Zaman zaman, aynı dönemde yaşamadığım, ancak dinleyerek ve okuyarak bilgilendiğim o muhteşem yılları gözlerimin önüne getiriyorum.

Yıl 1919. Esaretten  kurtuluşa giden o yılların başlangıcı. Bir avuç insanın zevk ve sefa içinde sürdürmüş oldukları  saltanat döneminin sonlandırılması, milyonlarca insanın özgürlüğe kavuşabilmeleri için ilk işaretin verildiği yıl.

Ülke neredeyse bütünüyle işgal edilmiş, saltanatın devam ettirilmesi adına vatan toprakları yabancılara terkedilmiş, borçlar gırtlağa kadar tırmanmış bir dönem yaşanıyordu 1919 öncesinde.

Ülkenin her köşesi yabancı ülke güçlerince taksim alınırken, milyonlar aç ve sefil bir yaşama mahkum ediliyordu. Sözde ülkenin başı konumundaki  padişah ve etrafında kümelenmiş çıkarcıları hiç kılları dahi kıpırdamazken, bir yurtsever ortaya çıkıyor ve artık bu soysuzluğa ve yolsuzluklara dur diyordu. Bu yurtseverin adı Mustafa Kemal’di.

1919 da başlayıp, 1922 yılına kadar kanla, gözyaşıyla süren  bir mücadeleyle, Anadolu insanı esaretten kurtuluyor, vatan toprakları da düşmandan kurtarılıyor, insanca bir yaşama “günaydın” deniliyordu.

Ülkeyi bir bataktan kurtaran Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve yanında ölümü bile hiçe sayan yurtseverlere ne kadar minnet duysak azdır.

Ancak bugün tekrar 1919 öncesi günleri yaşamakta olduğumuzu açıkça ortadadır. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından sonra, bin bir güçlük, yokluklarla yaratılan sayısız değerlerimiz, yine yabancı güçlere armağan edilmektedir. Neredeyse tüm ekonomik enstrümanlarımızın yerle yeksan edildiği günleri yaşamaktayız. Ne tarım ülkesi, ne de sanayi ülkesi olma  gücünden tamamen koparılmış, adeta bir koloni ülkesi konumundayız.

Bilinçli olarak köylerimiz boşaltılarak, toprakla ilişiğimiz koparıldı. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bir tarım ülkesi gücüne sahipken, akla gelebilen bütün tarımsal ürünlerde dışarıya bağımlı hale getirildik.  Şeker fabrikalarımızın çoğunu kapatarak üretim dışı bıraktık. Dışarıdan daha çok GDO lu mısırdan üretilmiş glikozlara mahkum edildik.

Ülkemizin  en önemli yaşamsal kurumlarını gözlerimizi kırpmadan yabancıların egemenliklerine bıraktık. Örneğin Türk-Telekom’u yabancılara sattık, ancak satış bedelini dahi alamadık. Ayrıca bu satışla devletin önemli sırlarını da tabancıların ellerine altın tepsiyle verdik.

Türkiye’nin ekonomik gelişiminde büyük  pay sahibi olan bankaların tamamına yakınını yabancılara, değerinin çok altında bedellerle satıverdik. Bu arada hala “devlet bankası” kimliği ile ayakta kaldığını sandığımız Ziraat Bankası, Halkbank ve Vakıfbank gibi bankaların da, siyasi iktidarın kendi ve yandaşları için kullanıldığını da görmezden geldik.

Tütün bu ülkenin vazgeçilmez bir tarımsal değeriydi. Bu ürüne de, önce üretim kotası  uygulanmasına göz yumduk, daha sonra da tarımsal faaliyet dışına çıkartılmasına rıza gösterdik.

Şeker fabrikalarımızda üretilen etil alkol tesislerini de kapattık. Çeşitli alanlarda kullanılan etil alkol gereksinimi için, yüksek bedeller ödeyerek yurt dışına avuç açtık.

1980 yılından bu yana başlatılan ve adına özelleştirme denilen kamu değerlerinin haraç-mezat satışının % 90 ı, bugünkü AKP iktidarına aittir. Yapılan sınır tanımayan özelleştirmelerden elde edilen gelir ise sadece 70 Milyar dolar civarındadır. Yani bu 70 Milyar dolarlık geliri elde etmenin karşılığı, ülkenin  temel dinamiklerini kapitalist dünyanın ellerine teslim anlamına gelmektedir. 

Bir öç alma duygusu içinde yapılan bu özelleştirmelerin mimarlarından olan, dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın sözleri son derece anlamlıdır:

Ne banka bırakacağım, ne fabrika, ne de işletme. Liman da bırakmayacağız, hepsini satacağız.”

Kemal Unakıtan, AKP nin bu ülke için planladıklarını çok net biçimde dile getirmiştir. Bugün trilyonlarca dolar harcansa dahi, 70 milyar karşılığı yok edilen kamu değerlerini yeniden kurulamayacağı da bellidir. 

Öyle anlaşılıyor ki, ya tamamen yok olacağız, ya da yeni bir kurtuluş dönemi için topyekün ayağa kalkacağız.