İstanbul, dünyanın incilerinden biridir.
Bu inci kente en büyük ihaneti, bizzat AKP Genel Başkanlığını daha yeğ tutan Cumhurbaşkanı ifade etti.
Denizin maviliğiyle orman yeşilliğinin kucaklaştığı tarihi kent; beton griliğine ve yığınına dönüştürüldü.
AKP yönetim anlayışı; 1994’den beri kentini kişiliğini değiştirdi. Adeta kirli ilişkilerini gizlemek için sima ve eşkalini ameliyatla değiştiren kişilikler gibi!
Bu büyük ihanet, hem kente ve hem de ülkeye Osmanlı borçları gibi ağır mali yükler yükledi. Döviz garantili yol, köprü ve tünellerle İstanbullu üç kuşak boyu sürecek borç sarmalına sokuldu.
Bunun katmerlisi de Kanal İstanbul olacaktır!...
Kerameti kendinden menkul yöneticiler, zaman zaman yönettikleri devletin başını belaya sokmuşlardır.
Buna en yakın örnek, Saray damatlarından Enver Paşa’nın neden olduğu Dünya Savaşı’na giriş ve Sarıkamış dramlarıdır.
Gündemde olan Kanal İstanbul, şimdilik o denli dram nedeni gözükmüyor. Ama süreç içinde benzer trajedilere neden olması çok olasıdır. Öyle ki;
Anlamak için “uluslararası su yolları” ve “kanallar” gerçeğini irdelemek gerekir.
1888’de İstanbul Sözleşmesi’ne konu olan Süveyş Kanalı, 1903’deki Panama Kanalı ve 1921’de “Daimi Adalet Divanı”na konu olan Kiel Kanalı; kanalların ticaret ve savaş gemilerine serbest geçiş hakkını kısıtlamadığını gösterir.
Su Yolları diye nitelen kanallar, içine geçtiği ülkenin egemenliğine tabidir ama gemi geçişleri için serbesttir.
1923’de Lozan Antlaşmasının 23. maddesine konu olan İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı; uluslararası hukuk açısından serbest suyollarından biridirler. Ancak Türkiye Cumhuriyeti egemenliğine tabiydi.
Lozan’da bir uluslararası komisyon yönetiminde olması ilkesi kabul edilmişken; Türkiye’nin isteği üzerine bu ilke; 22 Haziran 1936’da Montrö’de toplanan konferansla değiştirildi. Günümüzde devam etmekte olan “Boğazlar Rejimi”; 20 Temmuz 1936’da kabul edildi.
Buna göre Karadeniz kıyıdaşı olan ülkeler, inşa veya satın alma işini önceden Türkiye’ye haber vermeleri koşuluyla savaş veya ticaret gemilerini serbest boğazlardan geçirebilecekler. Diğer hallerde ise, bütün ülkeler gibi, uluslararası hukuk gereğince ücret vermeden serbest geçebilecektir. Ancak kıyıdaş olmayan ülkeler, bir dönemde 45 bin tonajdan fazla gemi (her seferide 15 bin tonaja kadar) Karadeniz’e çıkaramayacak ve 21 günden fazla duramayacaktır.
MONTRÖ antlaşması Bulgaristan, İngiltere, Fransa, Yugoslavya, Yunanistan, Romanya, Sovyetler Birliği, Avustralya, Japonya ve Türkiye tarafından imzalandı.
Bütün su yolları, gemiler tarafından uluslararsı deniz hukuku ilke ve güvencesinde serbestçe ve ücretsiz kullanılır.
Peki Kanal İstanbul adıyla yeni bir su yolu icat edilirse ne getirip ne götürecektir?
Bir kere buradan geçen gemilerden ücret talep etmeye kalkılırsa; ujuslararası deniz hukukuna aykırı olacaktır.
Israr halinde, Türkiye’nin başına bela açılacaktır.
İkincisi, Montrö antlaşması ile 15 tonajdan büyük gemilerin Karadeniz’e çıkmaması ve 21 günden fazla kalmaması ilkesi geçersiz olacaktır.
Bu durum, Karadeniz’de açık denizlerde olduğu gibi gemi koşturmak emelinde olan ABD’nin işine gelecektir. Buna karşın Türkiye yeni sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.
Üçüncü olarak Kanal İstanbul; hangi yolu ve ne ölçüde kısaltacaktır? Süveyş Kanalı gibi gemilerin
Afrika kıtasının çevresini dolaşmasını mı önleyecektir. Yoksa Panama Kanalı gibi güney Amerika etrafından dolanmayı mı engelleyecektir?
Görülen o ki; daha çok kazanmak amacında olan maceracı bir anlayışın; Türkiye ekonomisine görülegelenden çok daha büyük bir yük yükleyeceğidir.
Doymaz yandaşa rant, oydaşı konsolide eden populist şov olacaktır.
Bir taraftan bütün tarım ve orman alanları yok edilecek. İstanbul’un su havzası olan Terkos havzası kurumaya mahkum olacaktır.
İstanbul Boğazı’nın iki yakasının bir araya getirilmesi için yeni köprüler zorunlu yük olacaktır.
En korkuncu ise; deprem kuşağını tehlikelerini arttırmasıdır!
Ya da hayalperestlerin “surlar içinde Vatikan türü Patrik devleti” hayal değirmenine su mu taşınacak ve daha geniş sınırlı bölge mı yaratılmış olacaktır!