Yaklaşık on beş milyon insanın yaşadığı on bir ilimizi vuran 6 Şubat depreminin üzerinden on bir gün geçti ve yaşanan dramın sarsıcı sonuçlarını bugün daha net görebiliyoruz. Şimdiden (resmi rakamlara göre) 36 bini geçmiş olan can kaybının iki katına kadar çıkabileceği öngörülüyor. 

Devlet bu felaketle birlikte tam paralize halde ve ne yapacağını bilemez bir görünüm verdi. Devletin acz ve panik halinde olmasından da öte asıl problemin; iktidarın temel yönetim anlayış ve tercihlerinden kaynaklandığını gördük. Yaşanan dramın bu derece acılı olması, tek adam yönetiminin kaçınılmaz sonuçlarıydı. 
1999 depreminden sonra güya devlet ve millet bilinçlenmişti. Uzmanların her fırsatta uyarılarına rağmen Türkiye’nin şiddetli depremlere hazırlığının hiç olmadığı bu afetle çok net görüldü. “Milat” denilen Körfez depreminin üzerinden koskoca 24 yıl geçmesine rağmen o acılardan aslında hiç de ders alınmadığını anladık. 

“ASRIN FELAKETİ" KILIFINA SARILDILAR 
Pandemi, orman yangınları, ekonomik krizler, enflasyon ve benzer tüm olumsuzluklarda üzerine asla toz kondurmayan iktidar bu sefer de benzer bir iletişim stratejisi yürüttü. Tüm beceriksizliklerini örtbas etmek için suçu ve sorumluluğu bu sefer de depremin baş edilemeyecek denli devasa boyutta olması mazeretine yıktı.

Facianın sebebi; yeni kanunlar ve yönetmelikler çıkartılmasına rağmen bunların hiçbirisinin ciddi olarak uygulanmaması ve denetlenmemesi değildi! Yakın dönemli siyasi kaygıların uzun dönemli riskleri göz ardı ettirmesi de değildi! Ekonominin motoru haline getirilen inşaat sektörünün “Kentsel dönüşüm” kılıfı ile kontrolsüz pompalanması, eski binaların yerine yine dayanaksız ama daha şık görünümlü olanlarının yapılması da değildi! Tüm sorun, depremin baş edilemez boyutlarındaydı!

Deprem sonrasında ise; zamanında karar alamama ve koordinasyonsuzluk problemleri de o kadar önemli değildi! Aslında devletin her türlü hazırlığı varmış da, çifte depremin yoğun yıkıcılığı karşısında ancak bu kadarı yapılabilirmiş! Depremden sağ kurtulanların en tabii ihtiyaçlarının dahi çok uzun süre karşılanamamış olması da dâhil tüm olumsuzlukların yegâne sebebi; bu depremin “asrın felaketi” niteliğinde olması imiş! 

AFETİN BİZE GÖSTERDİĞİ ÜÇ ÖNEMLİ SORUN
Bu çifte deprem önlenemezdi ancak bunların ürettiği dramatik sonuçların önemli kısmı yönetilebilir ve önlenebilirdi. Sonuçların bu kadar ağır yaşanması ile ilgili birçok sebep sayılıyor. Ben bunları siyasal iktidarın devlet yönetimi anlayışındaki; 1. bilim dışılık, 2. bürokraside liyakat ve partizanlaşma sorunu ve 3. aşırı merkezileşme başlıkları altında ele almaya çalışacağım.

1. Yönetimde Bilim Dışılık 
Yaşadığımız felaketin büyüklüğü, bu depremler öncesi ve sonrasında yapılanlar ve özellikle yapılamayanlardan kaynaklandı. Çok iyi bildiğimiz gibi siyasal iktidarın dayandığı zihinsel paradigmanın temelleri bilime değil inanç eksenine dayandırılıyor. Devlet yönetimi anlayışlarını ve kararlarını da çoğu zaman dini argümanlarla açıklıyorlar. Böylece kendilerine hukuk, bilim ve akıl dışı sınırsız bir keyfilik ve meşruiyet alanı yaratmaya çalışıyorlar.

