Modern çağ, halkın kendi yönetimini belirleme çağıdır. Demokratik cumhuriyet dönemidir. Devleti yönetenlerin sandıkla gelip gitmeleri; kuvvetler ayrılığı ilkesi ve kurumları ile denetimi özümseme şeklidir.

Tarih boyunca halk; monarklar ve hanedanlar tarafından yönetilmiş, ezilmiştir. O nedenle başta dinler olmak üzere ezilen, köle, yoksul, kadın ve çocukların korunması refleksini geliştirmiştir. Mutlaka egemene karşı dinlerle geliştirilen durum; demokrasi, son yüzyolda hukukun üstünlüğü ve laiklik anlayışına dönüşmüş.

Böylece toplumsal barışı sağlanmak; ezmek ve sömürmek yollarını kapatılmak amacı halini almıştır.

Bir inanç öğretisi olarak İslam, aslında insanların bu amaca ulaşmasını ve özümsemesini sağlamak devrimidir. İnsan hakları evrensel beyannamesi anlamına gelen Medine sözleşmesi bunun kanıtıdır.  

Ancak İslam; Peygamber’ini doğup büyüdüğü topraklardan sürgün-hicret zorunda bırakan Mekke müşrik anlayışı tarafından kısa zamanda tersine döndürülmüştür. Kerhen Müslümanlığı kabul eden müşrik Mekke yönetimi temsilcisi Süfyan ailesi; Mekke-Medine’den uzaklaştırılmış; sürüldüğü Şam’da intikam koşullarını ele geçirmiştir. Şam kuvvetleri komutanı ve eyalet sorumlusu olan Muaviye; isyan ederek İslam’da haram olan hanedanlık ve Emevi saltanatını kurmuştur.

Halife Ebubekir zamanında toplatılan ayet levhaları, Peygamber “çarı yarı” ve “vahiy katipleri” inisiyatifinde ve Halife Osman zamanında “Mushaf-Kur’an” haline getirildi. Muaviye; saltanat ve hanedanlığını meşrulaştırmak amacıyla el yazması 5 Kur’an’ı peygamber eşimdeki orijinal yazmaları yakıp yeni Kur’an’lar yazdırdı. Böylece VII. yüzyılın devrimci öğretisi; saltanat ve hanedanlığın otoritesine dönüştürüldü. Köleliği, kadının adsız sayan ve çocuk önemsemeyen müşrik anlayışı ihya edildi.

Kur’an orijinallerinin yakılıp yenilerinin yazdırılması ile başlatılan sapma; günümüzde Suudi Kraliyet Yönetimi tarafından yineleniyor: Basına yansıyan haberlere göre Suudi Yönetimi “300 ayeti değiştirdi” deniyor. Prof. Dr. Emre Kongar bile bir tweet ile duyurdu.

Hanedan ve saltanat için bu durum, zorunluktur.

***

Cumhuriyet ve demokrasi rejimi iddiasında bulunan toplumlarda seçimle iktidar olanlar, iktidar olmanın sihrine kapılıyor. Güç sarhoşu oluyor. Halkın iradesiyle hükümet oldukları halde, aynı yolla koltuğu bırakmamanın hesabı içine girebiliyor.

Muaviye’nin Muhammedi öğretiyi saptırması gibi, günümüz iktidarları da seçim ile demokrasiyi saptırma gayreti içine girebilmektedir. Son somut örnek; ABD Başkanı Donald Trump’un iktidarı bırakmamak için Kongre’ye baskın yaptırmasıdır. Ancak, anayasal kişi ve kurumların demokrasi inançlı direnişiyle başarısız kılındı.

Demokratik yönetimlerde “yasama, yönetme ve yargılama” adlı kuvvetlerin ayırımı; rejimin temelini oluşturur.

Bu kurumların gözü ve kulağı olan “basın” da yazılı, görsel ve sosyal medya olarak DÖRDÜNCÜ KUVVET kabul edilir.

