İslam teolojisinde, üzerinde en çok tartışmaların yapıldığı konulardan biri de melek, şeytan ve cin inancıdır. Bu konulardaki gerçeği doğru teşhis etmek elzemdir. Zira hurafelere açılan kapıların çoğu bu konulardan neşet etmektedir. O halde hurafe kapılarının kapanması için gerçeğin kapısını ardına kadar açmak gerekiyor.

Öncelikle melek inancından başlayalım.

İbrahimî dinlerde melek inancının “Angeloji” adı altında ele alındığını biliyoruz. Batı dillerinde melek anlamına gelen “angel” sözcüğü mevcut. Bu sözcük Yunanca “elçi” anlamına gelen “angelos” sözcüğünden gelmedir.

İslam angelojisi ise melek sözcüğü ile anlatılmakta. Melek sözcüğü de diğer pek çok dinsel sözcük gibi İbranice kökenlidir.

Arapçada melek sözcüğüyle aynı kökten gelen bazı sözcüklerin oluşturduğu anlam dünyası ilginç bir görüntü sunmaktadır. Mülk, malik, memlük, meleke... Görüldüğü üzere bu sözcüklerin ortak anlamı bir şeye sahip olma ve güç manalarını içeriyor.

İbrahimî dinler angelojisinde melek tanımları ve meleklerle ilgili bir kısım anlatımlar, Muhammedî İslam açısından primitif / ilkel izahlar olarak nitelenmeyi hak eden bir mahiyete sahiptir.

Egemen dinsel düşüncede melek kavramı izah edilirken aşağı yukarı şunlar deniliyor:

Melekler Allah’ın buyruklarını yerine getirmek için yaratılmış varlıklardır.

Nurdan / ışıktan yaratılmışlardır.

Cinsiyetleri yoktur.

Yemezler, içmezler.

Özgür istençleri / hür iradeleri yoktur.

Çok hızlı hareket ederler.

Kanatları vardır.

İnsan kılığına girebilirler.

Dört büyük melek vardır: Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil ( Gabriel, Michael, Uriel, Rafael)

Başka melekler de vardır: Kiramen Katibîn ve Hafaza melekleri gibi...

Meleklere ilişkin özelliklerin tümü gerçekte simgesel anlamlar taşımaktadır. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, meleklerin ontolojik anlamda Tanrı’dan ayrı varlıkları yoktur. Zira melekler aslında doğa güçleri / tabiat kuvvetleridir. Doğa, dünya, evren, varlık bütünsel anlamda Tanrısal görünümü ifade eder. Bu bağlamda doğadaki güçlerin / tanrısal kuvvetlerin simgesel ifadesi olan melek inancını ontolojik bir varlık zeminine dayandırmanın, insan aklının geçirdiği düşünsel evrim esas alındığında isabetli bir inanç olarak görülemeyeceği ortadadır.

Birkaç örnekle konuyu daha da açıklığa kavuşturalım.

Söz gelimi, Cebrail adlı melek, gerçekte vahyin, doğanın bağrından / Tanrısal alandan, insan aklına doğuşunu ifade eder. Nitekim Kur’an’da Cibril diye geçen Cebrail sözcüğü, sözcüksel anlam olarak, “Allah’ın gücü” demektir. Yine Azrail yahut Uriel “Allah’ın durdurması” demektir. Allah yaşamı durdurur. Bu nedenle Azrail’e Kur’an’da, “Melek’ül-mevt / Ölüm meleği” denilmektedir. Allah’ın yaşamı durdurması demek de, aslında biyolojik yasalar çerçevesinde yaşama süresinin sonuna gelmiş bir canlının yaşamını yitirmesi anlamını içermektedir. Melek isimlerinin sonunda yer alan; el-, il- ekleri İbrani dilinde Tanrı / Allah manasına gelmektedir.

Bir de Mikail ve İsrafil / Michael ve Rafael hakkında bilgi sunalım.