Kendilerine yarattıkları bu keyfilik alanı içinde kural ve bilim dışı ne varsa yaptılar. Faiz tartışmalarında ekonomi bilimini değil inancın gereği dedikleri “nas”ı uyguladılar. Tüm bilim insanlarının şiddetle karşı çıktığı Kanal İstanbul projesinde ısrardan hala vazgeçmediler. Kötü yönetim anlayışlarına itiraz eden doktorlara “giderlerse gitsinler!” dediler. Her bir bilim yuvasını, saygın üniversiteleri, sivil-resmi tüm kurum ve kuruluşları ele geçirilmesi gereken kaleler gibi gördüler. Buraları ele geçirince de içlerini boşaltıp vasıfsızlaştırdılar. 

Doğal afet özeline geldiğimizde ise; sel yataklarına, fay hatları üzerine, alüvyon tabanlı tarım alanlarına yerleşim kurmakta ısrar ettiler. Bu gibi riskli yerlere betonarmeleri dikerken dahi mühendislik bilimini görmezden geldiler. 

Depreme zaten “kader planı” diyenler tedbirleri gözden geçirip kuralları neden daha sıkı uygulasınlar ki? Bu anlayışa göre biliyorsunuz ki “kaderin önüne geçilemez” ve “takdiri ilahi ne yazdıysa illa ki yaşanacaktır”! Bilim dışılıkta sınır tanımayan bu iktidar anlayışının sonuçlarını bu ülke on binlerin canı ve malları ile ödüyor ve bunlar iktidarda kalırlarsa ne yazık ki bu kayıplar devam edecek. 

2. Bürokraside Liyakat ve Partizanlaşma Sorunu
İktidarın yönetim anlayışında ikinci büyük mesele ise; siyasetin kamu bürokrasisini sorgusuz itaat edecek, hukuk bilmez-tanımaz ve liyakatsiz kadrolarla doldurmuş olmasıdır. Bu partizanlaşmanın sonuçlarını bu depremde mülki amirlerin, AFAD’ın ve diğer kurumların performanslarında açıkça gördük. 
Kamuda “Cumhurbaşkanımızın talimatları” diye cümleye başlamadan iş yapamayan bürokratik anlayış, felaketin sonuçlarını bu boyutlara taşıdı. Göçük altında kalan binlerce insan günlerce “kimse yok mu?” diye bağıra bağıra can verdiler. İlk günlerde devlet yetişemediği için insanlar tırnakları ile beton yığınlarını kazarak yakınlarını kurtarmaya çalıştılar. 

AFAD il teşkilatlarında enformasyon memuru sayısının sivil savunma uzmanından daha fazla olduğunu öğrendik. Yani kurum personelinin çoğunu alanda eylemde bulunmaya değil propagandaya tahsis etmişler. Tüm enerjisini ve kaynaklarını propagandaya ayırdığını bildiğimiz iktidar AFAD da bile algı yönetimi ve iletişimi kurumun asli görevlerinden daha çok önemsemiş. 

AFAD Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu’nun kariyerine bakınca iktidarın bu kuruma ve üstlendiği görevlere verdiği önemi ve ciddiyeti anlıyoruz. Deprem sonrası hiç ortalarda göremediğimiz bu zat İmam Hatip ve İlahiyat kökenli, tüm kariyerini İslam ilimleri üzerinde yapmış. Üstlendiği görev ile ilgili minimum düzeyde dahi eğitimi ve tecrübesi yok ama son beş yıldır AFAD’dın en aktif Genel Müdürlüğü makamını işgal ediyor. Deprem sonrasında onun yerine hep (afet öncesi faaliyetlerden sorumlu) Deprem ve Risk Azaltma Genel Müdürü kameralar önüne çıktı.

Bugünlerde ortalarda pek göremediğimiz Kızılay da bu soruna bir başka açık örnektir. Türgev ve Ensar ile ilişkilerine ve bunlara milyon dolarlık bağışlarıyla gündeme gelmiş olan 155 yıllık bu köklü kurum da AKP siyaseti emrinde işlevsizleştirilen ve itibarı sıfırlanan kurumlar arasına katıldı. 

