Cumhurbaşkanı Erdoğan “hukukta reform yapacağız” dedikten üç ay sonra beklenen “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıkladı. İktidarın tüm uygulamalarının hepsine koşulsuz destek verenler hariç herkes, bu vaatlerin samimiyetinden ciddi kuşku duyuyorlar. Hukukçular sadece yasaların uygulanması ve Yargı’ya baskıdan vazgeçilmesi durumunda, bu tür“reform” vaatlerine gerek kalmaksızın hukukun derhal işlemeye başlayacağını söylüyorlar.
Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde de yayımlanan Erdoğan’ın 37 sayfalık tam konuşma metni incelendiğinde umutlar köreliyor. Zaten hukukumuzda bulunan (ancak kâğıt üstünde bırakılmış) evrensel hukuk ve temel insan haklarının önce uzun cümlelerle yeni vaatlermiş gibi sıralandığı, sonra da(zaten kazanılmış) bu hakların uygulanmasına bazı ön koşulların getirildiği görülüyor.
Bu ön koşulları Erdoğan şöyle ifade ediyor; “Öyle her gördüğümüz çiçeğe de su vermeyeceğiz. Susuzluktan boynu bükülmüş bir çiçeğe su vermek adaleti yerine getirmek olurken, dikene su vermek zulüm anlamına gelebiliyor” diyor. Burada kullanılan mecazlardan “çiçek” ile “diken” den nelerin kast edildiği, bu satırları yazan ve okuyanların da muhtemelen “diken” kategorisinde görüleceği sanırım ortada.
Bu cümleyi anlayacağımız dilden mealen söylersek: “Sevgili halkımız, hak hukuk adalet gibi şeyler yasalarda zaten bulunduğu haldeyeniden düzenlesek de,bunlarısize ancak ‘yerli ve milli’ olmaları koşuluyla verebiliriz. Gayrı yerli ve gayrı milli muhalif görüşlerin rahatça serpilmesine tabii ki izin veremeyiz!” deniliyor.
İNSAN HAKLARINA 'MEDENİYET MÜKTESEBATI' ŞERHİ
Erdoğan’ın konuşmasında, kast ettikleri hak ve hukuk kavramlarının sınırlarını ortaya koyan önemli bir başka vurgu daha vardı. “Medeniyet müktesebatımız bize, adaletin yerini bulmasının çok hassas bir dengeye bağlı olduğunu anlatıyor. ‘Bir çiçeğe az su vermek onu kuruturken, fazla su vermek de soldurur’ gerçeği, adaletin kuyumcu titizliğiyle uygulanmasını gerektiriyor” diyor Erdoğan.
İnsanlık tarihinde yayımlanmış hiçbir temel hukuk ve insan hakları belgesinde görülmeyen ‘medeniyet müktesebatı’ gibi subjektif bir ön kıstas ortaya konuluyor. Böylece “İnsan Hakları Eylem Planı”nın, her tür demokratik görüş ve siyasi yaklaşımı kapsamayacağı açıkça müjdeleniyor! Zaten yasalarımızda ve imzaladığımız uluslararası sözleşmelerde de bulunan temel hak, hukuk ve özgürlüklerin “medeniyet müktesebatımızın hassas dengesine” uyması şerhi konuluyor.
Birleşmiş Milletler’in1948'de yayınladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni Türkiye 1949’da imzaladı. Bu bildirgenin ilk cümlesinde “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğu” vurgulanır.
İnsan hakları kavramının ne temelinde ne de alt yorumlarında hiçbir şekilde ulusların, kültürlerin ve inançların öngördüğü öznel (subjektif) yorum ve yaklaşımlar yer almaz. İnsan hakları açık ve evrenseldir, bunları (hele ki altında imzası bulunan) devletler kendilerine göre yorumlayamazlar. Nokta.
MEDENİYET MÜKTESEBATIMIZ ÇOĞULCULUĞA KARŞI
Nedir bu “medeniyet müktesebatı”? Müktesebat kelimesi;iktibas etmek (almak, kabullenmek) fiilinden geliyor, “edinilen, kazanılan bilgiler” demek. Örneğin AB müktesebatı denildiğinde, AB ülkelerinin bugüne kadar oluşturduğu temel yazılı hukuki kazanımlar yanında ortak evrensel, toplumsal ve kültürel değerleri anlaşılmaktadır.
Erdoğan’ın bahsettiği “medeniyet müktesebatı”ndan ise, sınırlarını kendilerinin belirlediğiideolojik bir çerçeve anlaşılmaktadır. Siyasal geleceklerinin güvencesi olarak gördükleri bu yaklaşım iki ana temele; (çerçevesini kendilerinin belirledikleri) inanca ve ideolojik milliyetçi siyasal ve kültürel anlayışa dayanmaktadır.
“Medeniyetimiz” derken, bu kavramdan ne anladıklarını da bilmemiz lazımdır. Geçen yıl Ağustos’ta Malazgirt Zaferi kutlamalarında Erdoğan medeniyetimizi tarif ederken; “Bizim medeniyetimizde fethetmek; işgal etmek, yağmalamak değildir. Fethetmek, Allah’ın emrettiği adaleti o beldede hâkim kılmaktır. (…) Bizim medeniyetimiz bir fetih medeniyetidir” demişti.Yani bahsettikleri medeniyet müktesebatının evrensel hukuk ve insan hakları kavramı ile çok da uyuşamayacağı ortaya konuluyor.
