CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu muhtarlar ile 15 Eylül günü yaptığı toplantıda konuştu. Kurum olarak muhtarlığın etkin ve işlerli olmasına yönelik düşünce ve önerilerini anlattı. Birer vaatten öte, çağdaş demokratik toplumun layık olduğu öneriler sıraladı.

Gerekli ve yerinde olan bu önerilerin birisi, bana göre, uzun vadede sakıncalar yaratabilir. Öngörülerime göre irdelenmeye muhtaçtır:

Muhtar ve muhtarlık bir siyasi kimlik sahibi mi olmalı?

Elbette hayır.

Peşinen söylemek gerekirse, oldukça tehlikeli olacaktır.

***

Kılıçdaroğlu özetle; “muhtarlar da milletvekilleri, belediye başkanları, il genel ve belediye meclis üyeleri ile cumhurbaşkanı gibi halk tarafından seçiliyorlar. Üstelik halk, milletvekili seçerken kişiye değil, partilerin sunduğu bir listeye oy veriyor. Oysa muhtarlık seçiminde belli ismi tercih ederek oy veriyor.

Oy ve halk iradesi bakımından çok daha anlamlıdır.

Ama örneğin, köy ve mahalledeki dar gelirlilere yapılacak yardım konusunda muhtarlar karar sahibi yapılmıyor. İmar durumu ve emlak vergileri hakkında muhtarların oyuna gerek duyulmuyor. Çünkü liste halinde seçilen parlamenterler veya belediye seçilenleri kararlara katıldığı halde muhtarlara yasak edilmiştir. Karar süreçleri dışına çıkartılmışlar. Siyasi yasaklı sayılmışlar.

Halbuki mahalleyi en iyi bilen, yardıma muhtaç olanı, imar durumunu veya emlak vergisi düzeyini en iyi bilecek olan muhtarlar ve ihtiyar heyetleridir.

Üstelik muhtarlıklara, resmi tebligatların yapılması konusunda da bir angarya yüklenmiştir.”

***

Sosyal devlet ilkesi yerine “himmet devleti” ilkesi uygulayan anlayışın demokratik düşünmesi zaten beklenmez.

Kılıçdaroğlu, gerçekten de son derece demokratik ve seçimle uyumlu olan önerilerde bulundu. Ancak muhtarların etkinliğini ve katılımcılığını sağlamak istenirken onların bir siyasi parti üyesi konumuna getirilmesinin yarardan çok zarar getireceğini de unutmamak gerekir.

Tıpkı Cumhurbaşkanının tarafsız olmaktan çıkarılmasında olduğu gibi sorunlar getirecektir.

Bir muhtarın etkin ve katılımcı olması; onun tarafsız ve bağımsız olmasını gerektirir. Siyasi görüşünü öne çıkarmamak, farklı siyasi görüşlere aynı mesafede olmak anlayışında olmalıdır. Zira bir siyasi parti üyesi olarak seçime girmediği için, değişik siyasi görüşlere sahip olan halkın, onu partiler üstü, ya da siyaset üstü kabul ederek oy verdiğini bilmelidir. Bu özelliğiyle vatandaşın siyasi kimliğine göre ayırım yapmayacağı inancını verecektir. Çünkü çeşitli partilere üye veya sempatizan olan yurttaşların, karma olarak kendini seçtiğinin farkında olmuş olur. Bu inançla partizanlık, ayırımcılık veya taraflılık yapmaz.

Geleneksel ve demokratik anlayışımıza göre devleti Cumhurbaşkanı temsil eder. Çünkü her türlü siyasi görüşün üstünde kalarak bütün yurttaşları aynı samimiyetle kucaklar. Bu da birlik ve bütünlüğü sağlar. Bütün partilerin de, hükümetlerin de “başı” veya “ita amiri” kabul edilir. O takdirde hem her parti ve hem her yurttaş, o tarafsız cumhurbaşkanının otoritesini gönüllü olarak kabul eder.

