28 Şubat’ta, biz tanklar yürüdü zannederken, aslında ne oldu? Askerlerin siyasetin tam göbeğine yerleştiği, önemli bir figür olduğu dönemde, sermaye nasıl el değiştirdi? Kimler kaybetti, yerlerine kimler geldi. O dönemin perde arkasını aralamaya çalıştık!

MUHALEFETİN TESKEREYİ REDDİ, AKP’YE MEŞRUİYET KAZANDIRDI! 
1 Mart 2003 tarihinde teskere oylanırken TBMM’deki milletvekilleri vicdanlarını dinleyebilme rahatlığına sahipti. Grupların aldığı bağlayıcı kararlar yoktu. AKP Hükümeti yeniydi ve dolayısı ile toydu. 1 Mart teskeresinin geçmesi ile şunu elde ederiz gibi strateji olmadığı gibi reddedilmesinin sonrasındaki dengelere dair de, bir çalışmaları yoktu. Bu olayın ardından dönemin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış defalarca Amerika’ya gidip geldi. Pazarlık konusu oldu. Hatta kitaplara konu olan bu pazarlıkların, at pazarlığı gibi 60 milyardı, 80 milyardı gibi geliştiği anlatıldı.  

Gündemdeki, ‘Amerika Türkiye’ye hiç çıkmamak üzere girecek’ iddiaları… 

Bu iddiaları zaten AKP’nin Güneydoğu Anadolu Milletvekilleri, konuyu rahatsızlık içerisinde gündeme getiriyordu. O yıllarda çekiç güç biraz şımarmış Mardin Kaymakamı’nı bir İngiliz yüzbaşısı tokatlamıştı. Amerika’nın gizli ajandası! 

Amerikalılar burada 1 Mart Tezkeresi geçecek diye Mersin ve İskenderun limanlarına gemiler yanaşmış, teçhizatlar indirilmeye başlanmış, söz konusu olaylar yaşanmış, Amerikan birlikleri köylerde dolaşıp tesisler kurmaya başlamıştı. Konuya ilk tepki bölge milletvekillerinden gelmiş ve 1 Mart Tezkeresi için farklı davranma ihtiyacı hissetmiş olmalılar.  

1 MART TEZKERESİNİN SONUÇLARINI AKP ÇOK İYİ DEĞERLENDİRDİ… 
Öncesinde organize görünmemelerine karşın 1 Mart Tezkeresinin sonuçlarını AKP çok iyi değerlendirdi. Siyaseten kendine rakip gördüğü hem asker-sivil bürokrasiyi hem de CHP’yi Batı’nın nezdinde zayıflatabilme konusunda eline çok önemli bir koz geçti. Ve 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinin asıl sorumlusunun onlar olduğunu söyledi.  -asker-sivil bürokrasisi- 

Sadece bir gün önce 28 Şubat’ta yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuya ilişkin herhangi bir tavsiye kararı alınmadığını da biliyoruz. Bunu AKP politik olarak çok iyi işledi. TBMM ekimde açılır açılmaz bu teskereyi geçirerek de bunu tescil etmiş oldu. İşte orada AKP bir strateji izlemeye başladı. 1 Mart’ta da çekincesi olan bütün AKP’li vekiller ekimde ‘evet’ oyu verecekti. Geç kalmış bir ikinci tezkerenin TBMM’den geçirilmesi AKP’ye meşruiyet ve Batı desteğini bir arada getirdi. Özellikle ABD ile ilişkiler konusunda çok önemli bir fırsat getirdi.  

1 MART TEZKERESİ’NİN SONUÇLARI AKP-ABD VE BATI İTTİFAKINI GETİRDİ… 
Tüm bu durumu AKP’nin en azından 1 Mart’tan itibaren görerek, daha planlı davrandığı görüyorum. Ondan sonra şu adımlar atılmaya ve adım adım işler gelişmeye başladı: AKP-ABD ve Batı arasındaki ilişkiler aşama aşama gelişmeye ve test edilmeye başlandı.  Bunlardan en önemlisi, ekim ayındaki ikinci teskereden sonra ABD ve Avrupa Birliği AKP’nin bu meşruiyet arayışını da görerek, çok önemli bir test konusu olarak Kıbrıs konusunu seçtiler. Ve Kıbrıs konusunda yeni bir strateji oluşturuldu.  

