Bir ülkede yozlaşma sıradanlaştıysa, rüşvet artık kamusal işleyişin bir parçası haline geldiyse, orada ortak değerlerden, adaletten ya da vicdandan söz etmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir düzende yalnızca paranın sesi duyulur. Ahlak, sadece nutuklarda ve sözlüklerde anılan bir kavrama dönüşür; ne yaşanır ne de yaşatılır
Yolsuzluk, zamanla yalnızca belli kesimlerin değil, tüm toplumun gündelik yaşamına sızar. Bir işi halletmek için bir zarf, bir torpil ya da bir ‘rica’ gerekir hale gelir. Dürüstlük, ahmaklıkla eşdeğer görülür; adil olmak ise lüks bir tercih gibi algılanır. Ne yazık ki bu düzen içinde büyüyen yeni nesiller, doğru olanı değil, 'iş bitirmeyi' öğrenerek yetişir.
Toplum giderek suskunlaşır. Haksızlığa karşı ses çıkaranlar ya yalnız bırakılır ya da cezalandırılır. Geriye kalanlar ise boyun eğmeyi tercih eder; çünkü başkaldırmanın bedeli ağırdır, susmanın ise çoğu zaman ödülü vardır. İnsanlar bu çarpık düzene alışır. Rüşvetle alınan işler, kayırmayla elde edilen mevkiler, göz yumulmuş hukuksuzluklar artık kimseyi şaşırtmaz. Hatta zamanla bütün bunlar normal kabul edilir, sıradanlaşır, hatta bunları yapmamak garipsenir.
Asıl tehlike de budur: Toplumun vicdanı körelir. Ahlaki çürüme bireysel bir zaaf olmaktan çıkar, toplumsal bir alışkanlığa dönüşür. Göz göre göre işlenen haksızlıklar karşısında omuz silkme hali, toplumu içeriden içeriye çürütür. Herkes birbirine karşı güvensiz hale gelir; ilişkiler menfaat temelli, davranışlar hesaplı olur.
Oysa bir toplumun gerçek gücü, ordusunda, ekonomisinde ya da teknolojisinde değil; adalete, vicdana ve ahlaki değerlere verdiği kıymette saklıdır. Bunlar kaybedildiğinde, geriye sadece gösterişli ama içi boş bir kabuk kalır.
Ve unutmamak gerekir: Eğer bizler susarak bu düzenin bir parçası oluyorsak, en az onu yaratanlar kadar sorumluyuz. Bir yanlışa göz yummak sizi masum yapmaz.