Alevi-Bektaşi geleneğinde bağlamaya “Telli Kuran” denilir. Ozanların o sazla birlikte söyledikleri deyişler, nefesler, düvazimamlar, naatlar, mersiyeler, şathiyeler Kuran’dan ayet gibi görülür. Kutsal sayılan kitaplardaki küresel insanlık mesajları da o deyişlere yansır.

Bu sazı bu anlamda çalanlardan birisi de Musa Eroğlu’dur. Sadece çalmaz, o yaratıcıdır; türküler, deyişler üretmiştir. Geleneğin sesini de günümüze en duyarlı biçimde aktaranlardandır Musa Eroğlu…

Hoşsohbettir. Mey almayı da sever. Esrik anlarında coşar, geleneksel şathiyelerde bulunanlara benzer aşırı şeyler söyler. Bunu da içinden çıktığı ve temsil ettiği çevrenin hoşgörüsüne güvenerek söyler.

Onun bir esrik anında Hazreti Ali ile ilgili söylediği birkaç cümle, Aleviler arasında bazıların köpürmesine yol açtı.

YUNUS EMRE’Yİ LİNÇ EDERLERDİ
Musa Eroğlu’nun Hazreti Ali ile ilgili sözleri batıni Ali’yi değil zahiri Ali’yi anlatıyor. O Ali aslında Alevi Bektaşilerin Ali’si de değil. Ortada 2 (iki) Ali olduğunu, bunlardan Sünni İslam kitaplarında anlatılan Ali ile Alevilerin Ali’sin ilgisinin bulunmadığını özellikle vurgulamalıyız.

Bu konuya girmeden önce, AKP’lilerin havasına kapılarak Musa Eroğlu’nu linç etmeye kalkışan Alevi görüntülü mollalara uyarım olacak. Bu inanç sisteminin özünü hoşgörü oluşturur. Birisi yanlış bir söz söylese bile IŞİD militanları gibi onu yok etmeye kalkışmak, Alevi yaşantısına da felsefesine de uymaz.

Musa’ya saldıran Alevi mollalar demek ki o dönemde olsalar Yunus Emre’yi ipe çekerlerdi. Ne demişti Cennet ile ilgili olarak:

“Cennet cennet dedikleri

Bir ev ile birkaç huri

İsteyene ver sen onu

Bana seni gerek seni”

16. Yüzyıl’da Osmanlı Şeyhülislamı Ebussuud, bu dizeler yüzünden Yunus Emre’yi kafir ilan etmiş ve bunu okuyanların öldürülmeleri gerektiğini hükme bağlamıştı. Hadi dinci Aleviler siz de çıkıp “Halkın kutsal bildiği değere hakaret etmiş, yunus Emre’nin Divan’ını yakalım!” deyin olsun bitsin.

Daha ilerisi de var. 1322’de göçen Yunus’tan 100 yıl kadar sonra Elmalı’daki Abdal Musa Dergâhında yetiştirilen Kaygusuz Abdal, doğrudan doğruya zahri (şekilci) İslam anlayışındaki Allah kavramını eleştiriyor. Öyle bir eleştiriyor ki bugün söylese RTE’nin savcıları hakkında terörist iddiasıyla ağır cezalık davalar açarlardı. Bakın ne demiş?

“Er atasıyla anılır

Falan oğlu filan deyü

Anan yoktur atan yoktur

Benzersin bir p..e Tanrı”

Buyurun, Kaygusuz Abdal Allah’a açıkça hakaret etmiş… Yakın o zaman kitaplarını…

ESRİK ANLARIN ŞİİRLERİ
Türk-İslam edebiyatında bu tür şiirlere şathiyye denilir. Ozanın, resmi din anlayışına, yani şekilci Sünnilik’e karşı çıkmak için söylediği bu sert şiirlere şathiyye denilir. Şathiyyeler yüzünden idama mahkum edilip can verenler veya canlarını kaçarak kurtaran ozanlar vardır.

Şimdi Musa Eroğlu’nu da idam mı edelim?

ONUN ADI, “GÜZEL ALİ”
Alevi geleneğinde ve edebiyatında İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in damadı olan ve yola adını veren Ali’ye asla Hazreti Ali denilmemiştir. Hazret sözü Sünni literatüre özgüdür. Ali’ye, “İmam Ali, Şah, Şah-ı Velayet, Allah’ın Aslanı, Haydar, Haydar-ı Kerarr vb…” unvanlar verilmiştir.

Halk ise doğrudan doğruya Ali demiştir. “Ali yardıncın olsun!” biçiminde dualar edilmiştir. Gerektiğinde de o Ali’ye “Güzel Ali’m” demiştir.

ARABIN ALİ’Sİ DEĞİL
Bu tartışmada gördük ki gerek Aleviler gerekse Sünniler Alevilerin Ali’sini tanımıyorlar. Sünni laik kesimden olanlar, “Arabın Ali’sinden bize ne?” diyerek iterlerken Alevi mollalar da Güzel Ali’yi Kuran üstünden camiye sokmaya çabalıyorlar. Eldeki Kuran’ın Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği ile aynı olduğunu gösteren hiçbir belgemiz olmadığını, bunların üçüncü versiyon olduğunu söyleyip asıl konuya geçelim:

Alevilikteki Ali, Arap tarihlerinde veya sonradan yazılan Şii tarihlerinde anlatılanlardan çok farklıdır. Bu Ali Arap değildir; Türkler tarafından Türkleştirilmiştir. Çünkü, Emevi devletinin kurulmasıyla birlikte Arap sömürgeciler Türk ülkelerini basmışlar, katliamlar düzenleyip büyük soygunlar yapmışlardır. 300 sene boyunca Araplarla Türkler savaşmışlardır.