İllerde valiler, ilçelerde kaymakamlar, köy ve mahallelerde muhtarlar, yurt dışında ise büyükelçiler; böylesi bir devlet başkanını temsil ederler. Partizanlıktan uzak ve inandırıcı olmalarını gerekli görürler.

12 Eylül darbesi öncesinde yerel yönetimlerin güçlendirmek istem ve önerileri öne çıkmıştı. Bu da “antimiliter” ve “vesayet” tartışmalarını gündeme taşımıştı. Demokrasinin yerelleşmesinin merkezi idare denetiminin zayıflaması oranında gerçekleşeceği savunulmuştu.

Yazık ki bu tartışma ve beklentiler; “12 Eylül” ve daha sonra da “partili cumhurbaşkanı” yapılarına yol açtı.

Yağmurdan kaçmaya çalışılırken doluya yakalanıldı!

Darbe yönetimi ile merkezi otorite güçlendi.

Beklenti ise, seçim sandığının ve yerel inisiyatifin güçlendirilmesiydi.

Ne var ki “atı alan Üsküdar’ı geçti” emrivakliğiyle partili “cumhurbaşkanı sistemi” denilen bir kişi merkeziliği getirildi. Kurumsal vesayet, kişisel vesayet haline dönüştü. Devletin başı olan siyasi kişilik, doğası gereği siyasi tartışmalara yol açtı. Tarafsız ve tüm yurttaşları kucaklaması konusunda kaygılar çoğaldı. Siyasi parti genel başkanlarından belediye başkanlarına kadar ayrımcılık ve partizanlık yapıldığı kanısı yaygınlaştı.

Valilerden kaymakamlara kadar, devlet görevlileri partili cumhurbaşkanı partisine göre tavır alır oldular.

Nitekim halk sağlığını tehdit eden Covid-19 aşısı karşıtlarının miting talebini karşılamayan Maltepe Kaymakamının başka yere atandı. Valiliğin aşı karşıtı gösteriye izin verdiği ortaya çıktı. Tıpkı “hak arama” toplantı ve gösterilerine izin vermeyen, kapalı mekanlara HES kodu kontrol edilmeden girişi yasaklayan idare, ağızların da alınlar gibi secdeye geldiği camilere girişi kontrolsüz bırakmanın siyasi tercih olması gibi.

Ya da her olay karşısında siyasi bir figür gibi laf yetiştiren Diyanet İşleri Başkanının bu konuda bir tedbir önermemeyi tercih etmesi gibi!

Muhtarlığın siyasileştirilmesi de böylesi bir kanının mahalle ve köylere de yerleşmesine neden olacaktır.

Ancak muhtarlık kurumu, sosyal devlet ilkesini ifa etmelidir. İmar ve emlak vergisi dahil, mahalle sorunlarının belirlenip çözülmesinde katılımcı ve etkin olmalıdır. Siyasi değil görevin gerektirdiği etkinlik ve katılım yapacaktır. Ki bu da çok gereklidir.

Dolayısıyla, kaş yapayım derken göz çıkarılmayacaktır.

***

İkinci dünya savaşından sonra Türkiye’de çok partili sisteme geçildi. Birden fazla partinin katıldığı ilk seçim, 1946 yılında yapıldı. O güne kadar yapılan seçimler (kurtarıcı ve kurucu iradenin kurumlaşma hali olan) bir partinin kendi içinde belirlediği aday listesinin halkın onayına sunulması anlamını taşıyordu. Parti üyeleri, aynı zamanda da bürokratlar idi. O nedenle demokratik süreci başlatan cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye rağmen sandık hileleri yapılmış; seçim gölgelenmiş. Bu da demokrasi tarihimize “tek parti uygulaması” şeklinde ifadesini bulmuştur.

“Tek parti” milletvekili ve başbakanı olan bazı kimseler (Bayar, Menderes, Köprülü vb); ayrılarak ayrı parti kurdular ve 1950 seçimiyle iktidara geldiler. Ama iktidar olan bu yöneticiler, “tek parti” anlayışını bırakmadıkları için; ayakta durmaya çalışan demokratik yapının “27 Mayıs” hasarına uğrattı!

