Ülkemizde siyasetin rüzgârlarının yönü ve parametreleri çok hızlı değiştiğinden yakın gelecekle ilgili öngörüler de değişebiliyor. Geçen haftaya kadar İBB’ye kayyum atanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılırken, Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş cinayeti sonrasında siyasi dengeler ciddi sarsılmış gibi görünüyor.
Seçilmesi önünde engel gördüğü tüm unsurları tek tek yok etmeye son derece kararlı olan Erdoğan, İmamoğlu riskini ‘basit’ bir manevra ile devre dışı bıraktı. Ancak anketlerde seçilme şansı en fazla görülen muhalefet adayı Mansur Yavaş’ı ekarte için henüz bir adım atmadı. Şu ana kadar tümüyle görmezden geldiği Yavaş hakkında Erdoğan’ın sessiz ve derinden ne tür planlar kurduğunu henüz bilmiyoruz.
Yeni seçim yasası yürürlüğe girmesin diye muhalefet erkene alınacak seçimin en geç 6 Nisan’a kadar yapılmasını istiyor, Cumhur İttifakının ise 30 Nisan tarihi üzerinde çalıştığı söyleniyor. Mecliste muhalefetin oylarının da gerekli olduğu erken seçim tarihi belirleme yerine Cumhurbaşkanı bizzat erken seçim kararı alırsa kendisi aday olamıyor. Anayasayı çiğneme konusunda hudut tanımayan Erdoğan’ın yeniden adaylığına olacak itirazı kim karara bağlayacak? Başkanı dâhil neredeyse tüm üyelerini kendisi atadığı YSK!
Daha önce de her şekilde atıp alıp Üsküdar’ı geçmeyi becermiş, seçimi kaybettiğinde çok fazla suçla itham edileceğini bilen bir lider, Anayasa’ya aykırı şeklide seçilmiş olmayı dert eder mi? Kazanırsa bunun hesabı kendisine zaten sorulamayacağı için, hukuksuz üçüncü kez adaylığı tüm yaptıkları yanında nedir ki?
KILIÇDAROĞLU: KAYYUM İLE CEHENNEMİN KAPILARINI AÇARLAR
Kemal Kılıçdaroğlu 3 Ocak’taki açıklamasında, Ekrem İmamoğlu’na “terör” bahaneli Savcılık soruşturması gerekçesiyle kayyum atanması olasılığına karşı net ve sert konuştu. “Bunu bir diktatörün halkına uyguladığı terörizm” kabul edeceklerini söyledi. CHP lideri; “… Ve bu terörizme karşı olabilecek her türlü mücadeleyi vereceğiz. Sakın bu hataya düşmesinler. Vallahi de billahi de cehennemin kapılarını açarlar. Hiç kimse için iyi olmaz.” ifadelerini kullandı.
Kılıçdaroğlu’nun beklenenden çok daha sert bu açıklamasından üç gün sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ilk kez “geri vites mi?” dedirten bir açıklama yaptı. "Bizim kayyum atamak gibi bir derdimiz yok zaten. Bizim derdimiz işimizi yapmak, oraya terör unsuru koyuyorsan o terör unsurundan oraya arındırmak" dedi Soylu.
Bakan Soylu’nun gerilim düşürücü bu açıklamasını, Sinan Ateş cinayeti sonrası iktidarın güç odakları arasındaki değişime bağlayanlar var. Bu cinayet sonrası açıkça görülen AKP, Erdoğan, Bakan Soylu ve MHP arası güç dengelerindeki belirsizliğin, seçim öncesi atılacak adımlarda da çeşitli ikilemlere sebep olduğu söyleniyor. Tüm bu belirsizliklere rağmen iktidarın seçimi mutlaka almayı hedefleyen çok yönlü savaşımı daha da hızlandı.
KARAMOLLAOĞLU: ERDOĞAN'I HAFİFE ALMASINLAR
“Bir tarafta ortalama yüzde 40-45’lerde Cumhur ittifakı, öte tarafta yüzde 55-60’larda muhalefet oyu var, seçimi her türlü alırız” diyen muhaliflerin bu kadar emin olmamaları için çok fazla sebep var. Seçimi neredeyse çantada keklik gibi görenlere karşı Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun geçen hafta önemli bir değerlendirmesi oldu.
Karamollaoğlu, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın adaylık için adının geçmesine değinirken; “İmamoğlu ya da Yavaş, onlardan biri aday olurlarsa mutlaka kazanır demek cahilce bir iddia. Erdoğan’ın politik birikimini, mali imkânlarını, yargıdaki imkânlarını hafife alıyorlar. Erdoğan buldozer gibi ezip geçer,” dedi.
İyi niyetle düşününce “yargıyı manipüle ederek rakiplerini bertaraf etmek bir lider için güven ve oy kaybına sebep olmaz mı?” sorusu akla gelebilir. Siyasetsin ortalama demokratik standartlarda işlediği sistemler için bu genel prensip geçerli olabilir. Ancak siyasal popülizmin Nirvanasını yaşayan Türkiye’de durum pek öyle olmayabilir.