3. Yönetimde Merkezileşme 
Ülke yönetimini tümüyle sarayda merkezileştiren, yerel yönetimlere ve sivil inisiyatife karar hakkı tanımayan tek adam anlayışı depreme acil müdahale konusunda da kendini gösterdi. En tepeden emir almadan harekete geçemeyen merkezi idareye bağlı mülki amirler ve idareciler afetin ilk günlerinde şaşkınlık içinde beklediler kaldılar. Sivil toplum ve belediyelerle eşgüdüm kurmak bir yana, devlet kurumlarının kendi aralarında bile koordinasyon kuramadığına tanık olduk.
Afet alanının büyüklüğü sebebiyle tüm ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalan devletinin boşluğunu belediyeler, vatandaşlar ve sivil toplum derhal üstlendi. İktidarın tüm kurumları çökerttiğini düşünen ve bunlara güvenleri sıfırlanan insanlar yardımlarını daha güvenilir gördükleri sivil organizasyonlara yönelttiler. Bu sebeple sanatçı Haluk Levent’in yönettiği AHBAP organizasyonu öne çıktı.

Merkezi idare kendi yetersizliğini bilmesine rağmen yardımların sivil toplum örgütlerine ve muhalif parti belediyelerine yapılıyor olmasını kabul edemiyor, bunları da merkezileştirmeye çalışıyor. İtibarını yerle bir ettikleri Kızılay, siyasallaştırılmış AFAD gibi devlet kuruluşlarına benzer şekilde AHBAP organizasyonuna da çökme niyetlerini gizlemiyorlar. Devlet Bahçeli bu gibi gönüllü yardım kuruluşlarına sıkılmadan “akbabalar ve sahtekârlar” dedi. 

Atanmış bürokrat Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay seçilmiş siyasilere parmak sallayarak “siz kimsiniz ya!” bile dedi. Muhalif belediyelerden gelen yardım konvoylarının üzerindeki afişleri söküp “Muğla Valiliği” afişlerini bu yüzden asıyorlar, sivil kuruluşların yardım kolilerine AKP logolarını bu yüzden yapıştırıyorlar. Pandemide dağıtılan kolonya ve maskelere de Erdoğan’ın mektubu bu yüzden konmuştu!

KARŞILIĞI ALINABİLİR SADAKA KÜLTÜRÜ 
Bugün devleti yönetenler bütün hayata sadece iktidarlarına hizmet eden şeyler ve karşıtları üzerinden bakıyorlar. Depremi de bu çerçevede görüyorlar ve bu yüzden ilk saatlerden itibaren bu afet sonucunda olası seçmen kaybı riski onların en büyük dertleri oldu. Depremin hemen ertesi günü AKP Sözcüsü Ömer Çelik'in "Cumhur İttifakı olarak sahadayız" demesi ve benzerleri; devletin asli hizmetlerini siyasi iktidarın alacak defterine yazma çabasındandı. 

Bilindiği gibi; iktidarın yardım ve sosyal destekler konusundaki tüm anlayışı, siyasal olarak “karşılığı alınabilir sadaka kültürü” üzerine kuruludur. Siyasal destek olarak geri dönmeyecek, üstelik muhalefete puan kazandıracak yardımları yarar değil zarar olarak görürler. 

Sivil toplumun güçlenmesinin bir halk dayanışma hareketine dönüşmesinden, bunun da kendilerine karşı olanların örgütlenmesine yarar sağlayacağından endişe ediyorlar. Kendilerinden olmayan yardımın siyasi getirisinin muhalefete yarayacağını düşünüyorlar. Kontrolleri dışındaki bu girişimlere el koyduklarında oluşacak güvensizlik sebebiyle yardımların azalması olasılığını da önemsemiyorlar. Çünkü tek ve en büyük dertleri seçimlere giderken muhalefetin daha da güçlenmesi riski. Bu yüzden; deprem sonrası yardımların toplanma ve dağıtılma usulünü ve bu hizmetlerin kime ne tür siyasi faydalar sağlayacağı meselesini depremin diğer yıkıcı sonuçlarından daha fazla önemsiyorlar.