1992'nin 3 Mart akşamı saat 21.00 sıralarında eve yeni girmiştim... Eşim "gazeteden aradılar, acil aramanı istediler" dedi. (O yıllarda cep telefonu yoktu. Sadece çağrı cihazları vardı. Ancak o da pahalıydı ve herkese verilmezdi.)

Ev telefonundan hemen gazeteyi geri aradım. Yazıişlerinde rahmetli Necdet Doğan vardı. Necdet;

- Zonguldak, Kozlu'da grizu patladı. Yerin altında 300 civarında insan var. Kimseye ulaşamadım, gider misin?" dedi.

Habercilik duyarlılığı... Gazetecilik sorumluluğu, coşku ve heyecanı...

Cumhuriyet Gazetesi o yıllarda tarihi adresinde, yani Cağaloglu'ndaki yerindeydi. Türk Ocağı Caddesi, İstanbul Lisesinin karşısında, eski Îttihat Terakki'nin olduğu yerde.

Çantamı sırtladığım gibi yola koyuldum. Bir taksi çevirdim ve Küçükçekmece Cennet Mahallesindeki evimden hızla gazeteye vardım. Necdet, ben varmadan bir araç organize etmişti. Yola çıktık... Maltepe'den foto muhabiri arkadaşım Uğur Günyüz'ü aldık ve son sürat Zonguldak’a hareket ettik. Sabaha karşı 03.00 sularında Kozlu'daki madene, kaza alanına vardık.

***

Maden girişine, kuyunun başına geldiğimde gördüm ki… Ağlayanlar, koşturanlar, bağırıp çağıranlar, komut yağdıranlar… Aşağıya inip çıkan asansörün “gacur gucur” sesleri…

Her inişte bir umudu gördüm, her çıkışta ise tükenen umutları, hayal kırıklıklarını ve insan ruhunun en ücra genlerine kadar sızan tarifi imkansız acıyı…

Ve gecenin ıslaklığında, yüzleri kömür karası insanlar gördüm, kolkola girmiş ağıt yakarken… Yüzleri vardı ama kapkaraydı… Başları vardı… Başlarında baretleri, baretlerin orta yerinde donuk ışıklı ampulleri vardı…

Biri, diğerine; “Bilmez misin, grizu patladı mı aşağıdan umut kesilir” diklenirken, bir kısmı da “duyuyorum sesinizi, bazen derin bir kuyudan, dinliyorum uzakları bazen derin bir uykudan” der gibiydi…

***

Sabah güneş doğup renkler yerli yerine oturduğunda acı gerçek ortaya çıkmıştı. Kuyuda 264 insan hayatını kaybetti. 263’ünün cansız bedeni çıkarılmış, biri bulunamamıştı…

Olayın en dramatik tarafı neydi biliyor musunuz? Kuyuda grizu patlamasında iki evladını kaybeden bir vatandaşın, bir diğer evladı en küçük oğlunu işe alsın diye zamanın Devlet Bakanı Ömer Barutçu’ya yalvarması…

***

Madencinin kaderi bu işte…

Her grizu faciasında, her patlamada ne yazık ki bu sahneler, tekrar tekrar yaşanır… Yetkililer, günü kurtarma adına çıkar der ki; devletimiz her daim vatandaşının yanındadır, yaralar en kısa zamanda sarılacaktır. Vatandaş da der ki; Allah devletimize zeval vermesin. Ne yazık ki bu kısır ve acımasız döngü, böylesine sürüp gider.

Yakın tarihte, 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma faciası sonrası da böyleydi bugün Amasra’da kaybettiğimiz 41 insanımızdan sonra da öyle… Eklenen tek farklı söylem ise Erdoğan’ın “fıtrat” tespiti.

Kısacası demem o ki; sanki ortada zımni bir anlaşma var. Türk insanı sanki acıya alışkın… Acı çekmeden yaşamasını beceremiyor. Ve her acı da sorumlu olanlara daha sıkıya sarılıp yoluna devam ediyor. Yarınları kurtarma yerine, günü kurtarmayı tercih ediyor. Ancak bu böyle gelmiş, böyle gitmemeli. Bu insanlar yarınları kurtarma adına, bugünü feda etmeyi göze alabilmeli. İşte bunu becerebildiklerinde ne bugünkü siyasetçi tipi ne de bugünkü siyaset anlayışı kalacak.