Tuhaf olan; 1950’den elli iki yıl sonra “tek parti” eleştirisiyle iktidara gelen bir yeni partinin; uzayan iktidar sürecinde eleştirdiği anlayışın içine girmiş olmasıdır.

“Laik ve sosyal hukuk” devleti anlayışı yerine; mütedeyyin halkın manevi duyguları istismar edilerek “himmet” devleti anlayışını yerleştiriyor. Diyanet İşleri Başkanının, diğer genel müdürlüklerden farklı olarak her vesileyle halkın karşısına çıkarılması, “himmet devleti” anlayışının kalıcı kılınması amacını taşımaktadır. Şahıs himmetiyle kitleler, vefaya-biate sürüklenmektedir. Bunun sonucu demokratik cumhuriyetin güçlenmesi değil, teokratik cumhuriyeti getirmek olacaktır.

***

Osmanlıcılık edebiyatı içinde olanlar; Osmanlı Devleti’nin gerçek tarihini ya bilmiyorlar. Ya da “himmet devleti” anlayışını yerleştirmek için çarpıtıyorlar.

Çünkü Osmanlı Devleti, hanedanın selameti ve devamlılığı için “sosyal devlet” olmayı değil, “himmet devleti” olmayı tercih etmişti. Bu nedenle şeyhülislamlık kurumu, telkin ve fetvasıyla halkın biat etmesini sağlanmıştı. Bunun karşılığında din hizmetleri görevlileri, “ruhban” imtiyazları elde etmiş; saraydan sonra en müreffeh gurup olmayı başarmışlardı.

Sultan II. Abdülhamit’in kerhen gerçekleştirdiği seçimle oluşan Meclis-i Mebusan devamlı ve işlevli olamadı. Meşihat kurumu halkın oyu ile gelenleri sindiremedi.

Fakat bu durum, devletin iflasa sürüklenmesini önlemedi.

Örneğin Mora yarımadasında 17 Mart 1821 tarihinde başlayan Rum isyanı; 7 Mayıs 1832’de Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla sonuçlandı. Avrupalıların aralamasıyla yapılan barış anlaşmasına göre Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş tazminatı ödemesi kabul edildi.

Ancak Yunanda ödenecek para yoktu. Hamisi olan İngiliz ve Fransızlar, Londra’da ofisi bulunan Rothschild ailesinden yüzde 5 faizle alınıp ödenmesini sağladı. Ofisin başındaki oğul Nathaniel Rothschild; elinde poliçe ile 1834’te İstanbul’a geldi. Ancak ödemeyi yapmak için yol masrafı olarak 150.000 kuruşun mahsup edilmesini istedi. Doğan anlaşmazlık, Sultan II. Mahmut’un onu huzuruna kabul edip “nişan” ve “mühürler” vermesiyle tatlıya bağlandı.

Aslında Osmanlı Devleti, Kırım savaşı sırasında Tuna kaleleri için gerekli zahireyi sağlamak için Viyanalı Sarraf Stametz’den yardım almıştı. Karşılığı olan 225.000 gulden, Rotschild ailesi Stametz’e vermişti. Bundan dolayı Osmanlı, Rotschildlere borçluydu.

Sultan Mahmut; 24 Mayıs 1834 tarihinde Beşiktaş Sahil Sarayı’nda kızı Saliha Sultan ile Tophane Müşiri Gürcü Halil Rıfar Paşa’nın düğünü yapar. 13 gün süren düğünün masraflarından kaçınılmaz (hem İngiliz Binbaşı Thomas Pardoe ile İstanbul’da düğünü gören Julia Pardoe’nin “The City of the Sultan” adlı eseri ve hem de Dr. Hatice Aynur’un “Saliha sultan ile Müşir Halil Rıfat paşa düğünü sürnamesi” eserleri).