Devletlerin dini yoktur; yuttaşlara karşı görevleri vardır. Demokratik devletin dini de adalettir. Sosyal ve laik hukuk anlayış gereği olarak ADALET kabul edilir. Çünkü vatandaşların çeşitli olan inançları karşısında tarafsız ve eşitlikçi olur.

Basın-medya, demokrasinin olmazsa olmazıdır. Bu da fikir ve vicdan özgürlüğü demektir.

Buna göre; demokratik kurum ve kuralların işlemediği, fikir ve inanç özgürlüğünün bulunmadığı, özellikle adalet kavramının erozyona uğradığı bir yönetimi demokratik kabul etmek olanaklı değildir.

Peki, ülkemizde olup bitenlere bakarak ne denmeli?

***

Demokratik devlet amaç ve görevlerinin en önemlisi; siyasetin mabede, mektebe ve kışlaya girmesini önlemektir.

Demokratik ve adil devletin hükümeti; her inançtaki yurttaşın özgürce inancını yerine getirme koşullarını sağlamak zorundadır.

Tam bir yansızlıkla her yurttaşın can ve mal güvenliğini sağlar.

Böylece toplumsal barış ve güven sağlanır; gerçek “milli birlik” pekişir.

Yazık ki devlet direksiyonuna oturmuş siyasal iktidar, bu olguların uzağında görülüyor!

Sanki 12 Eylül darbesi öncesindeki gibi “kaotik ortam yaratılmak isteniyor.”

Son dönemde siyasetçi ve gazetecilere yöneltilen; giderek doksanlı yılların fail meçhul olayları haline alan fiiller; maalesef kaygı ve karamsarlık getiriyor.

6 Ocak 2021 günü Resmi Gazetede yayımlanan bir yönetmenlik, bu karamsarlık ve kaygıları yükseltiyor!

Yönetmenlik, Ordu (TSK) envanterinde olan ağır silahların gereğinde kolluk kuvvetlerine devredilmesini sağlıyor.

Nedendir?

Silahlı Kuvvetler-TSK, sınırları korumak ve dış saldırılara karşı durmak, harp yapmak imkan ve kabiliyeti ile teçhiz edilip donatılır. Harp için gereken her türlü ağır silahlar ile sınırları korumanın zinde gücü olarak teşkilatlandırılmıştır.

Ama yurt içinde yasal otoriteyi sağlamak, toplumsal huzur ve barışı sağlamak, rutin iş ve işlemleri ifa etmek için “kolluk kuvvetleri” organize edilmiştir. Silahlı güçlerden farklı ve içe dönük şekilde eğitilip donatılır. Harp amaçlı silahlara gerek duymaz.

Zaten gerek duyulan hallerde vali veya kaymakam, Silahlı Kuvvetler desteğini talep eder ve alır.

Buna rağmen Silahlı Kuvvetlerin “imkan ve kabiliyeti” neden kolluk kuvvetleri (polis ve jandarma) emrine verilmeye gerek duyulur?

Anlaşılır değildir!

Dıştan gelecek tehlikelere karşı TSK vareste mi tutulacaktır? Ya da nötreleştirilecek midir?

