Bir önceki yazımda yoksulluklar, yolsuzluklar ve demokrasi arasındaki ilişkiyi, yolsuzluklar konusunda ülkemizde nasıl ‘çağ atlandığını’, iktidar seçmeninin bu yolsuzluklara “ne var bunda, siz de zamanında yaptınız” bakışını ele almıştım.
Önceki yazımın devamı niteliğindeki bu yazımda ise, devletin lüks ve şatafat harcamalarında diğer zengin ülkeleri kat kat geçerken bunları neden bu kadar göstererek yaptığını, Cumhurbaşkanlığının 12’yi bulan saray ve köşkler tutkusunu ve devletin diğer lüks harcamalarını inceleyeceğim. Bu israflar olurken pandemide halka verilen yardımları, şatafatın neden bu kadar açıktan yaşandığını, tarz-ı siyasetlerinde tevazua neden yer olmadığı hususlarını ele alacağım.
DEVLET LÜKS VE ŞATAFATTA RAKİP TANIMIYOR
Ülke halkı mutlu ve müreffeh yaşasa, devletteki aşırı israf belki o kadar dikkat çekmeyecekti. Ancak yoksulluk ve yolsuzluklar artarken devletin şatafatı ve lüksü hem iyice arttı hem de daha görünür hale geldi.
Cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer dönemlerine kadar 2 adet olan lüks makam aracı sayısı 268’e, 3 adet makam uçağı sayısı da 16'ya yükseldi. Fransa’da 8 bin, Almanya’da 9 bin, Japonya’da 10 bin makam aracı var. Türkiye'de ise bu üç ülkenin ortalamasının 14 katı, yani 125 bin makam aracı var.
Refah seviyeleri Türkiye’den hayli yüksek ülkelerden Finlandiya, İtalya ve Almanya devlet başkanları tarifeli uçağa biniyor, İngiltere Başbakanı makam aracı yerine metro ile seyahat ediyor. Bizde ise, sadece bu süper lüks uçak filosunun yıllık masrafı 38 milyon liraya ulaşırken, Atatürk Havalimanı Cumhurbaşkanı'nın uçak filosu için özel bir havalimanı oldu.
Gelişmiş, sanayileşmiş ve halkı bizden çok zengin bu ülkelerde kişi başına düşen yıllık gelir ortalamaları bizimkinin nerdeyse on katı. Devletimiz vatandaşın yaşam standartlarını ve refahını yükseltemese de halkımız gönlünü ferah tutusun; devlet lüks ve şatafatı konu olduğunda küffarı ona katlıyoruz!
SARAYLAR VAZGEÇİLMEZLERİMİZ!
Devlet lüks ve şatafatının en görünür objeleri saraylar ve köşkler. Çoğunun içinde senede birkaç gün dahi kalınamayacak olsa da bunların yapımına, bakım ve onarımlarına ayrılan bütçeler inanılmaz boyutlarda. Ahlat Köşkü ve Okluk’taki yazlık saray inşaatlarının tamamlanmasıyla şimdilik sayısı 12’yi bulan bu saray ve köşkleri hatırlayalım.
- Dolmabahçe Sarayı
- Beylerbeyi Sarayı
- Yıldız Sarayı
- Vahdettin Köşkü
- Huber Köşkü
- Florya Köşkü
- Aynalıkavak Kasrı
- Beykoz Kasrı
- Çankaya Köşkü
- AOÇ’teki Cumhurbaşkanlığı Sarayı
- Ahlat Köşkü
- Okluk’taki yazlık saray
Sözcü yazarı Çiğdem Toker, 2020’nin ilk 10 ayında Erdoğan'ın saraylarına 55 milyon lira harcandığını yazdı. 2021 yılına kadar tamamlanması planlanan Marmaris Okluk Gökova’daki inşaat için bugüne kadar 435 milyon lira harcama yapıldı. 2020 yılında yapılacak işler için de 110 milyon lira ödenek ayrıldı. Diyanet geri kalır mı, Bodrum ‘Camel Beach Koyu’nda 100 milyon liraya mal olacak külliye için çalışmalarını başlattı.
DEVLETE KEPÇE HALKA ÇAY KAŞIĞI
Gazeteci Yalçın Doğan’ın T24’deki yazısına göre, sarayın bünyesinde dört bütçe bulunuyor.
- Doğrudan saray bütçesi, 4 milyar 39 milyon lira.
- Strateji ve Bütçe Başkanlığının içinde var olan yedek ödenek, 10 milyar 100 milyon lira.
- Milli Saraylar Bütçesi, 230 milyon lira.
- İletişim Daire Başkanlığı Bütçesi, 422 milyon lira.
Ayrıca bir de “örtülü ödenek” bütçesini de eklemek gerek, o da 6 milyar 600 milyon lira. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı Bütçesi barındırdığı kurumlarla birlikte toplam: 21,4 milyar lira!
Pandemi sebebiyle Aralık ayı başında başlatılan yasaklar ve iş yeri kapamaları sebebiyle esnafa 3 ay süre karşılıksız destek verileceği söylendi. Daha önce de açıklanan yardımların çoğunun sözde kaldığı biliniyor ama bu son açıklanan destek ödemeleri ve kira yardımları tamamen gerçekleşse bile toplamları sadece 5 milyar lira. Yani, 1 milyon 240 bin kişiye ödeneceği söylenen yardım, yukarıda aktardığım 21,4 milyarlık saray yıllık toplam bütçesinin dörtte birinden bile az!