Borçlanma, Osmanlı devleti ekonomisinin iflasına kadar sürer. 1881’de Duyunu Umumiye İdaresinin kurulmasıyla fiilen bağımlı hale gelir. Çünkü ekonomi çöker maliye iflas ederken; saray hiçbir masraf ve gösterişten tasarrufa gitmiyordu.

Osmanlı sikkelerinin değeri de giderek düşüyordu. Nitekim 1808 yılına kadar altın sikkeler 35, gümüş sikkeler 37 kez tağyir (ayar değişikliği yapılmıştır) edilmiştir. Sultan II. Mahmut tahta çıktığında bir kuruşun içinde 5.9 gram gümüş varken; 30 yılık saltanatı sonunda 0.5 grama düşmüştür.[1]

Üretim yerine tüketim için borçlanma anlayışı; 1881’de Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen bağımlı hale getirmiştir. 1881 yılında Avrupalı imtiyazlı ve alacaklı devletlerin kurduğu Duyun-u Umumiye İdaresi, bunun göstergesidir.

Kaldı ki devlet, Ramazan Kararnamesi ile iflasını da açıklamıştır.

Sultan II. Abdülhamit, Rothscild ailesinden biri 6.316.920 ve ikincisi 8.212.340 sterlin olmak üzere toplam 20 milyon 84 bin 189 sterlin borç almış. Silah almak için de borç alınmış. Boğaz’da inşa edilecek fenerler için borç alınmış. Paris Büyükelçiliğini finanse etmek için borç alınmış. Kıbrıs borç yüzünden İngilizlere verilmiş. Yahudilerin Filistin’de koloni kurmalarına razı olunmuş. Mısır, Şam (Beriyyyetüş) ve İzmir gümrük gelirlerine borçlar idaresi el koymuş.

Birinci Dünya savaşı öncesinde Osmanlı’nın toprakları, borçlar nedeniyle Avrupalı devletler tarafından gizli antlaşmalarla paylaştırılmış; Mondros Mütarekesi ile “hasta adam” teslim alınmıştı. 19 Mayıs 1919’da Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkarak İstanbul’da arkadaşlarıyla kurduğu plana göre “Milli MücadeleKurtuluş Savaş” başlatması ile önce Anadolu ve Rumeli toprakları işgalcilerden kurtarıldı. Ardından da Lozan’da hem İstanbul sarayının imzaladığı Sevr Antlaşması yırtılıp çöpe atıldı. Hem de her türlü “kapitülasyonlar (imtiyaz-ı atika)” sona erdirildi. Böylece ekonomik kurtuluş da gerçekleştirildi.

Günümüz iktidarları, özellikle Londra mahkemeleri güvencesi ve döviz garantili ihaleler ile üretim ve istihdama dayalı olmayan gösterişli betoni yatırımlarla Türkiye’yi “Ramazan Kararnamesine” mi götürmek istemektedir?

Himmet ekonomisiyle teokratik yapılanma gerçekleştirmek için mi kurtarıcı ve kurucu iradenin tüm kazanımları ve kişilikleri yok edilmek isteniyor?

O nedenle mi “Milli Mücadele” kavramı kabul edenler (Habertürk ve Sabah) “Kurtuluş Savaşı” kavramını ret ediyor?

Mustafa Kemal veliaht Vahidettin ile Avrupa’yı gezerken “iyi” idi de, Türkiye topraklarını kurtarınca aynı Vahidettin düşman savaş gemisiyle kaçtığı için mi Mustafa Kemal Atatürk “kötü” görülüyor?

Kurtuluş, hem silahlı ve hem de ekonomik savaş ile gerçekleşmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün; “silahla kazanılan zafer ekonomik zaferle taçlanmazsa tam bağımsızlık kazanılmaz” öngörüsü, himmetci müsrifler tarafından anlaşılmak istenmiyor!

Neden?


[1] Soner Yalçın, 15.9.2021 - Sözcü)