***

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu; yol kesme ve tecavüz olaylarının yoğunlaşması üzerine,  “ülke, geçmiş zamandaki kaotik ortama çekilmek isteniyor” dedi.
    Peki böyle kaygı ve korku ifade etmekle abratmada mı bulundu?
    Gelişmeler irdelendiğinde, haksız olmadığı görülüyor.
    Çünkü vatandaşlar “eskisi gibi” mal ve can güvenliği kaygısı içine girmiştir.
    İktidardaki koalisyona haklı-haksız olarak fikren muhalefet eden her vatandaş; kapılarının önüne kadar takip edilip öldürmek kastiyle dövülüyor.
    İktidardan yana olmayan kişi ve kurum; “terörist, hain” vb olarak yaftalamıyor.
    Şehit cenazelerinde ana muhalefet liderinin önüne mermi çekirdeği bırakılarak başlanan baskı ve sindirme eylemleri, değişerek ve şiddetlenerek devam ediyor. Bir başka şehit cenaze töreni basılarak aynı muhalefet lideri linç edilmek ve yakılmak istendi.
     Şehit cenazelerine saygı bile duyulmuyor!
     Hem de devleti yöneten sivil ve resmi zevatın gözü önünde bunlar yapılıyor.
     Bu kişilerin sembolü olan yumrukcu; iktidar taraftarlarınca medyada kahraman ilan edildi.
     Hükümet ortaklarının yakın ilgisiyle çıkarılan af ile serbest kalan, “organize suç örgütü mensubu ve eşinin katili” olması nedeniyle mahkum olmuş birinin aynı muhalefet liderine sosyal medya yoluyla hakaret ve tehditleri; ortaklardan birinin “dava arkadaşım” açıklamasıyla sırtı sıvanıyor!  
     Anayasal bir kurumun TBMM’deki temsilcisi olan “ana muhalefet” liderine bunlar yapılırken, herhangi bir vatandaşa neler yapılmazdı ki!
    Bu olasılık, kaygı ve korkuların haklılığını gösteriyor.
    İyi Parti Genel Başkanı; kapısına baskın yapan bir gürüh tarafından tehdit edildi. Hükümet olanlar; “milletvekili de olmayan bu hanımın kaçacağı yer de yoktur” sözleriyle baskını onaylandılar.
    Hükümetin gözdesi olan beşibiryerde müteahhitlerden birinin, “milletin an…na koyarım” demesi yanına kar kaldı. Üstelik okkalı ihaleler ve milyonluk vergi muafiyetleriyle ödüllendirildi!
    2 Ocak 2021 günü Ankara’da bir işadamının 350 bin dolarını gasp edenler halen elini kolunu sallayıp gezmekteler!
    Gazeteci Saygı Öztürk; kolluk kuvvetlerin bağlı olduğu siyasetçi tarafından sosyal medyadaki mesajla “na…suz” ilan ve hakaret edildi.
     Gazeteci Sabahattin Önkibar, meçhul çeteler tarafından yolu kesilerek dövüldü.
     Gazeteci Fatih Portakal, bizzat partili Cumhurbaşkanı tarafından hedef gösterilmesi üzerine mesleği terk etti.
     Yeniçağ Gazetesi Ankara temsilcisi Orhan Uğuroğlu, evinin önünde organize bir çete tarafından yolu kesilerek dövüldü.
     Aynı gün diğer bir çete de Gelecek Parti Genel Başkan Vekili Selçuk Özdağ’ı evinin önünde yolunu kesti; öldürmek kastiyle dövdü.
     Gazeteci Selim Demirağ, Ahmet Takan da yolları kesilerek dövüldüler!
     Bütün bunlar; mal ve can güvenliği olmadığını gösteriyor.
     Kolluk kuvvetleri ile savcıların cevval davranmaması ile çetelerin cesareti artıyor.
