Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın 24 yıllık iktidarı, Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki cihatçı grupların Şam’a ilerlemesiyle 8 Aralık 2024’te sona erdi.

Zaten 13 senedir savaş halinde olan Suriye daha da karanlık bir döneme adım attı. Sınırımızdaki bu belirsizliklere ve yeni bir şeriat devletinin kuruluyor olmasına iktidar çevresi çok seviniyor. Öyle ki, onlarla birlikte sevinmemek “diktatörlükten yana mısınız” denilerek neredeyse suç sayılacak.

Suriye’deki sonu öngörülemez gelişmeleri kaygı ile izleyen insanların çok haklı nedenleri var. Daha çok Irak’a benzeyen Suriye’deki durum Müslüman coğrafyada daha önce yaşanan deneyimlerden daha vahim.

Arap baharı sonrasında bazı Ortadoğu ülkelerinde iktidara gelen Müslüman Kardeşler kökenli siyasi oluşumların ülkelerini, kendilerinden önce var olan otokrat yönetimlerden çok daha kötü durumlara getirdikleri görülmüştü. Kısacası, selefi cihatçı ve/veya İslamcı iktidar dönüşümlerinin dünya üzerinde (demokrasiden vazgeçtik!) halkına huzur ve refah getirdiği tek bir ülke örneği dahi henüz görülmedi.

SURİYE DEVRİMİ BAŞARILI OLABİLİR Mİ?

Dünyada yaşanan benzer deneyimlere bakıldığında, HTŞ lideri Golani (Ahmet el Şara) liderliğinde Suriye’ deki yeni oluşumun başarılı olup olamayacağı sorusu akla geliyor.

Bilindiği gibi Arap baharı sonrasında İslami hareketler iktidara geldiklerinde başarılı olan bir deneyim görmedik. Suriye’deki HTŞ iktidarı ülkeyi yeniden inşa edebilir mi, farklı etnik ve dini grupları bir arada tutabilirler mi, ülke halkına barış, huzur ve refah getirebilir mi acaba?

Arap baharı sonrasında en çok bilinen iktidar dönüşümlerinden birisi olan Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü Mübarek rejimini yıkmış ve 2012’de seçimlerinde Muhammet Mursi’yi işbaşına getirmişlerdi. Bir yıl sonra Genel Kurmay Başkanı Sisi’nin darbesi ile Mursi alaşağı edilmiş, altı yıl sonra da cezaevinde ölmüştü.

İslamcıların işbaşına geldiği bir diğer örnek de Tunus olmuştu. 2011 Mart’da Tunus’ta başlayan ve “Yasemin Devrimi” denilen eylemler tüm dünyada “Arap baharı” olarak anıldı. Tunus’ta otoriter lider Zeynel Abidin Bin Ali’nin gitmesi sonrasında yapılan seçimlerde “Müslüman demokrat” Raşit Gannuşi liderliğindeki Nahda hareketi diğer muhalif oluşumların işbirliği ile iktidara geldi. Fakat ülkede işler hiç iyiye gitmedi, bir sonraki seçimlerde Nahda’nın oyları eridi ve ikinci parti oldu. Ardından da Tunus’ta bir tür sivil darbe yaşandı, Nahda yasaklı duruma geldi ve İslamcı iktidar tümüyle yok oldu.

Tunus’ta ve Mısır’da başarılı olamayan İslamcılar Suriye’de mucize yaratabilirler mi? Diğerlerine göre çok daha çetrefilli toplumsal yapıya sahip olan Suriye’nin huzur ve barış içinde yönetilebileceğini düşünmek için şimdilik fazla emare yok.

KUCAKLAYICI OLMAYAN SİYASET ÜLKEYE HUZUR GETİREMİYOR

Mısır ve Tunus örneklerinde de görüldüğü gibi, eski ve köklü geçmişleri de olsa İslamcı iktidarlar halkın geniş kesimlerini kucaklama ve kapsama yoluna gitmiyor, diğer farklı görüşleri dışlıyor ve sadece kendi anlayışlarını dayatıyorlar.

Suriye’de iktidarı ele geçiren radikal İslamcı örgüt HTŞ, Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Tunus’taki Nahta’ya göre çok daha yeni bir oluşum. Üstelik HTŞ aşırı radikal cihatçı el Kaide’den türemiş, katı selefi-sunni bir örgüt ve dayandıkları toplumsal kesim oldukça sınırlı.

İdlip’de varlığını koruma mücadelesi veren HTŞ’nin hiçbir engelle karşılaşmadan Şam’a yürüme ve iktidarı kucağında bulma başarısının sebebi dayandığı toplumsal kesimler değil. Suriye toplumunun yaklaşık yarısı suni Arap, ancak diğer yarısı Arap Alevi, Kürt, Süryani, Ermeni, Çerkez ve diğer etnik-dini gruplardan oluşuyor. Üstelik suni Müslümanların önemli kesimi seküler hayat tarzını benimsemiş olan üst ve orta sınıflardan oluşuyor.

HTŞ’nin bugün ulaştığı başarı tüm bu toplumsal kesimlerin desteklerinden kaynaklanmıyor. Golani bu başarısını, uluslararası konjonktürdeki değişimler sonucunda [müttefikleri Rusya, İran ve Hizbullah’ın destek verememesi sebebiyle] önündeki engellerin tümüyle yok edilmiş olmasına borçlu.

