Tarih bize gösteriyor ki; hukukun işlemediği, denge denetim sisteminin temeli olan hesap verebilirliğin olmadığı tüm dönemlerde ülkeler hep krizlere giriyor, halklar acı çekiyor. Bugün de ülkemizde tam olarak bu durum yaşanmaktadır.

AKP iktidarlarının son iki dönemine kadar ülkede iyi-kötü denge denetleme kurumları, işlevini az-çok yürüten güçler ayrılığı, Anayasa mahkemesi, Yüksek yargı ve bağımsız kuruluşlar vardı. Nispeten adil ve eşit koşullarda yürütülen seçim sistemi kusurlu da olsa bir demokrasinin devamını sağlıyordu. Şimdi tüm bu kurum ve kuralların çökertilip sarayın eline geçirildiği bir noktadayız.

Bu hesap vermez tek adam sisteminin kurucuları ve yeni rejime çıkarları gereği omuz veren destekçileri ülkeyi planlı ve seri şekilde iflasa sürüklediler. Durumu kavrayan donanımlı gençler ve yerli-yabancı sermaye ülkeyi terk etti ve ediyor. Tüm gerçekleri gören halk kesimlerinin de iktidarın gücünden korkması ve sinmesi için yargı ve kolluk sopası etkin şekilde kullanılıyor.

Halkın çektiği tüm bu sorunlar kaçınılmaz olarak başa gelen doğal afetler değil, hepsi bilinçli tercihlerin sonucu olan krizlerdir.

'BU ENFLASYON KÜRESEL DEĞİL ERDOĞAN'SAL'
Harvard Üniversitesi Ekonomi profesörü, ABD Başkanlarının ekonomi danışmanı Jeffrey Frankel "Türkiye’deki enflasyon kendi (Erdoğan) politikalarının sonucu," değerlendirmesini yaptı. “Küresel enflasyonun yaklaşık 4 puan yükseldiği bir yılda Türkiye'de (resmi) enflasyonun 60 puan yükseldiğine bakılırsa, basit bir hesabın Türkiye'deki enflasyonun yüzde 93'ünün kendi politikalarının bir sonucu olduğunu ortaya koyuyor,” dedi. Frankel ayrıca, Türk hükümetinin faiz oranlarını düşürerek enflasyonla mücadele edebileceği şeklindeki geleneksel olmayan teorisinin başarılı olma şansının olmadığını da vurguladı.

Resmi açıklamalara göre yüzde 85’lerde, gayrı resmi olanına göre yüzde 185’lerde, uluslararası bağımsız kuruluşlara göre ise yüzde 120’lerde enflasyonun olduğu bir ülkeyiz. Küresel 4 puanlık bir artış bizim ülkemize nasıl bu denli devasa yansıyor acaba? Dünyadaki ekonomik kriz ve artan enflasyondan Türkiye kadar ağır etkilenen ikinci bir ülke neden yok?

Seçmen kitleleri yanıtı çok basit bu soruları sormasın diye “sınır ötesi kara harekâtı ne zaman başlayacak?” sorusu tartıştırılıyor. Körfez ülkelerinden gelen mali destek, asgari ücret artışı, EYT tasarısı gibi ‘pansuman’ umutlarla, halkın sorunların gerçek nedenlerini sorgulaması engelleniyor.

KIRILMA NOKTASI: TEK ADAM REJİMİNE GEÇİŞ
Tüm yaşanan sorunların asli sebebi olan tek adam rejimine bu ülke nasıl gelmişti? Asıl sorgulanması gereken bu kırılma noktasının asla unutturulmaması gerekiyor. AKP iktidarının keyfiliğine karşı ilk güçlü itiraz 2013 Haziran Gezi direnişinde gelmişti. Ardından, AKP’nin o dönemki müttefiki cemaat yargısının icraatı (iktidarın “yargı darbesi” dediği) 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sürecinde tüm kirlilik ifşa olmuştu.

O döneme kadar rövanşist, muhafazakâr-İslamcı siyasal iktidar görünümünde olan AKP, mevcut güçler ayrılığına dayalı hukuk sistemi ile yoluna devam edemeyeceğini kavradı. AKP hukukun, yargı bağımsızlığının iyi kötü işlediği bir ülkede sonunun ne olacağını kavradıktan sonra bir daha hukuka dönmemek üzere sistem değişikliği kararı aldı. Tek çıkış; hukukun sınırlarının iktidar ihtiyaçlarına göre belirlendiği, yasama-yürütme-yargı erklerinin birleştirildiği yeni bir düzen kurmaktı. Böylece, Nisan 2017 şaibeli Anayasa referandumu ile tek adam rejimine geçilmiş oldu. Sonraki süreçte yozlaşma ve çöküşün çok daha hızlandığını yaşayarak gördük.

YAPTIKLARINDAN HİÇ PİŞMAN DEĞİLLER
Başka çıkış yolları kalmadığından bu yolu seçtikleri için, Ülkeyi getirdikleri bu iflas durumundan asla pişman değiller. Onların kişisel bekası için halkın bu sefaleti yaşıyor olmasını gerçekten hiç umursamıyorlar. Zaten tüm beyanları da; var olan sorunları küçümseme ve görmeme üzerine. "Son yılları saymazsak enflasyon ortalama yüzde 8-9 civarındadır" demedi mi Ticaret Bakanı Mehmet Muş? Seçmen için ”Karnını doyuruyorsunuz, her türlü ihtiyacını karşılıyorsunuz yine de oy vermiyor nankörler” demedi mi Erdoğan?