Mikail, İbranice, “Kim Tanrı gibidir?” anlamına gelen bir sözcüktür. İslam teolojisinde doğa olaylarını yönetmekle görevli melek olarak tanımlanan Mikail’in İbranice’deki anlamı da göstermektedir ki, doğa olaylarını yönetmek tanrısal bir hususiyet olmasından dolayı bu melek aslında Allah’ın tabiata olan egemenliği yahut Allah ile tabiatın iç içeliği anlamını içermektedir. Kim Tanrı gibidir, sözünde aynı zamanda bir övgü de söz konusudur. Zira Mikail sözü bu manayı da içermektedir. Mikail, bu bağlamda “Tanrı’nın övülmesi” diye de anlamlandırılmaktadır. Doğa olaylarının hepsi aslında Tanrı’nın övülmesine matuf eylemlerdir. Bu olaylar gerçekte tanrısal eylemlerdir.

İsrafil’e gelince...

İbrani dilinde Rafael denilen İsrafil adlı melek, İslam teolojisinde kıyametten önce sur adlı bir aygıta (boru yahut boynuz) üfleyerek kıyametin kopuşunu başlatacak olan ve daha sonra tekrar üflediğinde ise yeniden dirilişi sağlayacak olan melek olarak tanımlanıyor.

Rafael, Yahudi inancında şifa meleği olarak niteleniyor. Buradan hareketle İsrafil’i yeniden diriliş eylemini başlatacak ikinci üfleyişi bakımından şifa meleği olarak nitelemek egemen İslam teolojisi açısından da isabetli görülebilir. Muhammedî İslam düşüncesi ise İsrafil’i kıyamet adlı büyük değişim ve dönüşümün başlaması ve tamamlanmasının simgesel ifadesi olarak görmektedir. Kur’an’da İsrafil sözü geçmemektedir. Lakin Sur’a üfleneceğinden bahis vardır.

İsrafil’i, Tanrı’nın soluğu / nefesi olarak da anlamlandırıyoruz. Sur’a üflemek tabiri elbette ki bir nefesi / soluğu çağrıştırmaktadır ki o da Allah’ın nefesidir. Büyük değişim ve dönüşümün başlamasını ve tamamlanmasını analojik olarak bir boruya nefes üflenerek verilen bir doğal / tabii komutla anlatan Kur’anî ifadeler, insanoğlunun idrak düzeyine hitap gayretinin gerçekçi sonucundan neşet etmektedir.

Türkçeye “Şerefli Yazıcılar” olarak çevirebileceğimiz “Kiramen Katibîyn” adlı melekler ise egemen dinsel düşünceye göre, insanların sağ ve sol omuzlarında bulunup günah ve sevaplarını bir deftere yazan yazıcılardır. Bu melekler amel defteri denilen defteri doldururlar. Kiramen Katibiyn ifadesi, Yarılma Bölümü 11. Söz / İnfitar Suresi 11. Ayette geçmektedir. Ayrıca Kaf Bölümü 17 - 18. Sözlerde / Kaf Suresi 17- 18. Ayetlerde de bu meleklerden bahsedilmektedir.

Gerçek şu ki, söylenen her söz ve yapılan her iş atmosferde / havada silinmez bir iz bırakmaktadır. Yazmaktan, defterden kasıt aslında budur. Yoksa ki hakiki anlamda bir defter ve yazma eylemi söz konusu değildir. Bu melekleri de, yaptığımız her işin ve söylediğimiz her sözün bıraktığı silinmez izler olarak anlamamız gerekiyor. Defter ve yazı anlatısının modern yaşam ve teknolojik gelişmeler bağlamında dönemsel bir izah olduğu artık ortada değil midir? Zira bugün bir kimsenin yaptıklarını ve söylediği sözleri kayıt altına alma işini artık yazıyla, defterle değil ses kaydı yahut görüntü kaydı yapan aygıtlarla yapmak mümkündür. Bu örnek de göstermektedir ki Kur’an’ın bir kısım ayetleri ve izahları kesinlikle dönemseldir.