TOPLUMSAL FARKLILIKLARI İNANÇLAR ÜZERİNDEN TANIMLAMAK İÇ BARIŞI BOZAR

Golani açıklamalarında farklı din ve mezhep mensuplarına saygılı olacağı vaadi veriyor. Ilımlı ve eşitlikçi bir yaklaşım görünümü veriyor olsa da Golani’nin bu vaadinin tüm toplumsal kesimleri mutlu etmeyeceği çok açık. Çünkü bu beyanlara göre ülke insanlarının farklılıkları sadece din ve mezhepleri üzerinden tanımlanmış oluyor. Bu yaklaşım, bir dine mensup ama dindar olmayanların inanç dışı değerlerini, haklarını ve özgürlüklerini kapsamıyor, dışlıyor.

Üstelik HTŞ’nin toplumsal tabanı olan Sünnilerin tümü İslamcı olmadığı gibi, muhafazakâr da değiller. Örneğin Sünni ailede doğan erkeğin oruç tutmama ve Cuma’ya gitmeme, kadınların örtünmeme özgürlükleri korunabilecek mi?

İSLAMCILARIN MEŞHUR ‘TAKİYE’SİNİ SURİYE’DE DE GÖRÜYORUZ

Türkiye gibi Suriye de sadece din ve mezhep çeşitliliği değil, hayat tarzı çeşitliliği de olan bir ülke. İnanç kıskacına alınmış ve özgürlükleri ancak inançlarını yaşama hakkı ile sınırlandırılmış insanlar Şer’i bir iktidarın hüküm sürdüğü ülkede mutlu ve huzurlu olabilirler mi? Bu çerçeveden bakınca, İslamcılar dışındakilerin Suriye’deki gelişmelere sevinememesi gayet anlaşılır değil mi?

Cihatçı ve savaşçı kimliğini devam ettirmekle Batı’yı karşısına alacağını ve iktidarını sürdüremeyeceğini bilen Golani de başlangıçta meşhur “takiye” yöntemlerine başvuruyor, “sivil” bir görünüm vermeye dikkat ediyor. ‘Dereyi geçene kadar’ temkinli açıklamalar yapan dünün sert Cihatçısı Golani’nin bu ılımlı tutumunun çok uzun süreli olmayacağını düşünenler çoğunlukta.

ŞERİAT TOPLUMSAL EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK VE ADALETİ SAĞLAYABİLİR Mİ?

Bir ülke içinde farklı etnik, dini ve mezhepsel toplulukların bir arada huzur ve barış içinde yaşamaları; ancak uzlaşma ve karşılıklı anlayış ile mümkün olmaktadır. Daha kalabalık veya güçlü olan toplumsal bir gurubun diğerlerinin hak ve hukukunu tanımadığı toplumda barış ve huzur olabilir mi?

Cihatçı HTŞ’nin Suriye’de vereceği zor sınavı aşabilmesinin baş koşulu, ülkedeki değişik etnik ve dinsel grupların en azından sayıları ve güçleri oranında yönetime dâhil edilmesi ile mümkün olacaktır.

Şimdilik toleranslı görünüm vermeye çalışıyor olsalar da, dünün cihatçıları bugün farklı toplumsal ve inançsal grupların eşitliğini, temel özgürlükleri ve kadın haklarını içlerine sindirmeleri çok zor değil mi? Uzlaşma ve katılıma dayalı yönetim anlayışı İslamcı hareketlerin doğasına pek uygun görünmüyor ve dünyada böyle bir deneyime şu ana kadar tanık olmadık.

“Hak alınmaz, ancak verilebilir” anlayışı ile değişik toplumsal kesimleri yönetime dâhil etmeden, sadece kendilerinin uygun gördükleri nispette (lütuf mahiyetinde) bazı hakları sunarlarsa toplumsal barış sağlanabilir mi?

TÜRKİYE BÖLGEDE LAİKLİĞİN DEĞİL AMA İSLAMİ DEVRİMİN HAMİSİ OLDU

Bir İslam toplumunda medeni-insani demokratik standartları iyi-kötü yakalamayı başaran tek tarihsel örnek Atatürk Türkiye’si olmuştu. Bu kazanım da laikliğin anayasanın temel esası haline getirilmesiyle mümkün olmuştu.

Bu tarihsel başarısını benzer Ortadoğu toplumlarına model olarak benimsetmekte Türkiye yeterli çabayı hiçbir zaman göster(e)medi, laikliğin bölgesel hamisi olamadı. Tersine, Cumhuriyet devriminin özü olan laikliğe kökten karşı İslamcı hareketler bölgemizde ısrarla desteklendi ve bunun sonucu da Suriye’de alınmış gibi görünüyor.

Radikal İslamcıların Suriye devrimini gerçekleştirmelerinde “oyun kurucu ve etkin ülke” rolünü heyecanla üstlenen iktidarımız, burada gelişecek ve ülkemizi de etkileyecek tüm bölgesel olumsuzlukları da şimdiden üstlenmiş olduğunun umarız yeterince farkındadır.

Şimdilik iyi gidiyor gibi görünen gelişmeler ve başarı (özellikle Trump’ın meşhur takdiri sonrası) Erdoğan’ın hanesine yazılıyorsa, Suriye’de bir süre sonra yaşanabilecek ve batıyı olumsuz etkileyecek gelişmeler de (örneğin IŞİD’in yeniden palazlanması gibi) Erdoğan’ın hanesine yazılacak. Bu yüzden, yaşadıkları hesapsız iyimserliğe şimdiden biraz da temkinlilik ekleseler çok daha iyi olacak gibi görünüyor.