     Mal ve can güvenliği sağlamakla görevli kolluk kuvvetlerinin bağlı bulunduğu İçişleri Bakanı; sanki sorumlu başkasıymış gibi, bu durumları yok sayıyor. Kendilerinden yana olmayan herkese “canı cehenneme” şeklinde davranıyor. Fakat iğnenin ucu kendine değince kıyameti koparıyor. Nitekim her ana gibi saygın olan annesine saygısızca dil uzatan densizin biri; hemen bulunmasını, yargı önüne çıkarılmasını azımsıyor. Tutuklamayan savcı Alpaslan Tufan’ı suçluyor, soruşturuyor.
     İktidarın küçük ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise;  gazeteci Elif Çakır, Yıldıray Oğur ve Taha Akyol’u, adlarını belirterek alenen tehdit edip hedef gösteriyor!
    Hani “anamı ağlatan kadı, kadıyı kime şikayet edeyim” atasözü hatırlatılıyor gibi.
    Selçuk Özdağ ve Orhan Uğuroğlu olayından sonra AKP Hükümeti sessiz kalırken, küçük ortak MHP yöneticileri geçmiş olsun bile demeden, suçlamak için adeta sıraya girdiler: Nerdeyse mağdurlar haksız gösterildi; çeteleri yakalamak ve yargılamak durumunda olan savcı bile tehdit edildi.
     Örneğin “Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Teşkilatı” sorumlusu MHP Genel Başkan Vekili Ömer Şanlı şu tehditlerde bulundu: “Alpaslan Tufan neyi amaçlamaktadır?  Savcı Tufan’a benim öncelikle tavsiyemiz hukuka riayet etmesi, devamında da el aleme erkeklik göstereceğim diye boğulacağı sularda kulaç atmamasıdır. Serok Ahmet ve avanelerinin ülkücüler üzerinden popülerlik çalışmasına müsaade edilmeyecektir” denerek adli organ baskı altına alındı.
     Genel Başkan Yardımcılarından Semih Yalçın ise; daha profesörce (!) söylendi: “Toplumda huzur olmadığından, hukuksuzluktan şikayet edenlere bir bakın. Hepsi huzurun düşmanı, kaos ve fesadın tellalı. Taha Akyol ve benzerleri örneğinde olduğu gibi…”
     MHP MYK üyelerinden Murat Kotra da genel yöneticileri gibi sosyal medyada kükredi: “Başsavcı vekili Alpaslan Tufan görevini Adalet Bakanlığından mı alıyor, yoksa Serok Ahmet gibilerden mi? Alpaslan kimin adamıdır? (…) Serok Ahmet de kurtaramaz yani!” dedi. Özdağ ve Uğuroğlu olaylarını ele alacak olan savcılara gözdağı verdi!
     Bütün bunlar; demokrasiye, fikir özgürlüğüne ve sandığa inanmış kimselerin söylem ve eylemleri olabilir mi?
     Mal, can ve fikir özgürlüğü güvencesinin olmadığı yerde demokrasi ve yetkin hükümetten söz edilebilinir mi?
     Partizan anlayıştan kurtulmayan, kendisinden yana olmayan herkesi “hain, terörist” ilan eden, muhaliflere şehit cenazelerine gitmesini bile yasaklayan, muhalif siyasetçi ve gazetecilere saldırı yapılmasını nefret ve hakaret diliyle özendiren yöneticilerin toplumsal huzur ve barışı sağlaması beklenebilir mi?
     G.P. Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Sefer Üstün’ün saptamasını önemsemek gerekir: “Bazı siyasilere yapılan saldırılar gizli tutuluyor. Biz bunların bazılarını bulup konuştuk. İsimlerinin açıklanmamasını özellikle rica ettiler…” diyor.  
     Haksız mı?
     Sadecde demokrasiye değil, Türkiye’ye yazık oluyor!

