Aylardan Aralık, kış mevsimine merhaba desek de, sonbaharın görsel şöleni devam etmekte. İğne yapraklı çam, ardıç gibi ağaçların dışında kalanlar dallarındaki sararmış yaprakları hafif esen rüzgarın etkisiyle dalga dalga savurmaya başlamıştı.
İçişleri Bakanlığı'nın salgın hastalıkla mücadele kapsamında sokağa çıkma yasağı ilan etmesinin ardından insanlar bir telaş, bir korku içerisinde evlerine kapanmış. Bir taraftan salgın hastalıkla nasıl başa çıkacaklarını kara kara düşünüyor, bir taraftan da işsizliğin ve yoksulluğun vermiş olduğu çaresizlik karşısında umutsuzca siyasi parti mensuplarının ve liderlerinin bir birlerine karşı seviyesiz salvolarını izlemekten başka çareleri kalmamıştı.
Ağaçtan dökülen yaprakların bir taraflara savrulduğu gibi sokaklardaki tek tük insanlar da sağa sola savruluyordu. Bunların çoğunun evlere paket servisi yapan kuryeler, kargo çalışanları olduğu üzerlerindeki üniforma tarzı elbiselerden belli oluyordu.
Kısıtlamalara rağmen İstanbul sokaklarında dolaşıyorum…
Sokaklarda garip bir sonbahar hüznü…
Doğanın ölüm sessizliği her tarafı sarmış Allah'tan bazı parklar içerisinde açan sarı çiçekler bir de, çiçekler arasında, yasağa uyulmadığı için 3 bin 150 lira para cezası kesilme tehlikesi olmasa. Cezaya rağmen insanın uzanıp kokusunu içine çekme duygusu, nefes nefes… Hayatın bütün derinliğini, dinginliğini, gizini orada onlarda bulmak var ya… İnsan dalından ayrı düşen her yaprağın hüznünü içinde yaşıyor sanki.
Kış henüz kendisini hissettirmese de güneşin maviye çalan bulutlar arasından yalancı yüzünü gösterip insanın yanaklarını hafiften tatlı bir esintiyle okşaması aşk - nefret ilişkisi gibi. İnsanın içerisini sarmalayıp karışık duygular içerisine sokuyor.
Her ne kadar istemesen de kış mevsimi dönüp dolaşıp kapıyı çalacak. Görüşmek istemediğin bir akraba gibi, Akrabalık ilişkilerinden dolayı uzaklaşamadığın bir yakının gibidir kış. Birde karmaşık bir ilişkide yada tuhaf bir dostlukta olduğu gibi, birbirinizle ilgili birçok şeyden hoşlandığınız gibidir kış.
İstanbul sokaklarında dolaşırken istemeseniz de içinizi bir hüzün, bir garip duygu sarıyor. Bu karmaşık duygular arasında eski Boğaziçi köprüsü yeni ismi “15 Temmuz Şehitler Köprüsü” olan köprü istikametine gidiyorum. Köprü girişinde şerit teke inmiş kısa bir trafik. Ne oluyor birden bu trafik ne diye düşünürken trafik polisleri gözükmeye başladı. Araçtakilere kimlik ve sokağa çıkma izin belgelerinin olup olmadığını soruyorlar. Neyse ki üzerimdeki basın kartını gösterdikten sonra kolayca denetlemeyi geçiyorum.
Köprü üzerinden geçerken boğazın eşsiz güzelliği içerisinde insan büyüleniyor. Bu büyüleyici güzellik içerisinde, köprünün öbür ucuna nasıl geçtiğinizi anlayamıyorsunuz bile.
Kısa bir süre sonra Kadıköy sahile geldiğimde sahil ıssız. Acıkmıştım gözlerim bir iki büfe yada paket servisi yapan açık bir yer aradı. Nafile açık bir yer bulamamıştım. Tekrar Kadıköy Boğa'nın olduğu istikamete doğru araçla yavaşça ilerledim. Ara ara polis arabaları dolaşıyordu. Nihayetinde bir açık yer gördüm. Vitrininde “gel al ve paket servisimiz var” yazıyordu. Arabayla önünde durup restorana doğru bir iki adım attım. Yaklaştığımda sırada birkaç kişi vardı. Bunlardan bir tanesi de polis memuruydu.
