Bir ülke düşünün: Ahlak çökmüş, vicdan komaya girmiş, adalet sedyeyle taşınıyor. Hırsız baş tacı, arsız alkışlarla karşılanıyor. Haysiyetin yerini pişkinlik almış, utanmazlık normalleşmiş. İşte tam da böyle bir memlekette yaşıyoruz.

Günün birinde biri çıkıyor, gözümüzün içine baka baka, “Evet, hırsız ama çalışıyor kardeşim” diyor. Ne güzel değil mi? Hırsızlık artık bir meziyet, iş bitiricilik göstergesi. El çabukluğu marifet olmuş, yolsuzluk başarı kıstası. Kim daha çok çalarsa o daha “kıymetli”, kim ne kadar dürüst kalırsa o kadar “enayi.”

Bir diğeri daha utanmaz: “Herkes çalıyor, bari bizimkiler çalsın.” Bu cümle, sadece bir gaflet değil; bu, bir halkın kendi çürümesine duyduğu çaresizce razı oluşun belgesi. Ahlaki çöküş bu kadar açık, bu kadar aleni. Ve kimse bunu söyleyeni yargılamıyor, aksine normal karşılıyor.

Sokağa çık, kahveye gir, otobüse bin. Duyacağın cümleler hep aynı:
“Boş ver kardeşim, herkes işini kurtarmaya bakıyor.”
“Buralar böyle dönüyor zaten.”
“Sen mi düzelteceksin memleketi?”
Bu sözler artık sıradan değil, sistemin omurgası hâline gelmiş.

Peki ne oldu bize? Ne zaman bu kadar başımızı öne eğdik? Ne zaman vicdanımızı bu kadar pazara çıkardık? Ne zaman “dürüst olmak” eziklik sayıldı?

Bir belediyede ihale mi açılmış? Daha teklif dosyaları açılmadan kimin alacağı belli. Müteahhit belli, sonucu belli, komisyonu da... Ama kimseden çıt yok. Çünkü herkes biliyor, ama kimse konuşmuyor. Konuşanı da susturuyorlar zaten.

Bir kamu kurumuna yönetici atanmış. Liyakat sıfır, geçmişi silik, ama dayısı büyük. E haksız mı şimdi o üniversite mezunu gençler, “biz niye okuyalım” diye isyan ederken?

Bir memlekette emek değil, torpil kazanıyorsa... Alınteri değil, yalan makbulse... O memlekette ahlak değil, arsızlık kural olur.

Geçen hafta bir temizlik işçisiyle konuşuyorum. Kadıncağız sabahın dördünde kalkıp yerleri süpürüyor. “Ev sahibim kirayı artırdı, artık nasıl ödeyeceğim bilmiyorum” diyor. Aynı günün akşamı televizyonda bir müteahhit, “Biz de çok zor durumdayız” diye sızlanıyor. Ama arkasında milyarlık ihaleler var. Kimse sorgulamıyor. Çünkü sorgulayan, artık “tehlikeli” sayılıyor.

Ve en korkuncu: Bu düzene itiraz eden, sorgulayan, eleştiren insanlar bile yavaş yavaş susmaya başlıyor. Çünkü biliyorlar ki bu memlekette haklı olmak yetmez; sesini çıkarırsan, hedef olursun. Sustukça rahat yaşıyorsun, konuştukça bedel ödüyorsun. İşte bu yüzden çürüme sessizlikle büyüyor.

Ve bizden beklenen şey ne? Bu kirli düzene alışmamız. Hırsızla aynı sofraya oturmamız. Arsızla aynı hizaya gelmemiz. “Böyle gelmiş, böyle gider” diyerek susmamız. Kusura bakmayın ama alışmayacağız! Bu utanmazlığa, bu yüzsüzlüğe, bu utanma duygusunu kaybetmiş zihniyete sessiz kalamayız!

Çünkü biz hâlâ sabahın köründe simit tezgâhı açanların, çocuk okutmak için iki işte birden çalışan annelerin, üç kuruşluk maaşıyla ailesini geçindirmeye çalışan babaların ülkesindeyiz. Biz hâlâ namusun, emeğin, alınterinin değerli olduğuna inananların tarafındayız.

Ve evet, belki bu memlekette dürüst olmak zordur. Belki yalnız kalır insan. Ama hırsızla aynı sofraya oturmaktansa aç kalmak daha şereflidir!

Peki ne yapacağız? Umutsuzluğa mı kapılacağız? “Böyle gelmiş böyle gider” deyip olanı biteni sineye mi çekeceğiz?

Hayır! Tam aksine, daha fazla bağıracağız. Daha gür sesle, daha açık bir dille bu düzenin çürümüşlüğünü ifşa edeceğiz. Çünkü bu kirli düzene alışan her suskunluk, hırsızın sırtını sıvazlayan bir el gibidir. Her suskunluk, yeni bir utanmazlığa davetiye çıkarır.

Gün gelecek, bu arsızlığı normalleştirenler “biz bir şey demedik” diyecek. Ama biz hatırlatacağız. Diyeceğiz ki: “Siz sustunuz, biz söyledik. Siz izlediniz, biz mücadele ettik.”

Bir çocuk düşünün… Yoksul bir mahallede, annesi temizlik işçisi, babası emekli. Sabahın köründe okula gidiyor, eve döndüğünde ders çalışıyor, hayal kuruyor. O çocuğun hayalini çalan her torpil, her yolsuzluk, her hırsızlık suçu sadece hukuka karşı değil, o çocuğa karşı da işlenmiş bir suçtur.

Bir genç düşünün… Üniversite bitirmiş, iş bulamıyor. Gözünün önünde babasının vergisiyle dönen kirli ilişkileri, adrese teslim atamaları, devlete çöreklenmiş akrabaları izliyor. Sonra bir gün bavulunu toplayıp bu ülkeyi terk ediyor. Geride ailesi, dostları, hayalleri kalıyor. Bu sadece bir beyin göçü değil; bu, bu topraklardan umudun kaçışı!

Bu düzene göz yuman herkesin vebali var. Yalnız siyasetçinin değil, bu çürümüşlüğe ekranlarını açan televizyoncunun da, manşet atmayan gazetecinin de, üç maymunu oynayan akademisyenin de…

Ama biz pes etmeyeceğiz. Çünkü bu ülkenin hâlâ tertemiz kalabilmiş insanları var. Sabah dükkanını “bereketli olsun” diye dualarla açan esnafı var. Maaşını aldıktan sonra “benimki yetiyor” diyerek komşusuna destek olan emeklisi var. Herkes çalarken dürüst kalan, evine haram lokma sokmayan insanlar var.

Bu insanlar bu ülkenin asıl sahibi. Hırsızlar, arsızlar, yolsuzlar değil. Biz işte onların sesi olacağız. Bu bozuk düzene karşı “Hayır!” diyen, doğruların yeniden değer kazandığı bir ülke isteyenlerin tarafında kalacağız.

Kimse kusura bakmasın:
Biz alışmayacağız!
Biz susmayacağız!
Biz unutmayacağız!

Ve günü geldiğinde, bu halkın iradesiyle, hırsızların övülmediği; dürüstlerin ezilmediği; emeğin, liyakatin, ahlakın değer gördüğü bir ülke kuracağız.

O zamana kadar, dilimizde tek bir cümle olacak:
“Bu düzenin ortağı olmayacağız!”