Toplum her gün kadın ve kız çocuklarına dönük yeni taciz, tecavüz, kayıp, şiddet ve cinayet haberleri ile sarsılıyor.

Kadına yönelik şiddet olaylarının verilerini dahi tutmayan iktidar sorunun toplumsal cinsiyet eşitsizliği sonucu gelişen kadın düşmanlığından kaynaklandığı gerçeğini örtmeye çalışıyor.

Kadın örgütlerinin kendi çabalarıyla topladığı verilere göre 2024 yılının ilk dokuz ayında 292 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü, bir o kadar sayıda da “şüpheli kadın ölümü” vakası olduğunu biliyoruz. Bu yazıda artan toplumsal şiddetin kökenlerini tartışmaya çalışacağım.

Tümüyle kontrollerine aldıkları yargı sistemini iyice etkisizleştirdiler. İnfaz kanununu defalarca değiştirerek cezasızlık algısını pekiştirdiler. Koruyucu, önleyici ve caydırıcı politikalar geliştirmek yerine sorunu yok görüp kadınlara biçtikleri geleneksel rolü öne çıkardılar. Tüm bu temel sebepler konuşulmasın diye olayların dramatik yönünü öne çıkartıp, her vakayı failin sapıklığı-hastalığı üzerinden sunarak olayları münferitleştirmeye çalıştılar.

Erdoğan’a Göre Kadına Şiddetin Artmasında Zerre Payları Yok!

Şiddet olaylarının ciddi sayıda artmasının ana gündem haline gelmesini ve toplumun yoğun tepkisini iktidar görmezden gelemedi.

Hiçbir sorunda üzerlerine toz kondurmayan, ülkedeki olumlu tüm gelişmelerin tek mimarı kendileri iken kötüye giden hiçbir konuda zerre payı olamayan Cumhurbaşkanı bu konuda da tabi ki kusursuzdu! Erdoğan yaptığı açıklamada; " İstanbul Sözleşmesinden çekilmemizin, kadın hakları ve kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye en ufak bir menfi etkisi olmamıştır. Kadın hakları konusunda bize ders verecek hiçbir muhalefet partisi yoktur. Kadının statüsünün güçlendirilmesinde elimize su dökecek kimse de yoktur," diyerek siyasi sorumluluktan tümüyle kendini sıyırmış oluyordu!

Adalet Bakanı Tunç’a Göre “Cezasızlık Algısı” Varmış

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ise 7 Ekim’de yaptığı açıklamada; çok sayıda suç işleyenlerin sokaklarda dehşet salmaya devam etmeleri sonucu oluşan şikâyetleri “cezasızlık algısı” olarak niteledi ve buna yönelik çalışmalar yaptıklarını vurguladı. "Kasten öldürme-yaralama suçlarında özellikle denetimli serbestlik uygulamalarının toplumda eleştiriye neden olduğunu görüyoruz. Toplumu suçtan korumalıyız. Özellikle ceza adaleti sistemini, suçların önlenmesi ve suçun soruşturulması konusundaki etkinliği daha da artırmak ve cezalardaki caydırıcılığı artırma noktasında birtakım hedeflerimiz olacak,” dedi. Bakan Tunç; öngörülebilir ve gecikmeyen, güvenilir adalet sisteminin tam anlamıyla tesisi konusunda yaptıkları çalışmalar olduğunu anlattı.

Adalet Bakanının bu sözlerinden çok açık şekilde şu itiraflar çıkıyor;

·        Tümüyle bozdukları yargı sisteminin (“algı” deseler de) cezasızlık durumu ürettiğini geç de olsa fark etmişler!

·        “Toplumu suçtan koruma” nın asli görevleri olduğunu fark etmişler!

·        Suçların önlenmesi ve suçun soruşturulması konusunda ceza adaleti sistemini etkisizleştirdiklerini fark etmişler!

·         İnfaz kanununu defalarca değiştirip “denetimli serbestlik” bahanesiyle binlerce kadın ve çocuk katilini, tecavüzcüyü, istismarcıyı, gaspçıyı, uyuşturucu satıcısını sokağa saldıklarını, böylece cezaların caydırıcılığını yok ettiklerini fark etmişler!