Polise yaklaşarak sordum: "sizce bu kısıtlama salgın hastalıkla mücadele için yeterli mi? yine birçok insan fabrikalara ve işyerlerine gidiyor. Sonra Pazartesi herkes sokaklarda olacak, şuan bizim ekmek arası yiyecek bir şeyler almak için sırada beklediğimiz gibi büfe ve lokantalar önünde kuyruklar oluşacak ve aldıkları yiyecekleri oturup yiyecekleri bir yer yok. Bu uygulamalarda eksik bir şeyler var siz ne dersiniz?" Aldığım cevap oldukça düşündürücüydü.
Polis memurunun cevabı “ben emir kuluyum. Bizim verilen herhangi bir emrin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda sorgulama gibi lüksümüz yok. Ben aslında öğretmenim ama atamam çıkmadığı için polis memuru olmaya mecbur kaldım. Sonra pandemiyle ilgili öyle saçma sapan şeylerle görevlendiriliyoruz ki. Bize bu görevleri dikte eden amirlerimiz bile yapılan uygulamaların saçmalığını biliyorlar. Yapacak bir şey yok. Hani derler ya emir demiri keser. İşte öyle kardeşim" oldu.
Sonra restoranın sahibiyle konuşmak istiyorum, adam çekingen. Masrafınız çıkıyor mu diye soruyorum. Adam "yok be kardeşim ne masrafı, ne kira ödeyebiliyoruz, ne çalışan personelin maaşını ödeyebiliyoruz. Sanki salgının sorumlusu biziz. Fabrikalar açık, otobüs, metrobüs, metro ve minibüsler tıka basa yolcu taşıyorlar. Bizim gibi restoran, büfe ve kafelere gelince kapatın. Tamam kapatalım da neyle geçineceğiz, ne yiyeceğiz yüz binlerce restoran, kafe, lokanta çalışanı aç susuz perişan vaziyette. Ne yapacağımızı şaşırdık. Devlet büyükleri bu adil olmayan yasaklar ve uygulamalar yerine başka bir önlem almalı. Madem pandemiyle mücadele edilecek o zaman her tarafı kapatsınlar. Yok, yapamazlar nereden vergi alacaklar. Yazık değil mi bize" diye isyanını sıralarken ayak üstü aldığı ekmek arası döneri yiyen polis restoran sahibine haklısın dercesine tebessüm ederek bakıyordu.
Daha sonra Erenköy’e doğru ilerledim. Maksadım bir iki açık işyeri görürsem pandemi yasaklarının esnafı mali olarak nasıl etkilediğini sormaktı.
Erenköy’de gözümü kestirdiğim bir tekel bayine girdim. Tekelin önünde birkaç kişi vardı. Önce "bir tane bira alabilir miyim" diye sordum. Kasada duran kişi önce beni biraz süzdü. Sonra “alkol satışımız yok” diye cevap verdi. Dedim ki; biraz önce poşet içerisinde verdiniz. Ben böyle deyince de biraz lafı geveleyerek "şey, bizim büfe ruhsatımız var ondan açığız. Normalde tekel bayileri açık olmadığından... Biraz önceki kişi çok eski bir müşterimiz, çok ısrarcı olunca vermek zorunda kaldık" diye savunmaya geçti.
Belli ki kasada duran kişi büfenin sahibiydi. Benim üstelemem karşısında beni polis sanmıştı. Adamı biraz rahatlatmak için kendimi tanıttım. Basın kartımı göstererek gazeteci olduğumu söyledim. Adam iyice rahatladı ve “söylesene be kardeşim ödümüz koptu. Bu nasıl adalet, bu nasıl bir uygulama Migros ve CarrefourSA’da alkol satışı serbest, bizim gibi küçük esnafa yasak. Vergiyi bizden al, büyük şirketlere her türlü kredi ver, vergilerde kolaylık sağla... Bu nasıl bir sistem, hiç mi Allah korkusu yok bunlarda” dedi. Birden konuşmasını kesip dolaptan bir bira alarak uzattı. Sonra da “biliyor musun bölgede yıllardır tanıdığımız polis ve bekçiler var. Diyorlar ki: bizim yapacak pek bir şeyimiz yok, kaymakam şu kadar para cezası kesip getireceksiniz diye talimat veriyor diyorlar. Hey Allah’ım ne günlere kaldık. Devlet yurttaşına para cezası kesmek için memurlarını sokağa salar mı” diyerek durumu özetledi...
Bugünün verileri henüz gelmedi ama... Dün İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Daire Başkanlığı, İstanbul'da 200 kişinin 'bulaşıcı hastalık' nedeniyle hayatını kaybettiğini açıkladı. Sağlık Bakanlığı'nın verilerine göre ise dün tüm Türkiye'de 196 kişi koronavirüs nedeniyle hayatını kaybetti.