ŞATAFAT NEDEN BU KADAR AÇIKTAN YAPILIYOR?
Ülkede ekonomik sıkıntıların en yoğun yaşandığı, halkın işsizlik ve yoksulluğu en ağır şekilde hissettiği bu dönemlerde Devlet’in lüks ve şatafattan en küçük taviz vermemesini nasıl açıklamak lazımdır?
Cumhurbaşkanlığı Sarayında yabancı devlet başkanlarını ağırlarken verilen fotoğrafları anımsamanızı öneririm. Özellikle Almanya Başbakanı Merkel ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın objektiflere poz verirken oturdukları koltuklar ile, Aynı pozun Almanya’da verilmiş olanı arasındaki fark dikkat çekiciydi.
Altın varaklı, aşırı şekilli ve rengârenk koltuklar diğer modern tasarımlı sade olanlarından çok daha rahat ve ergonomik değiller aslında. Gazeteci Yılmaz Özdil bu iki fotoğrafı değerlendirirken şöyle yazmıştı; “Koltuk her şeyi anlatıyor. Sehpa da. Biz niye bu haldeyiz… Onlar niye Almanya”
Senede bir-iki gün belki kalacağınız yazlık, kışlık, orman ve deniz manzaralı 12 saray elbette temel gerekliliklerden kaynaklanmıyor. Bir-iki tanesi dışında diğerleri olmasa da eksikliğini hissetmeyeceğiniz 16 uçaklık filo da temel yönetim ihtiyaçlarından kaynaklanmıyor tabi ki.
Şehir içi kısa mesafelerde bile çakarlı ışıklarla ve sirenlerle, hepsi de süper lüks yüzlerce araçlık konvoylar ile trafik dakikalarca durdurularak yapılan uzun geçişler hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Ömrünce mütevazı bir otomobil alabilme hayali kuran yoksul kalabalıkların ‘damarlarına basarcasına’ sergilenen bu konvoy şatafatı şart mıdır?
Milyonlarca esnafa ve dar gelirliye pandemi desteği olarak verileceği söylenen toplam yardımın kat kat fazlasını saraylar için harcama kararlılığından geri durmamak nasıl anlaşılabilir? Tüm bu şatafatın yoksul yığınların gözünün içine ısrarla sokulması, ülkenin yaşadığı en sıkıntılı ekonomik buhran döneminde dahi bu aşırı israf ve gösterişten kaçınılmaması nasıl izah edilebilir?
YENİ TARZ-I SİYASETLERİNDE TEVAZUYA YER YOK
Yukarıda ortaya koyduğum çerçevenin sebeplerini anlamaya çalışmak için, iktidarın kendisini ve toplumu nasıl algıladığını ve konumlandırdığını anlamaya ihtiyacımız var. Yaşadıklarımız bize gösteriyor ki; yönetenlerin anlayışları, onlara destek veren kitlelerin anladığından oldukça farklı.
Şurası çok açık ki; eşitlikçi, özgürlükçü, hukukun üstünlüğünün ve hesap verilebilirliğin temel değerler olduğu batı tipi demokratik yönetim ilkelerine inanmıyorlar. Üstelik bu değerleri kendileri ve iktidarlarının geleceği için çok tehlikeli görüyorlar. Bu değerlere inandıklarını, önemsediklerini ve bunları uygulama yönünde istekli olduklarını zaten söylemiyorlar.
Anayasasında ülkenin hala “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olduğunun yazılı olmasına çok bel bağlanmaması gerektiğini bize sık sık hatırlatıyorlar. Bu yönetim tarzlarından taviz verilmeyeceğini, bu bağlamda ümit ve beklentilerimizi kesmemiz için gerekli mesajları her fırsatta veriyorlar.
İnandıkları değerler, sürdürmeyi planladıkları yönetim tarzı böylesi bir saltanatın ve güç kullanımının vurgulanmasını önemli hale getiriyor. Onlar da bu sebeple, güç ve ihtişamın altını özellikle çizerek bunları daha da görünür hale getiriyorlar.
Bu tarz-ı siyasetlerinde aza kanaate ve “içinizden biriyim” izlenimini verecek tevazua artık yer yok. Bunların tersini yapmak zayıflık, sıradanlık, ‘itibardan taviz’ olarak görülüyor uzun süredir. Yeni tarz yönetim anlayışlarının temelinde, “tek adamın sınırsız kudretinin dosta-düşmana kabullendirilmesi” fikri yatıyor.
Bu müsrif ve müflis yönetim anlayışının topluma kabul ettirilmesi için, (aslında olmayan) “güç ve kudret”in çeşitli objelerle toplumun gözünün içine sokulmasına ihtiyaç duyuluyor. Bu yüzden, şatafatı ve şaşaayı ödün verilemez olarak görüyorlar. Ancak ortaya konulan tüm bu ihtişam ve kudret objeleri, örtmeye çalıştıkları kırılganlıklarını ve özgüvenlerinin hayli aşınmışlığı gerçeğini yok etmeye yetmiyor.