Kur’an’da insanları koruyan “koruyucu meleklerden” de bahsedilmektedir. Gerçek şu ki, insanları ve dünyadaki yaşamı / canlılığı koruyan bir sistem vardır. Bilindiği üzere atmosferin Güneşten gelen zararlı ışınları engelleme ve böylece dünyadaki yaşamı koruma gibi bir özelliği bulunuyor. Koruyucu melekle kastedilenlerden birinin de atmosferdeki bu özellik olduğu aşikârdır.

Melekler bahsinde üzerinde önemle durmamız gereken bir diğer nokta da Hazreti Âdem Kıssasındaki meleklerle Allah arasındaki konuşmadır. Bu konuda ilahiyatçı yazar R. İhsan Eliaçık’ın, “Kıssaların Anası 1- 2” başlıklı çalışmasından istifadeyle gerçeği gözler önüne sermeye çalışalım:

Malumunuz; bu konu Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde özetle şöyle anlatılmaktadır:

Allah, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını söylüyor. Melekler ise; “Biz seni övüp yüceltiyoruz. Böyleyken yeryüzünde kan dökecek birini mi yaratacaksın?” diyor.

Allah; “Sizin aklınız ermez. Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Eğer biliyorsanız eşyanın / nesnelerin adlarını söyleyin bakalım,” diye yanıt verir.

Melekler ise buna karşı şöyle derler: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz, her şeyi bilen sensin.”

Sonrasında Allah, Âdem’i yaratır. Âdem’i yarattığı nesne topraktır.

Yine İhsan Eliaçık’ın söz konusu anlatımından istifadeyle konumuza devam edelim:

“Âdem” sözcüğünün “yeryüzü toprağı” anlamına gelen “edimu’l-arz” kelimesinden türediği en sahih görüştür. Buna göre insan türüne “Âdem” adının verilmiş olması yeryüzünde olmuş olmasındandır. Nitekim Arapçada esmerliği artmak (udûme), esmer, kara, yağız (edmâ’), etle deri arası tabaka (edeme), gökyüzü (edîmu’s-semâ), gece karanlığı (edîmu’l-leyl), bir şeyin dış kısmı (edîmu’ş-şey), deri, cilt (edîm) kelimeleri bu köktendir. Sümercede babam anlamına gelen (adamu), Asur-Babil dilinde yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konulmuş, çocuk, genç anlamındaki (adamu), Sabiî dilinde kul, insan anlamına gelen (adam), Türkçede insan, kişi anlamına gelen (adam) ve batı dillerinde (edmurd, edward) sözcükleri de aynı köktendir. İbranicede (adam) insan türü için kullanılan müşterek isimdir. Bu sözcük, Tevrat’ta insan türü anlamında beş yüzden fazla yerde geçer. Kıssada Âdem (Adam) önceki varlıklara nazaran daha gelişmiş, bilgi, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma, konuşma ve dil yetenekleriyle donatılmış, ev (beyt) yapan, ahlak ve hukuk üreten “insanı” temsil etmektedir.

Âdem’in yani insanın “halife” olarak nitelenmesi de bu bakımdan mühimdir. Zira halife, sonra gelen, ardıl demektir. Bu bağlamda Âdem yani insan, kendinden evvelki tüm varlıklardan ve canlılardan sonra gelen ve onlara göre gelişmiş, çok değişik yeteneklere sahip olan bir canlıdır. Eşyanın isimlerini bilmesi şeklindeki anlatım da, aslında insanın diğer varlıklardan işte bu türden farklarını ortaya koymak için başvurulan temsilî bir izah tarzıdır.

Öte yandan ahiret inancı ile ilgili yazımızın cennet bahsinde de değindiğimiz üzere Âdem ve eşi Havva’nın cennette yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu cennet, yeryüzünde bir yerdir. Zira cennet, evren dışında bir yer olarak düşünülemez. Bu arada cennetle ilgili daha ayrıntılı bilgi için ahiret inancı hakkındaki bahsi geçen yazımıza müracaat edilebilir.

