Bir önceki “Devlet ilk kez hiç olmadığı kadar ‘özgürlükçü’!” başlıklı yazımda, koronavirüs konusunda bilim insanlarının yönetenlere getirdikleri temel eleştirilerden, Erdoğan’ın 18 Mart’ta açıkladığı tedbir kararlarının kime ne yarar sağladığından, iktidarın bu krizde hiç olmadığı kadar özgürlükçü olması konularından bahsetmiştim. Son yazımda açtığım bu konulara ilişkin sorulara bu yazımda yanıtlar bulmaya çalışacağım.
'SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI' SİSTEMİ Mİ UYGULANIYOR
Erdoğan genel sokağa çıkma yasağı dâhil daha katı tedbirlere neden izin vermiyor? İlk sebep olarak, “sürü bağışıklığı sistemi mi uygulanıyor acaba” diyenler var. Peki nedir bu sistem?
Daha önce İngiltere’nin uygulamaya başladığı (ancak sert eleştiriler sonrası geri adım atılarak katı tedbirlere dönüldüğü) bu yönteme; “sürü bağışıklığı sistemi” deniliyor. Türkçesi, “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” demek bu. Ölümlerin ileri yaşlardaki (yani çalışmayan ve üretmeyen, sosyal güvenlik sistemlerinin baktığı) insanlarda çok daha sık görülmesi de; yaşanan acıların bir nevi tesellisi olarak görülüyor bu anlayışa göre. Bilim insanları, diğer virüslerde olduğu gibi bu pandemide de virüsün er veya geç tüm dünya insanlarının yüzde 60’ı civarına bulaşacağını öngörüyorlar. Alınan sıkı tedbirler virüsün yayılma hızını düşürüyor ve ülkelerin sağlık altyapı sistemlerinin (vakalara müdahale edebileceği seviyeleri aşmamasını) ayakta kalmasını sağlamaya çalışıyorlar. Türkiye’de de üstü kapalı bir “sürü bağışıklığı sistemi” uygulandığını iddia eden bilim insanları da var.
KATI TEDBİRLER ALINAMAMASININ TEMEL SEBEBİ EKONOMİ
Ülkemizde katı tedbirlerin alınmamasının asıl ve en önemli sebebi ise; iyice yavaşlayan ekonominin çarklarının tamamen durmasının olabildiğince ötelenmesi hesapları. Batı dünyasının Çin’den iptal edeceği imalat siparişlerini Türkiye’ye vereceği umudu da vardı. Oysa Çin toparlandı bile ve Batı’da sipariş verecek takat, yakın gelecekte pek görünmüyor.
Ekonomik yapımızın zaten krizde olması, bu korona meselesine en zor anda yakalanan ülke olarak bizi diğer dünya ülkelerinden ayrıştırıyor maalesef. Diğer Avrupa ülkelerinin mali-ekonomik gücü, korona karantinaları döneminde vatandaşlarının temel ihtiyaçlarını ve ekonomik gelir kayıplarını önleyebilecek kapasitelere sahip. Ancak bizde durumun hiç öyle olmadığı, bütçenin iki yakasının bir araya zaten gelemediği ortada.
Bu sebeplerden bölgesel veya genel sokağa çıkma yasakları şimdilik gündeme alınamıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sokağa çıkma yasağı ilan edileceği iddialarıyla ilgili, "Bunlar ABD, Almanya mahreçli FETÖ'cülerin hesapları. Sosyal medyada infial yaratmaya çalışıyorlar" diyordu ilk başlarda. Son günlerde ise bu tür katı tedbirlerin sinyalleri görülmeye başlandı, şehirlerarası otobüs yolculuklarının yasaklanabileceğini bildirdi İç İşleri Bakanı.
Online, yani evden çalışabilecek sektör sayısı bizde çok kısıtlı. İşçilerine maaşlarını ödeyebilmesi ve batmaması için iş yerlerinin büyük çoğunluğunun çalışması gerekiyor. Devlet vatandaşlarına “siz ekonomiyi işsizliği düşünmeyin, o iş bende, siz sağlığınızı düşünün” diyemediği için “sabır ve dua” telkin ediyor. İşverenlere de “kardeşim kapayın işletmeleri, ben zararlarınızı telafi ederim, işsiz kalanlara da destek veririm” diyemediği için ekonomik faaliyetler ve insan hareketliliği büyük oranda devam ediyor, ama bu arada virüsün yayılma hızının arttığını da sağlık bakanı açıklıyor. Rize’nin bazı belde ve köyleri olmak üzere 12 yerleşim yerinde ilk karantina uygulamalarına 27 Mart’ta başlandı bile.
YEDEK AKÇE BUGÜNLER İÇİNDİ
İşte asıl böylesi tarihi nitelikte sıkıntılı dönemlerde kullanılması gereken, devletin bir kenarda ayırdığı bir birikimi olan ve "yedek akçe” denilen bütçeyi devlet bir yasa değişikliği ile hazineye aktardı ve çoktan tüketti. Oysa, Türkiye’nin en sıkıntılı tarihsel dönemi olan 2. Dünya Savaşı sırasında bile yedek akçeye dokunulmamıştı.
