ve onu şah damarından daha yakın bilen insandır.