Bilindiği üzere Allah, daha sonra bütün meleklerden Adem’e secde etmelerini yani onu selamlamalarını, onu saygılamalarını ister. Hepsi bu emri yerine getirir ama İblis reddeder.

Gerçekte Allah diye konuşan kimdir? Meleklerle ne kastedilmektedir? İblis neden emri yerine getirmemiştir? Ve elbette gerçekte İblis kimdir, neyi simgeler?

Kısaca bunlara değinelim şimdi...

Tanrı’nın içkinliği / evrende mündemiç oluşu inancı düzleminde düşündüğümüzde bu kıssada Allah olarak konuşan tüm peygamberlerin ve elbette son peygamber Hazreti Muhammed’in bilincinde açığa çıkan fıtrî duygudur. Deyim yerindeyse bir nevi varlığın / evrenin iç sesidir. Bu iç ses iyiliğin sesidir. Ona karşı çıkan ve buyruğu yerine getirmeyen de aslında İblis simgelemesiyle ifade edilen kötülüğün sesidir. İnsanda hem iyiliğin sesi hem de kötülüğün sesi vardır. Bu kıssada Tanrı ve İblis arasındaki konuşma gerçekte insanın içindeki iyilik ve kötülük duygularının birbiriyle mücadelesini yansıtmaktadır.

Allah, mutlak iyidir. Karşısında da mutlak kötü vardır. İblis’i kötülüğün simgesi olarak görmenin semantik temeli sözcüğün mana bakımından tahliliyle daha iyi anlaşılacaktır.

Yine İhsan ELİAÇIK’tan istifadeyle devam edelim:

“İblis” sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, yine eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Ayrıca Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiştir.”

Bu kıssanın Kur’an’da yedi ayrı yerde geçtiğini biliyoruz. İblis’ten aynı zamanda şeytan olarak bahsedildiğini de biliyoruz. İblis buyruğa karşı geldikten sonra şeytan oluyor. Bu da şu anlama geliyor ki, insanda var olan kötü duygular, kuvveden fiile geçtiğinde insanın kötü eylem ve düşünceleri şeytan adlandırmasıyla başka bir simgesel ifadeye bürünüyor.

Kur’an’da şeytan anlamında geçen Hannas sözcüğü de mana itibarıyla geri kalmak, sıkılmak, daralmak anlamındaki hunûs kökünden mübalağa sıfatıdır. Bu bağlamda Hannas da insandaki, gizlenmeye çalışılan ama bir şekilde açığa çıkan kötü duyguları ifade etmektedir. Bu açığa çıkış biçimi insan ruhunun vesveselere yönelmesidir. İnsanlar Bölümünde / Nas Suresinde bu hadiseye işaret eden ifadeler mevcuttur.

İblis’in ateş – toprak kıyası ile Âdem’i saygıyla selamlamaması konusu da çok büyük bir simgesel anlatıdır. Ateş; kibri, hırsı, kini ifade eder. Topraksa, tevazu duygusunu yani alçakgönüllülüğü…

İşte İblis’in Âdem’e secde etmemesi yani onu saygıyla selamlamaması insandaki kibir, hırs, kin gibi duyguların, tevazu duygusuyla mücadelesini anlatmaktadır. İnsan, tıpkı İblis’in Tanrı huzurundan kovulması gibi kendi içindeki kötü duyguları da kovmalı yani onları baskılamalı, dizginlemelidir. Zira o duygular; doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine bir engel olarak oturmakta, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulmaktadır. Yeryüzünde olan şeyleri süslü göstermekte ve insanları onlarla azdırmaktadır. Azmayacak olanlar ise İblis’e yani kötü duygularına tutsak düşmeyen temiz yürekli kimseler olmaktadır.

Yeryüzünde süslü gösterilen şeyler nelerdir?

Şehvet, hırs, servet ve iktidar...