BATI’NIN AKP’Yİ İLK TESTİ, KIBRIS! 
AKP, ile kasım ayında görüşüldü. Annan planı olarak bildiğimiz, ‘Birleşik Kıbrıs’ konusu masaya geldi. AKP’nin bu konudaki izleyeceği tavır ve duruşu, meşruiyet arayışında ve Batı ile ilişkilerinde çok önemli bir test alanı oluşturdu. Türkiye’nin bu konudaki değişmez tezlerini AKP ilk defa orada kırdı. Birleşik Kıbrıs meselesi gündeme geldi. Annan planı tamamen destekledi. Rauf Denktaş açıkça ifade edilirse bu konuda devre dışı bırakıldı. Ve Annan planı kabul edildi. Annan planı Türk tarafınca kabul edildi, Rum’lar reddetti. Uygulanamadı ama en azından AKP Kıbrıs politikasındaki değişikliği ortaya koymuş oldu. Bu çok ciddi adımdan sonra ilişkiler bu anlamda devam etmeye başladı. Bu arada AKP mali disiplin ve ekonomideki diğer başarılarını da sürdürmeye devam ediyordu.  2005’te hem İMF hem de AB ile ilgili çok önemli iki olay oldu. 2002 yılında İMF ile imzalanmış olan stand by antlaşmasının üç yıllık süresi doluyordu. AKP buna devam eder mi, derken, İMF ile 2005 ile 2008 yılını kapsayan yeni bir üç yıllık, stand by antlaşması imzalandı.  Bu Türkiye ekonomisi açısından çok olumlu bir referans kaynağı oldu. Türkiye’nin AB müzakereleri 2004 yılı aralık ayında tam üyelik perspektifi ile bir anlamda ödüllendirildi bir anlamda sona erdi. O’da şu. Türkiye, 2005’in başından itibaren müthiş bir ivmelenme kazandı. Türkiye 2005, 2006 ve 2007’de ortalama yüzde 8’lik müthiş bir büyüme gösterdi. Özellikle bu AB’nin yaratmış olduğu ivme ile birlikte, fakat 2004 Aralık ayında Helsinki’de Türkiye ile yapılan tam üyelik müzakerelerinin başlangıcını 3 Ekim 2005’de olacağı ve o tarihe kadar da Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yeni bir adım atması gerekiyordu. Biz ona ek mutabakatlar sağladık. Ama orada o döneme gelirken Kürt meselesinin çok önemli olduğunu düşündüren bir süreç yaşandı. 3 Ekim 2005’de İngiltere bu konuda Tony Blair Başbakanlığı döneminde çok aktif rol oynaması ve ABD’nin desteği söz konusu idi. Haziran ve temmuz aylarında Başbakan Amerika’ya giderek Başkan Bush ile görüştü. Hemen ardından temmuz başında da İngiltere’ye giderek, Başbakan Blair ile görüştü. Üçer, dörder görüşme gerçekleştirildi. Analiz edebildiğim kadarı ile AKP’den Kıbrıs alanında gösterdiği başarının, Kürt meselesinde de gösterilmesi istendi. Bu konuda bir açılım yapması halinde 3 Ekim’de tam üyelik ile ilgili sürecin gerçekleşeceğine dair karşılıklı bir pazarlık oldu.  

“KÜRT SORUNU VARDIR, DEMOKRATİK ÖZERKLİKLE ÇÖZECEĞİZ!”
ABD’nin perspektifinden, Türkiye’nin Büyük Kıbrıs planından sonra, Kürt açılımı ve komşuları ile sıfır sorun sloganlı yaklaşımının ardında, BOP (Büyük Ortadoğu Planı)’daki dengeler ve enerji koridorunun güvenliği konusu, büyük ölçüde BOP içindi. Hem de Irak’ta üç bölüme ayırdıkları Kürt meselesinin çözümü için Türkiye’nin Irak’taki çekincelerini terk etmesi, Kuzey Irak’taki yeni Kürt oluşumunu kabulle, ağabeylik ve iş birliği etmesi ve bunun için de öncelikle kendi içindeki Kürt sorunun çözülmesini talep ettiler. Çünkü ABD ve İngiltere açısından Irak’taki mesele o noktaya gelmişti. Anımsanacağı gibi Başbakan ağustos ayında aniden bir Diyarbakır ziyareti gerçekleştirdi. Demokratik özerklik kavramını da ilk defa orada kullandı. ‘Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır ve bu konuyu demokratik özerklik ile çözeceğiz’, şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklama ile birlikte TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) ile ilişkiler kapalı kapılar ardında çok daha farklı bir mecraya doğru taşındı. Çünkü TSK bu açıklamadan son derece rahatsız oldu. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, hemen bu olayın ardından bölgedeki gelişmelerin Filistin benzeri bir intifadaya doğru gittiğini ve Türkiye’nin bunu kontrol edemeyeceği bir noktaya getirdiği yönünde bir açıklaması oldu. Bu süreçten sonra, Türkiye 3 Ekim tarihinde Türkiye AB ile tam üyelik müzakereleri konusunda Kıbrıs ile ilgili ek protokol imzaladı ve süreç başladı. 2007 yılına gelindiğinde Türkiye’nin gündemine cumhurbaşkanlığı meselesi geldi. 2006 yılına kadar AKP’nin ekonomide getirdiği yoğun performans biraz sekteye uğradı. AKP’den birinin olması konuşulur iken birden 27 Nisan açıklaması oldu. Ardından alınan erken seçim kararı ile 2007 seçimleri AKP’nin daha da güçlenerek süreçten çıkması ile neticelendi.  

Devamı gelecek...