YARGININ HUKUKSUZLUĞU DA LİDERİN GÜCÜ OLARAK GÖRÜLEBİLİYOR
Sosyo-kültürel birikimi itibarı ile demokrasiyi pek içselleştirememiş toplumsal kesimler için liderlerinin demokratik denetime tabi olmayan keyfi icraatları “güç ve kudret” ifadesi olabiliyor. Erdoğan’ı kendi yaşadıkları ezilmişliğin sesi ve kendilerinden birisi olarak görüyorlar. Sokaklarda işlerin nasıl yürüdüğünü, her tür gücün nasıl kazanılıp korunduğunu kendi deneyim ve gözlemleriyle de biliyorlar üstelik.
Reis’in siyasal mücadelesindeki kural ve kontrol tanımaz gücünü, adalete ve vicdana aykırı görmedikleri sosyolojik bir gerçekliktir. Sonuçta popülist siyasette liderin (legal veya illegal) her alandaki “muktedirliği”, ona duyulan güven ve atfedilen liderlik vasıfları açısından pozitif getiriler sağlıyor.
Bu çerçevede AKP tabanının önemli kısmı da Erdoğan’ın hukuk ve kural tanımazlığını “siyasal kavganın gereği” olarak görebiliyor. Bu kesimler yargının hukuksuz kararlarını ‘haksız mağduriyetler yaratan siyasal kararlar’ olarak değil, ‘Reis’in hala her şeye muktedir olduğunun kanıtı’ olarak görebiliyorlar.
Bir taşla her zaman birden fazla kuş vurmayı bilen iktidar yargıdan siyasal amaçları için gerekli kararları çıkartırken, bir taraftan da tabanına her konuda hala ‘muktedir’ oldukları izlenimi vermiş oluyor. Bu tür güç kullanımlarının kararsızlar safına düşen eski seçmen kitlesi üzerinde etkili olmasını ümit ediyorlar. Erdoğan yarın İBB’ye kayyum atamaya karar verecek olursa, bunu tabanının bahsettiğimiz sosyolojik algısına güvenerek yapacaktır. Böylece hem seçimle alamadığı İBB’nin mali kaynaklarına el koymuş, hem de kontrolsüz gücünü bir kez daha kanıtlamış olacaktır.
HER ŞEYİ GÖZE ALACAK İKTİDARA KARŞI MUHALEFETİN PLANI NE?
Önümüzdeki seçimler demokratik siyaset yöntemleriyle yürütülen herhangi bir seçim yarışı olmayacak. İktidarın yargısı, kolluğu, yasakları, cezaları, medyaya ve sosyal medyaya el koyması, gerektiğinde internet altyapısını çökertilmesi, seçim gecesi sokağa dökebilecekleri milisleri ile, muhalefeti azgınca köşeye sıkıştırdığı tarihin en adaletsiz yarışı olacak.
Selahattin Demirtaş son açıklamasında “2017 referandumunda gece HDP ve CHP’nin bilgisayar sistemleri içeriden çökertildi. İki parti de ıslak imza ile YSK verilerini o gece karşılaştıramadı. O yüzden herkes hazırlığını bu kumpaslara göre yapsın” dedi. Demirtaş gibi Temel Karamollaoğlu da deneyimli bir siyasetçi olarak; “Erdoğan’ın imkânlarını hafife almayın, buldozer gibi ezip geçer” derken işte tüm bunları kast ediyor.
Seçimi kazanırlarsa muhalefetin ülkeyi düze çıkarmak için neler yapacağını az çok biliyoruz. Ancak böylesi eşitsiz ve vahşi bir kavgada neler yapılacağını, iktidara karşı nasıl çok yönlü bir mücadele yürütüleceğini tam bilemiyoruz.
GÜÇ BİRLİĞİ OLMAZSA MUHALEFETİN İŞİ ZOR
İktidarın seçimi almak için her şeyi yapacağını kabullenmek döneminin çoktan geçmiş olması gerekiyor. Artık, bu “her şeye” karşı muhalefetin ne tür savunma mekanizmaları ve stratejiler geliştireceğini toplum bilmek istiyor. En başta Türkiye’de bir anayasa ve buna uygun yönetim anlayışı ve klasik hukukun kalmadığı gerçeğini bilip siyasal mücadelenin bu temel gerçeklik üzerinden yürütülmesi gerekiyor.
Siyasal tarihi biraz araştıranlar yaşanan deneyimlerden önemli sonuçlar çıkartabilecektir. II. Abdülhamit 33 yıllık istibdat yönetimini sürdürmeyi, kendisine karşı güçleri birbirine düşürerek ve tamamen güç birliği etmelerini önleyerek başarmıştı. İttihat Terakki’ye karşı Hürriyet ve İtilafçıları, doğuda ayaklanan Ermenilere Karşı Kürt aşiretlerinden oluşturduğu Hamidiye alaylarını, Ruslara Karşı İngilizleri, Avrupa'ya karşı Almanya'yı, Şeriatçılara karşı hürriyetçileri vb. kullandı.
Bugün Erdoğan’ın da aynı taktikleri uyguladığını, muhalefet arasında ayrışma yaratma için özellikle “yerli-milli” kavramı ile Kürt politikası kartını etkin şekilde kullanmaya çalıştığını bilmeyen var mı? İktidarın bu manevralarını bertaraf etmek için tüm muhalefetin birleşmesi dışındaki tüm seçenekler ciddi riskler barındırmaktadır. Bunun için altılı masa ve diğer bütün demokratik güçlerin tek adayla güç birliği içinde tez elden seferberliğe başlamaları gerekmiyor mu?