·        Kökten bozdukları adalet sisteminin öngörülemeyen, geciken ve güvenilmez hale geldiğini fark etmişler ve tüm bu durumları düzelteceklermiş!

“İnfaz Düzenlemesi” Adı Altında Aflar Çıkarıp Suçluları Saldılar

Adalet Bakanı Tunç’un da itiraf ettiği, İnfaz Kanunundaki değişikliklerle denetimli serbestlik uygulamasının suyunu nasıl çıkartmışlardı, kısaca hatırlayalım.

Türk Ceza Kanununda ve özel ceza kanunlarında öngörülen cezalar aslında düşük değil. bu yasalar ciddi olarak uygulansalar etkili caydırıcılık oluşturacağı hususunda hukukçular hemfikirler. Ancak, [daha çok siyasi suçlarla kapasiteleri üzerinde doldurdukları] cezaevlerini boşaltmak için infaz kanunu defalarca değiştirdiler.

Normalde meclisin nitelikli (3/5) çoğunluğu olan 360 milletvekili ile çıkartılması gereken özel afları, Cumhur ittifakı olarak infaz kanununda yaptıkları basit değişikliklerle gerçekleştirdiler. Cezaevlerini bu şekilde büyük oranda erken boşaltarak ve sonrasında oluşan suçlara da tutuklama getirmeyerek cezaların caydırıcılığını iyice yok ettiler.

20 Yıla Mahkum Olan Suçlu 2 Yıl Bile Yatmadı

5275 sayılı Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda 2016, 2020 ve 2023 yıllarında yapılan değişikliklerle; 2/3 olan koşullu salıverilme oranı ½’ye çekildi. Yani; hâkimin verdiği hapis cezasının üçte ikisi yerine yarısı yatılır hale geldi. Ayrıca denetimli serbestlik uygulaması alabildiğine gevşetildi. Normalde hapis cezasının son 1 yılı uygulanan denetimli serbestlik süresi 8 yıla kadar çıkartıldı.

Bunların sonucunda şöyle bir durum oluştu. Örneğin 20 yıla mahkûm olmuş bir suçlunun ½ koşullu salıverme uygulaması ile yatar cezası 10 yıla indirildi. Bu da yetmedi, 8 yıl denetimli serbestli hakkı da verilince bu suçlu sadece 2 yıl içeride tutulabilir hale geldi. Yine bitmedi, 2020 sonrasında pandemi süreci bahanesiyle mahkûmlar izne ayrıldığı, yani salıverildikleri için geriye kalan bu 2 yılı da yatmadılar. Sonuçta 20 yıla mahkûm edilmiş suçlu hiç ceza evine girmeden sokaklara salınmış oldu. İşte sokaklarda serbestçe gezen bu suç makinelerinin önemli kısmı şiddet olaylarının tırmanmasında rol oynuyorlar.

Dayatılan “Kutsal Aile” Kurumu Kadını Korumuyor

Genel anlamda şiddettin ve özelde kadınlara dönük şiddetin kökenleri araştırıldığında; cezasızlık algısı dışında toplumsal-yerel kültürün, inançların ve ekonomik yapının çok önemli faktörler olduğu görülüyor.

Ülkemizdeki temel dayanaklarını gelenekten, inançtan, siyasal iklimden ve popüler kültürden alan toksik erkeklik anlayışın domine ettiği sosyal ortam her tür şiddet kültürünü besliyor. Bu anlayış kadını iş ve sosyal yaşamdan çekip eve kapatan, sadece çocuk doğuran ikinci sınıf birey olarak konumlandırıyor. Hâkim siyasal anlayış ile de desteklenen bu çağdışı kültür “kutsal aile” kılıfıyla topluma empoze ediliyor.