Ayrıca, tam da bu günlerde devreye sokulması gereken işsizlik fonunda birikmiş 130 milyar TL’nin büyük kısmı da bütçe açıklarını kapatmak için çoktan harcandı zaten. İktidar ekonomide bırakalım uzun vadeli öngörüler üretip tedbirler almayı, uzun zamandır günü gününe yaşıyor zaten. Bu yüzden bu küresel pandemi krizinden en aşırı etkilenen ülke olacağımızı söylemek hiç de karamsarlık olmayacaktır.
VİRÜS EN ÇOK KÜÇÜK İŞLETMELERİ VURACAK
İş yerlerinin geçici kapanmaları ve tedbirler ilk günlerde birkaç haftalık gibi görüldü, ancak aylarca süreceği gerçeği yavaş yavaş daha iyi anlaşılmaya başlandı.
Bir iki hafta içinde gelirleri sıfırlanmış olan milyonlarca çalışan ve iş yerleri kapanmış küçük işletme sahipleri kişisel temel giderlerini nasıl karşılayacaklar? Kiraların ödenmesi, ısınma, elektrik, su, telefon ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılanamaz duruma gelinecek kısa süre içinde. 35 milyar TL gelir beklenen 2020 turizm sezonu açılmadan kapanmış gibi oldu. Şimdilik işin biraz eğlenceli yönüne bakan, yaşanan bu tarihi günlerden mizah üretmeye çalışan geniş kesimlerin çok yakında feryatları yükselmeye başlayacak gibi görülüyor.
VİRÜS SINIFSAL AYRIM YAPMIYOR MU?
“Virüs insanlar arasında zengin fakir, sınıfsal ayrım yapmıyor” deniliyor ya, bu klişe cümlenin günümüz neo-liberal kapitalist sistem içinde doğruluğu oldukça kuşkulu. Aylarca çalışmasalar da ekonomik birikimi olan, geçim kaygısı taşmayan sınırlı bir kesim için sorun o kadar büyük olmayabilir. Bu tuzu kuru insanlar kendilerini evlerinde çoktan karantinaya aldılar zaten ve virüse maruz kalma riskleri göreceli daha düşük bu kesimin.
Ancak üç-beş gün çalışmazsa ev halkının doğrudan aç kalacağı milyonlar için durum hiç öyle değil. Yani, yoksulların virüse maruz kalma olasılıkları görece daha yüksek. Kısacası kriz yoksulları iki kez vuracak; hem sağlıklarını hem de ekonomilerini. Doğa adil olabilir ama ekonomik ve sosyal yaşam hiç de adil değil doğrusu.
Ülkede resmi rakamlarla 4,5 milyon, ekonomistlerin gerçekçi tespitlerine göre de 7 milyon civarı işsiz var. Bu işsizler ordusunun temel ihtiyaçlarını, ailelerinde çalışanlar sağlıyor. Ülkedeki işsizlere bakan çalışanlar da işsiz kalınca, bu milyonlarca insana kim bakacak, temel ihtiyaçlarını kim karşılayacak? Henüz çok acil görülmeyen asıl mesele işte bu sorularda yatıyor.
Resmi TÜİK rakamlarına göre ülkemizde 20 milyon hane bulunuyor Bunların dörtte biri, yani 5 milyon hanede yaşayan toplam 22 milyon 700 bin kişi başına aylık düşen gelir 1.000 TL’nin altında. Bu ailelerde eve giren gelir yetişkin kişi sayısına bölününce düşen rakam bin liranın altında yani. Asgari yaşam standartlarını sağlamakta zorlanan ve açlık sınırında yaşayan bu ailelerin yakın gelecekleri çok daha kötü olacak.
Sürekli çalışmak zorunda olup korona virüse maruz kalma riskleri en çok olan bu insanlar, virüsün yaşattığı ekonomik krizden de en çok etkilenen kesim olacak. Bu yoksul milyonların önemli kesiminin, iktidarın oy tabanını oluşturduğu da biliniyor. İktidar kendi siyasal tabanını mutsuz etmek, sıkıntıya sokmak ister mi hiç, tabi ki istemez. Ama ekonomik gerçekler ve dağıtılacak bol para kalmaması sebebiyle iktidarın bu geniş kesimlere verebileceği kaynağı çok sınırlı. Bu sebeple yoksul kesimlere verilebilecek tek şey, maliyetleri bütçeyi sarsmayacak şekilde “yaşlılara kolonya ve maske” ve tüm yoksul kesimlere “sabır ve dua” kalıyor!
Belki fazla karamsar bir tablo çizdiğimi düşünebilirsiniz. Ülkemizin bu günkü gerçeklerini gözlemleyen ve dünyada halen yaşanan korona deneyimini takip edenler aslında her şeyi görüyorlar. Ben de aslında herkesin görebileceği gerçekleri alt alta sıralayarak yakın gelecekte yaşayacaklarımızla ilgili öngörülerimi paylaşmaya çalıştım.