Tek umursadıkları şey; seçimleri bir kez daha kazanarak konumlarını korumak, hukukun işler hale gelmesi sonrası başlarına gelecekleri mümkünse sonsuza kadar ötelemek. Kendi bekalarını sağlamak için seçmeni çeşitli rüşvetlerle bir şekilde ikna edip iktidar pozisyonlarını korumaya çabalıyorlar. Gerçeklikten büyük ölçüde kopan iktidar, yarattığı sanal dünyaya (kendi inanmasa da) toplumu inandırarak seçimlere gitmeye çalışıyor.

TEK ÜMİTLERİ MANİPÜLE EDİLMİŞ ALGILAR
Algıları, kavrayışları, inanç ve duyguları manipüle edilmiş insanların yargı ve kanaatleri kaçınılmaz olarak, onu manipüle edenlerin arzuladığı istikamette oluyor. Gerçekleri göremeyecek kadar bilgi ve kavrama yeteneği köreltilmiş yoksun halk kesimleri, yaşadıkları sorunların gerçek sebeplerini açık açık anlatanlara düşman ediliyor.

Kendi ikballeri için ülkeyi yaşanmaz hale getirenler tüm bunları milliyetçilik, vatanseverlik ve inançları gereği yaptıklarını söylüyorlar. Ümüğü sıkılmaktan nefes alamaz hale gelen halkın önemli bir kesimi de tüm bu hikâyelere inanıyor.

İktidarın tüm yolsuzlukları artık gizli saklı değil, apaçık sergileniyor. Sorun birkaç siyasinin ve bürokratın aç gözlülüğü olmaktan çok öteye geçti. AKP tabanı, kamu kaynaklarının tepeden aşağı örgütlü şekilde talanını, gelecek kuşakları dahi bugünden borçlandırarak yürütülen soygun sistemini onaylıyor. “Bundan öncekiler de çalıyordu, ne var bunda, yine oy vereceğim” diyor. Çünkü; irili ufaklı çıkar ve suç ortaklığına dayalı bu sistem hukukla birlikte; utanma, ar, ahlak ve vicdan kavramlarını da kökten yok etti.

UMUT GERÇEKLİKLE BAĞI KOPARTILMIŞ SEÇMENDE
Reel dünyalarında mutsuz olan siyasal tabanının seçimlerde AKP’ye bir kez daha destek vermesi, aslında seçmenin da ikna edilmeye duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Gerçeklikten kopmuş/koparılmış irrasyonel seçmen kitlesi, kendilerinden gördüğü ‘güçlü lidere’ hala bağlı kalmaktan, sadakatten ayrı bir haz alıyor. Toplumun gerçeklere göz yumarak bu kadar masala, olmayacak vaatlere böyle kolayca inanması, başka türlü sağlanabilir miydi?

Her seferinde umutla karşılanan tabansız, ölçüsüz, tutarsız ve olasılıksız tüm vaatler toplumun bir kesiminde derhal benimseniyor ama hiç birinin gerçekleşmediği görülüyor.

* 2023’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğimiz, kişi başına milli gelirin 25 bin dolara çıkacağı söylendi. Milli gelir vaat edilenin dörtte biri seviyesine indi, bu seçmen kitlesi; “n’oluyoruz, neden sürekli fakirleşiyoruz?” diye sormadı.

* 2003’den 2020’ye 30 kez “doğal gaz bulduk, petrol bulduk” denildi, “nerde bu gaz ve petrol, niye bunları bu kadar pahalı tüketiyoruz?” diye sorulmadı.

* Yerli ve milli otomobilimizi, uçağımızı, uçak gemimizi ve her bir şeyimizi yapacağımız söylendi, “Bunların üretim tesis nerede, milli uçağımız yere hala neden inmedi?”diye sorulmadı.

* “2023’de Ay’a gidiyoruz” dendi, bu da pekâlâ ciddiye alındı. Uzay aracına verilecek isim ve uzaya ilk gidecek kişinin kim olacağı tartışıldı, seçmen “biz karnımızı doyuramazken siz bizimle alay mı ediyorsunuz?” diye sormadı.

* Her resmi açıklamada enflasyonun önümüzdeki aylarda düşeceği söylendi, “bizim yaşadığımız enflasyon sizin açıkladığınızın neden kat kat fazlası?” diye de sormadı bu kitle!

DOĞRUYLA YANLIŞ ARASINDAKİ FARKIN ÖNEMSİZLEŞTİRİLMESİ
Vaat edilen süreler geçtiğinde “hani bize şunları söylemiştiniz, neden olmadı bunlar?” diye sorulmuyorsa, rejim başarıya ulaşmış, ideal toplum yaratılmış demektir! Çünkü; Alman siyaset felsefecisi Hannah Arendt "Totaliter rejim için ideal kişi, doğruyla yanlış arasındaki farkı artık önemsemeyen kişidir." diyor. Arendt ayrıca; Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir” diyor.

Totaliter nitelikli siyasi yozlaşma tabanını da sosyal ve kültürel eksende dönüştürüyor, kötüleştiriyor. Taban milli ve yerli tarzda yozlaşırken iyilik ve kötülük, gerçek ve yalan ayrımları önemsizleştiriliyor. Geriye sadece “bizler ve onlar” ayrışması bırakılıyor.

Bu sebeplerden ülkede artık ideolojiler, sol ve sağ mücadelesi bitiyor! Geriye sadece iyiliğin kötülükle, gerçeğin yalanla, demokrasinin otokrasiyle, mağdurun muktedirle, umudun ise vazgeçmişlik ve kanıksamayla mücadelesi kalıyor.