MİLLİ VE YERLİ ÇOĞULCULUK
İnsan Hakları Eylem Planı konuşmasında “medeniyet” kelimesi bir cümlede daha geçiyor. Erdoğan “Milletimizin ortak tarihine, kültürüne ve medeniyetine dayanan çoğulculuk anlayışını yaşatmak ve geliştirmek”ten bahsediyor. "Milli ve yerli” kapsamıdışında görülenlerin meşru çoğulculuk anlayışı içinde görülemeyeceği açıkça ortaya konuluyor.Demokrasinin temelinde bulunan “çoğulculuk” anlayışı herhangi milletin kültürüne dayanmak gibi bir ön koşula bağlanabilir mi?
Zaten bir süredir “milli ve yerli muhalefet” kavramını öne çıkardıkları da görülüyordu. Erdoğan son olarak, Cumhuriyet ile yaşıt ana muhalefet partisi CHP için, "Türkiye'nin geleceğinde yeri yok" dedi. Muhalefetten ayrılanların ‘milli ve yerli’ yeni partiler kurmalarınaiktidarın destek olduğu iddiaları da, açıklanan bu eylem planı ile uyumlu görülüyor!
İNSAN HAKLARI DÜNLERİ KEŞFEDİLMEDİ
Erdoğan’ın açıkladığı insan hakları ve hukuk eylem planı vaatleri, tarihte yüzlerce yıllık insan hakları mücadeleleri sonucu elde edilmiş ve bizim de hukukumuzda zaten var olan temel prensipleri içeriyor.
Sekiz yüz yıl önce,İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta (Büyük Özgürlük Fermanı) imzalanarak kral ilk kez yetkilerinin kısıtlanmasını kabul etti. “Hiç kimse ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacak” hükmü getirildi.
OsmanlıSadrazamı Alemdar Mustafa Paşa Rumeli ve Anadoluâyanları ile İstanbul'da 1808’de Sened-i İttifak’ı imzaladılar. Bu antlaşma Osmanlı’da ilk anayasal belge olarak kabul edilir.
1839’da sultan Abdülmecit tarafından yayımlanan Tanzimat Fermanı ile tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliği sağlanmıştı. Yargılamada açıklık olacağı ve hiç kimseye yargılanmadan hüküm verilemeyeceği düzenlenmişti.
Sultan Abdülmecit döneminde 1856’da yayımlanan Islahat Fermanı ile her inançtan tüm topluluklarının eşitvatandaşlıkhakları garantiye alınmıştı.
1876'daII. Abdülhamit tarafından ilan edilen Birinci Meşrutiyetile Meclisi-i Umumi (Parlamento) ve seçim kavramlarını da içeren ilk anayasa yayımlandı.
1908’de ikinci Meşrutiyet dönemi ile birliktePadişaha tanınan yetki ve imtiyazlar belli esaslara bağlanarak doğrudan doğruya Kanunu Esasi ile sınırlandı.Padişahın özgürlükleri keyfi olarak kaldırması ve sürgün yetkisi yok edildi. Kişi dokunulmazlığı güçlendirildi,anayasaya haberleşmenin gizliliği ve toplanma özgürlüğü esasları eklendi.
İnsanlık tarihinde önemli mücadelelerle elde edilmiş bu haklar, iktidarların keyfi ön koşullarına tabi şekilde uygulanmak üzere kazanılmadı tabi ki.
'İLERİ DEMOKRASİ'DEN 'DAHA GÜÇLÜ İNSAN HAKLARI'NA
Erdoğan açıklamasında, amaçlardan ilkinin "daha güçlü bir insan hakları koruma sistemi" olduğunu söyledi. "Buradaki hedefimiz, insan haklarına dayalı bir hukuk devleti anlayışının daha da güçlendirilmesidir. Mevzuat ve uygulamayı bu doğrultuda düzenli olarak gözden geçirecek ve gerekli tüm tedbirleri alacağız” diyor.
Bu şekilde de “daha da…” ile başlayan cümleler kurduklarında, ele aldıkları konu her ne ise, onun altını daha da boşaltacakları kaygısı oluştu toplumda. “Bırakın ‘dahada’sını, şunun orijinal haline razıyız” deseniz de olmaz, illa daha dahası!
İnsanlığın eriştiği ve evrensel demokrasi ile yetinmediler, “daha ileri demokrasi” dediler, o günden bu güne demokrasimizin ne hale getirildiği ortada!
İnsanlar “daha güçlü” olanından vazgeçti,sadece anayasada ve imzalanmış uluslar arası sözleşmelerde yazan temel haklarının uygulanmasını talep ediyorlar. Onlar, “daha da güçlendirilmiş insan hakları ve hukuk” diyor.
Toplum öncelikle yazılı mevzuatın ayrıcalıksız, adil ve politik etkilerden bağımsız uygulanmasını talep ediyor. Onlar ise hala “mevzuatı düzenli gözden geçirmekten ve ek tedbirlerden” bahsediyor.
Açıklamada Erdoğan “Yargıdaki unvanlı görevler için kıdem şartı aranacak” diyor. Toplum “Yargıtay’da bir gün çalışmamış üyeyi Yargıtay üyelerine talimatla seçtirip hülle ile AYM üyeliğine atamasaydınız samimiyetinize daha çok inanacaktık” diyor.
Toplum, “yargıya açıktan veya örtülü talimatlar verilmeseydi, Cumhurbaşkanına hakaretsuçundan2014-2019 arası dönemde 129 bin kişi hakkında soruşturma yürütülmeseydi bu dediklerinize belki inanabilirdik” diyor.
Ekonomide, hukukta, insan haklarında; konu her ne olursa olsun, iktidarın büyük ve iddialı başlıklarla ortaya koyduğu tüm “eylem planları”nın altlarının tümüyle boş olduğu ve uygulanabilir olmadıkları kuralı bir kez daha doğrulanmış oldu.