İşte insanoğlu kendisine süslü / güzel / çekici gelen bu şeylere şiddetli bir eğilim göstermektedir. Bunlar onun içindeki İblis’tir aslında... İnsan bunların peşine düşüp eyleme geçtiğinde içindeki İblis de şeytana dönüşüp kişinin eylemlerinde açığa çıkmış oluyor. Dolayısıyla insanı şeytanın azdırması ifadesi de gerçekte İblis’in azdırmasıdır. İnsan azınca İblis, şeytana dönüşmekte ve kişinin eylemleriyle açığa çıkmaktadır.

Kıssada bütün meleklerin Âdem’e / insana secde etmesi yani onu saygıyla selamlaması konusunun izahına geldiğimizde de idrakimize doğan yalın gerçek şudur:

Öncelikle bilelim ki, burada meleklerden kasıt, doğa ve doğadaki güçlerdir. Yani tabiat ve tabiat kuvvetleridir. Rüzgâr, ışık, yağmur, yıldırım, bitkiler, ekinler, yer ve gökler gibi...

Meleklerin Allah’a; “Biz seni övüp yüceltiyoruz, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demelerinin manası şudur:

Tüm peygamberlerin ve son peygamber Hazreti Muhammed’in içinde yankılanan evrensel ve mutlak iyiliğin sesi; “Biz tüm varlığımızı ve eylemlerimizi iyilik zemininde yürütürken, içinde hem iyiliği hem de kötülüğü barındıran insan neden varlık alanına çıkıyor?” diye soruyor.

Ve Tanrı’nın şöyle demesinin manası nedir?

“Kuşkusuz ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”

Başlangıçsız ve sonsuz varlığın bir parçası olan insanın, varlık alanına çıkması da varlığın zorunlu mevcudiyetinin bir gereğidir. Evet, denilmek istenen budur.

Melek konusunu sonlandırmadan önce bir de “arşı taşıyan melekler” hakkında birkaç kelam etmek yerinde olacaktır, kanısındayım.

Bu ifade Kur’an’da İnanan Bölümü 7. Sözde / Mümin Suresi 7. Ayette ve Gerçekleşecek Olan Şey Bölümü 17. Sözde / Hakka Suresi 17. Ayette geçmektedir.

Arşı 8 meleğin taşıdığı şeklindeki ifade aslında Allah’ın otoritesinin anlatımıdır. Zira dünyada sultanların seyyar tahtlarını geçmişte 4 veya 8 köle taşımaktaydı. Buradan mülhem bir biçimde dönemin insanlarının idrak düzeyine uygun bir anlatımla arşı da sekiz meleğin taşıdığı belirtilmektedir. Arş yani bütün evren ve varlık, bir nevi Allah’ın tahtıdır. Kıyametin kopuşu sırasında arşı yani evreni sekiz meleğin taşıdığının belirtilmesi gerçekte kıyamet dediğimiz hadisenin bir yok oluş olmadığını bir kez daha anlatmaktadır. Kıyamet kopsa da yani evrende büyük, hızlı bir form değişikliği yaşansa da varlık ve evren yok olmayacaktır. Zira onu Allah’ın sekiz meleği taşımaktadır. Yani korumaktadır. Taşıyan, koruyan da aslında Allah’ın ta kendisidir.

Nitekim evrenin Allah tarafından korunmakta ve korunacak olması Yaratan Bölümü 41. Sözde / Fatır Suresi 41. Ayette geçen şu ifadede de vurgulanmaktadır:

“Allah gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutmaktadır...”

Tekraren ifade edelim ki; sekiz melek anlatımı biraz evvel de belirttiğimiz gibi yalnızca otoriteye bir vurgudan ibarettir. Yoksa ontolojik anlamda melekten / sekiz melekten bahsedilemez.

Melek ve şeytan inancına ilişkin gerçekler bizce böylesi bir içeriğe iyedir.

Cin inancına ise sonraki yazımızda değineceğiz.