Popüler erkek egemen kültür, şiddeti meşrulaştırmada önemli işlev üstleniyor. Dizilerde, filmlerde sert, saldırgan, kadından itaat bekleyen erkek karakterlerini toplum rol modeli olarak benimsiyor. Dayatılan geleneksel aile yapısında kendisine biçilen rolü reddeden kadın “başına gelenleri hak etmiş” olarak görülebiliyor. Gece sokakta tacize-şiddete maruz kalan kadına utanmadan sıkılmadan “o saate orada işi neymiş” diye sorulabiliyor. Taciz-tecavüz mağduru kadının kılığı, kıyafeti, tutumu saldırganın meşru gerekçeleri gibi sunulabiliyor, daha da kötüsü bu tür iğrenç bahaneler failin ceza indirimlerine de sebep olabiliyor.

Kadın Özgürlüğü “Batı Tipi Kültürel Dayatma” mı?

Bugünkü hâkim siyasal anlayış ve onun dayattığı kültürel yapı, kadının iş ve sosyal yaşama özgürce katılımını ve bunun sonucunda bireyleşmesini “batı tipi kültürel dayatma” olarak görüyor. Temelini inançtan alan bu gelenekçi sosyal yapı bireyi değil aileyi kutsallaştırıyor. Çünkü öngördükleri inanç eksenli siyasal-toplumsal kültürün ancak aileler vasıtasıyla yeni kuşaklara aktarılabileceğini düşünüyorlar.

Bu sebeplerle; ezeli ve ebedi gördükleri aile bozulmamalı, kadın her koşulda evi terk etmeyi ve boşanmayı asla aklına getirmemelidir. Bu sosyo-kültürel iklimde yetişmiş erkek, ayrılmak isteyen kadının buna cüret etmesini aklına sığdıramıyor. Toksik erkek kültürü, terk etme cesareti gösteren kadına çok kızıyor; saldırıyor, vuruyor, öldürüyor.

Son günlerde, gördüğü şiddet sebebiyle eşini terk edip babasına sığınan kadının bulunduğu eve molotof kokteylleri ile saldıran koca olayını da gördük. Karısının sığındığı evi kundaklayan bu saldırganın zihinsel algılarını şekillendiren sosyo-kültürel iklim tartışılmadan, erkek şiddetiyle mücadelede etkin sonuç alınabilir mi?

“Kadın Cinayetleri Politiktir”

Değişen sosyo kültürel yapıyı kavrayamayan, tüm bireysel özgürlüklere mesafeli hâkim siyasal anlayış, kadına şiddetin sosyo-kültürel temellerini oluşturmaya ve korumaya devam ediyor. Toplumsal dönüşümü kavramayı reddeden, “kadın toplumsal yerini ve haddini bilsin” diyen anlayış, geleneksel ve dinsel eksenli toplum oluşturma dayatmalarından taviz vermiyor.

Kürtajı zaten zinhar reddeden iktidar, sanki temel sorunumuzmuş gibi bugünlerde kadının sezaryenle doğum yapmasını önlemeye dönük çabalarını görüyoruz. Bu anlayış, kadınların güvenliğini sağlamak yerine, onların “kol kırılır yen içinde kalır” tutumu içinde aile birliğini sürdürmelerini empoze ediyor. Bu konuda yapılan aile çalıştayları, programlarlar ve kamu spotları aileyi güçlendirmeye ve korumaya, kadınlığı da kamusal alanın dışında geleneksel aileye hapsetmeye yönelik geliştiriliyor.

Nispeten eğitimli, iş ve sosyal hayata katılımı sonrası özgüveni göreceli artmış kadınlar bu dayatmalara boyun eğmeyi reddedince kıyamet kopuyor. Devlet destekli popüler geleneksel kültür ile zihinleri yoğrulmuş erkeklerin şiddeti hemen kendini gösteriyor ve sonuçta kadına şiddet olayları hiç olmadığı kadar artıyor.

Bu çerçeveden bakıldığında, kadın cinayetleri ve toplumsal şiddetteki artışın tesadüf olmadığı açıkça görülmektedir. Çağımız öncesine ait sosyo-kültürel referanslara yaslanan politik yönetim anlayışı, kadına şiddetle ciddi olarak mücadele edebilir mi?

Tüm bu yaşananlar; mevcut siyaset anlayışın politik tercihlerinin beklenen tezahürleridir. Bu sayılanlar; “kadın cinayetleri ve toplumsal şiddet politiktir” diyenlerin haklılıklarının kanıtları değil midir?