İşte bu süreç içinde Türkler, o dönemde çok güçlü olan Araplarla savaşabilmek için Arapların içinden kendilerine manevi bir önder aramışlar; Ali ailesini bulmuşlardır. Türkleri katleden örgütlenme, Arabistan’da da Ali ve yandaşlarını katletmiştir.

Böyle olunca Ali, Türkler tarafından talan düzenine karşı direnişin sembolü bir kahraman gibi anlatılmış, hakkında olağanüstü öyküler yazılmış; bunlar yüzlerce sene Alevi cemlerinde dinlenilmiş; toplumsl belleğe kazınmışlardır.. Sadece Alevilerde değil, eski Türk Sünniliği de Ehlibeyt sevgisine dayandığı için Sünni kesim de Hazreti Ali’yi olağanüstü bir kahraman olarak kabul etmiştir. Ali’ye mal eden olağanüstülükler ve iki tondan ağır kılıç, zalime direnişin çok kuvvetli biçimde yapılması gerektiği yönünde bir bilinçaltı eğitimidir. Ezilenlerin, katledilenlerin moral direnişi için böyle olağanüstü kahramanlara ihtiyaçları olmuştur hep. Bunu günümüzün pozitif bilim ölçütleri ile yorumlayarak Musa Eroğlu yanlış yapmıştır.

ALİTANRICILIK VARDI
Kısacası, tarih kitaplarındaki Ali ayrı bir kişiliktir; Türklerdeki Ali ayrı bir kişiliktir. (Bu konuyu ALEVİLİK kitabımızda ayrı bir bölüm olarak işledik.) Özellikle de Alevi Türkler, onu neredeyse bir Tanrı gibi algılamışlar ve hatta bazı ozanlar bunu böyle anlatmışlardır.

Buyurun, 19. Yüzyıl Alevi-Bektaşi ozanı Derviş Ali neler söylemiş okuyun:

“Yeri göğü arşı kürsü yaradan
Men Ali'den başka Tanrı görmedim
Yaradub kulunun kısmetin veren
Men Ali'den başka Tanrı görmedim”

Ali’yi Allahlaştırdı diye bu coşkun ozanımız Derviş Ali’yi de linç mi edeceğiz? Savcılar, “Halkın kutsal bildiği değerlere hakaret etmiş!” diye dava açsın mı?

Anımsatayım ki; geleneksel Alevilikte, Ali’nin halifeliğinden asla söz edilmez; o, kişilerin üstünde olağanüstü bir varlıktır ve aynı zamanda daralan kulların imdadına koşan Hızır’ın bir benzeridir. Buna benzer pek çok özellik Türk Aleviler tarafından Şah-ı Velayet’e yüklenmiştir ve buna da yürekten inanılır. Bu büyütülmüş inanç, Alevilerin manevi gıdası olmuştur. Bu toplum, Ali’yi böyle yüceltip Allahlaştırdı diye de asla gerici olmamıştır…

MUSA’NIN EKSİĞİ
Musa Eroğlu, Orta Çağ halk kültüründe biçimlenen Ali imajını hafife alarak tarih yorumlarındaki zaman-zemin ilkesini çiğnemiş ve hata etmiştir. Halk belleğindeki Ali ile sıradan bir insanı karıştırmıştır.

Okuduğu deyişlerde, nefeslerde ırmaklar gibi çağlayan Ali sevgisinin nedeni hakkında bilgisinin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Alevi Bektaşi inancının bunca baskıya, zulme, katliama karşın yaşamasının bilinçaltı nedenlerinin başında Ali inancı olduğunu anlamamış olması, Musa’nın entelektüel açıdan zayıflığını da göstermektedir.

Buna karşın, o sözleri yüzünden Musa Eroğlu’nu Sünni engizisyon mahkemesinde yargılatmaya kalkışmak Alevi kimliğine yakışmamaktadır.

4 KAPI BUDUR İŞTE
Alevi Bektaşi inanç sisteminde 4 kapı ve bunun 40 makamından söz edilir. İlk kapı olan şeriat, zahiri (şekilci) İslam anlayışındakiler içindir. İkinci kapı tarikat ise, bireycilikten toplu ibadete geçip bu dünyada hesap vermeyi anlatır. Üçüncü kapı marifet, bilgi ile aydınlanmayı ve bireyselleşmeyi kapsar. Dördüncü kapı hakikat ise, maddi-manevi bilgilerde olgunlaşarak dünya işlerinden ayrılmayı yansıtır.

Bu aynı zamanda insanlarla ilişkinin düzeyini de gösterir. Şeriat ilkokulu, tarikat ortaokulu, marifet liseyi ve hakikat de üniversiteyi temsil eder diye düşünebiliriz.

Burada bir sıralanma, basamaklanma yani evrim vardır. Şeriat basamağındaki birisine hakikat basamağındakine söyleyeceğin bir fikri söylersen, şeriat basamağındaki kişi seni kâfir gibi görür ve yok etmeye kalkışır.

Musa Eroğlu ne yazık ki biraz böyle davranmıştır. Onun şathiyye niteliğindeki sözlerini anlayamayan yobazlar, “kadı”nın mahkemesine koşarak bu zındığın lal ü ebkem edilmesini istemişlerdir.

Bu davranış yüzünden nice düşünürümüz kellesini yitirmiştir. Konunun acıklı örneklerini merak edenler, “Osmanlıda İdam Edilen Alimler” kitabımıza bakabilirler.

Musa Eroğlu hakikat basamağındaki ulularımızdan birisidir. Onun, bu milletin tarihsel belleğindeki Ali ile sorunu olamaz. Gerekirse birkaç cümle ile meramını açıklar; konu da kapanır.