***

ANAYASA YAPMAK VE AYA GİTMEK

       Partili cumhurbaşkanı; icraattaki başarısızlıkları yapay gündem maddeleri yaratarak üstünü ustalıkla örtüyor.
       Hiç uymak istemediği, 19 kez ve 105 maddede değişikleri yaptığı Anayasa ile “aya gidiş”  ütopyası ortaya attı.
       Ekonomik çöküntünün erittiği oylarını konsolide edebilmek için; muhalefete ağır töhmetler yönelterek gerilim yaratıyor.
       Sanki gerçekten demokratik bir Anayasa istiyormuş gibi muhalefetin çabalarını gözden düşürüyor. “Cumhur ittifakı” karşısında giderek güçlenen “millet ittifakı” yükselişini önlemeye çalışıyor.
       Oysa toplumu kucaklayacak bir sivil ve demokratik Anayasa yapmak için, bir “kurucu meclis” zorunludur. Bunun bilinmesine rağmen Anayasa tartışması açmanın elbet bir nedeni vardır.
      Bize göre bu hamle ile iki amaç gerçekleştirilecektir. Birincisi; Cumhur İttifakı’nı samimi bulmayarak öneriyi kabul etmeyecek olan Millet İttifak’ını “ferasetli cahil” kitleye çirkin göstermektir. İkinci ise; eğer bir ortak çalışma gerçekleşir ve bir tasarı hazırlanırsa, bütün partilerin eşit sayıdaki üyesinden oluşan bir komisyonda geçirip TBMM genel kuruluna getirmek; burada verilecek önergelerle komisyondan geçen şekli AKP-MHP çoğunluğuyla istekleri doğrultusunda kabul ettirme emrivakinin sağlanmaktır.
      Muhalefet, bu olasılıklar nedeniyle partili Cumhurbaşkanı’nı samimi bulmamaktadır.  
     Çünkü AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan; Anayasa ve teamülleri zorlayarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilebilmenin hesabını yaptığı anlaşılıyor. Öyle olmasa, 2015 seçim öncesi TBMM’de oluşturulan Anayasa Komisyonu tarafından uzlaşılan maddeleri şimdiye kadar kabul eder; muhalefetin güvenini kazanırdı.

***

Diğer konu olan “aya gidiyoruz” açıklaması ise; tamamen çözülmekte olan tabanını heyecanlandırmak amaçlıdır. Zira Türkiye’nin gündemden düşmeyen ekonomik iflas koşullarıyla milyarlarca dolar gerektiren bir maliyetin karşılanamayacağını çocuklar bile görüyor.
    Dünyada uzay çalışmaları, 1959 yılında başlamıştı. Amerika ile Rusya, amansız bir rekabet sonucunda uzaya birçok roket göndermeyi başardı.
    Amerika, Ay’a ilk hayvan gönderdi.
    Rusya da ilk insanı gönderdi.
    Çin, ilk bitki yetiştirmeyi gerçekleştirdi.
    Her birinin milyarları bulan devasa bütçeli Uzay Merkezi vardır. Çin ile Avrupa Birliği de Uzay çalışmaları için Uzay ajansları kurdu. Çin; Amerika ve Rusya’yı yakaladı.
     Bizde ise, Osmanlı’nın son dönemlerinde bir astroloğun özel çabasıyla kurulan rasathane, “uğursuzluk getirdi”  gerekçesiyle Kabataş civarında gemilerden atılan toplarla yerle bir edilmişti.      
     Şimdi ise; Bursa’nın Tiryeli köyünden gelip Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olan ve ABD Terinnesse Üniversitesi’ne giden İsmail Akbay sayesinde ancak bir Uzay Kampına kavuşmuş durumdadır. İsmail Akbay; İkinci dünya Savaşı sırasında ABD’ye sığınan Alman roketbilimci Wernher von Braun tarafından  Marşall Uzay Merkezi’ne alınan NASA’daki ilk Türk’tür. 1969’da Ay’a inen APOLLO’nun proje ekibi mensubudur. Bir öğretmen çocuğu olan ve Galatasaray Lisesi’nden sonra Amerika’ya giderek Kaliforniya Berkleey Üniversitesi’nde inşaat mühendisi olarak mezun olarak İzmir’e dönen işadamı Kaya Tuncer ile 2000’lerde Türkiye’de “Uzay Kampı” kurdu. Dünyada Amerika’dan sonra kurulan ikinci kamptır.
    20 yıldır iktidara olan AKP Genel Başkanı, İzmir’de ikincisi kurulmuş olan bu Uzay Kamplarını önemsememişken ve bir Uzay Merkezi kurmamışken birdenbire “Ay’a gidiyoruz” söyleminde bulunması; politik söylemle sınırlı olduğu şeklinde kabul görmektedir.