İslam inancı ve mezhepçilik üzerinden bugün neredeyse bütün dünyaya kin ve nefret tohumu ekmeye çalışanlara karşı, gerçeğin üzerindeki külü silip savurarak inanç ve düşünce dünyamızı yeniden inşa etmek her Müslüman için dinsel, ahlakî ve vicdanî bir yükümlülüktür.
İşte bu inşa faaliyetinin en önemli ve temel unsuru da son peygamber Hazreti Muhammed’i hakkıyla tanımaktır. Onu tanımak ve büyük iletisini kavramak hem Müslümanlar için hem de bütün dünya için gerçek barışa ve kardeşliğe doğru atılmış çok değerli bir adım olacaktır.
Hazreti Muhammed, birilerinin iddia ettiği gibi kanlı cihatların peygamberi değildir. O gerçek bir barışçıdır. Tebliğini yaptığı dinin adının anlamlarından biri de barıştır.
Barış için düzen şarttır. Bu nedenle o en başta bir düzen kurucudur. Düzen, din demektir. Dinin tebliği de düzensizliğe karşı düzeni kurma mücadelesinden başka bir şey değildir.
Bu cümleden olarak belirtelim ki; tam bir kaos halinde yaşayan Arap kabilelerini bir araya getirerek bir düzene sokup devletleştiren odur. Ondan önce Arap kabileleri Mekke ve çevresinde sonu gelmez savaşlarla, kan davalarıyla, soygun, baskın gibi en vahşi hadiselerle birbirlerini yiyip bitiriyorlardı. Bu kaos ortamından da daima egemen ve kodaman güç odağı kişiler yararlanıyor, yoksul ve köleler ise bitmez tükenmez bir zulmün pençesinde kıvranıyordu. Aynı durum Arap coğrafyasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyan topluluklar için de söz konusuydu.
Hazreti Muhammed öncelikle; “Lailahe İllallah!” sözünde açığa çıkan tevhid ilkesiyle bütün egemen ve kodamanlara karşı Allah kavramı etrafında insanların ve toplumun irade ve gücünü yani egemenliğini haykırdı. Zira Allah’tan başka ilah yoktur demenin toplumsal manası; kodamanların, güç odaklarının, köle tüccarlarının egemenliğine, zulmüne ve sömürüsüne hayır, demekti.
Hazreti Muhammed, Mekke’de on üç yıl boyunca uğraştığı ama başaramadığı kardeşlik ve tevhid davasını Yesrib’e göç ederek sürdürdü. Göçün amacı Yesrib’i Medine haline getirmekti.
Medine; kent demektir. Düzen demektir. Aynı zamanda Medine sözü, medeniyet yani uygarlık sözünün türediği bir sözcüktür. Bu da kaostan düzene geçişi ifade eder. Kaos aslında düzensizlik yani dinsizlik demektir. Hazreti Muhammed kaosu din edinmiş bir topluma gerçek dini yani düzeni anlatmış ve öğretmiştir.
Evet, ne olmuştur da Yesrib, Medine olmuştur?
Önce o günün Yesrib’ini tanıyalım...
Yesrib en başta adıyla dahi Arap Yarımadasının en dışlanan, kötülenen yeri idi. Zira Yesrib adı, kınanan yer manasına gelmekteydi. Şu işe bakınız ki büyük Muhammedî devrim, kınanan, hor görülen bir şehirden yükseldi. Devrimciler de kınanan kimselerdi, devrimin kenti de kınanan bir kentti. Kuşku yok ki kınayanlar muteber kimseler değildi. Dönemin egemenleri ve kodamanları idi. Onlar ki sömürgen idiler. Köle tüccarı idiler. Yesrib’i en çok kınayan ve aşağılayanlar da Mekkelilerdi... Mekkeli müşrikler!
Ama kınadıkları o Yesrib, gün geldi kınayanlara baş eğdirdi.
İşte Hazreti Muhammed, öyle büyük bir devrimcidir ki, hem insan olarak ezilenleri ve kınananları tutup yükseltmiş hem de şehir olarak kınanan bir yeri tutup kaldırmıştır.
Yesrib, iki büyük Arap kabilesinin; Evs ve Hazrec’in, Yahudi kabilelerle birlikte yaşadığı küçük bir kentti. Evs ve Hazrec birbirleriyle sürekli savaşırlardı.
Evs ve Hazrec kabileleri tarımla meşgul idiler.
Yesrib’te üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı; Beni Kureyza, Beni Kaynuka ve Beni Nadir... Bu kabileler ticaret, meyvecilik, çömlekçilik ve dericilikle meşgul idiler. Yahudi olsalar da Arapça konuşuyor ve Arap isimleri taşıyorlardı. Diğer iki Arap kabilesi ile olduğu gibi kendi aralarında da sürekli bir mücadele ve çatışma içindeydiler. Dolayısıyla Yesrib bir kabileler ve çatışmalar kenti idi. Bazı tarihçiler kentteki Yahudi kabilelerinin diğer Arap kabilelerinin himayesinde olduklarından da bahsetmektedir. Ancak buna karşın gerçek şu ki Yesrib o dönemde kabilelerin sürekli birbirleriyle çatıştıkları hatta savaştıkları bir yerleşim yeriydi.
Kan davaları önemli bir çatışma konusuydu. Kan bedeli meselesi de en önemli konular arasında yer almaktaydı. Ancak kabileler arasındaki çatışma alanlarından birini oluşturan üstünlük / asabiyet kavgası kan bedeli konusunda da kendini göstermekteydi. Söz gelimi Beni Nadir Yahudileri, kendilerini Beni Kureyza Yahudilerinden üstün görüyorlar ve kan bedeli ödeme durumu söz konusu olduğunda bedelin yarısını ödüyorlardı. Oysa Beni Kureyza için böyle bir durum olduğunda onlar bedelin tamamını ödemek zorundaydılar.
Yahudi kabilelerin Arap kabileleri arasındaki anlaşmazlıkları kışkırttıkları ve onları sürekli savaşa yönlendirdikleri de iddia edilmektedir. Ne var ki Yahudiler de daima kendi aralarında birlik içerisinde değillerdi. Tıpkı Arap kabileleri gibi onlar da zaman zaman birbirleriyle çatışmaktaydılar.
Yesrib’te az sayıda da olsa Hıristiyan bir topluluk da mevcuttu.
Hazreti Muhammed, müşrik akrabaları ve hemşehrileri tarafından Mekke’den göç etmeye mecbur bırakılınca Yesrib’e geldi. Zira Yesribli Arap kabilelerin temsilcileri Mekke’ye hac amacıyla yaptıkları ziyaretler sırasında Müslüman olmuşlardı ve onu kentlerine davet etmişlerdi.
İşte bu nedenle Hazreti Muhammed’in kardeşlik projesinin mayalandığı ve ilk uygulandığı yer aslında Yesrib’tir. Ancak Yesrib’teki uygulamayı daha ayrıntılı ele almadan önce değinmemiz gereken birkaç husus daha var.
Hazreti Muhammed, Yesrib’ten önce başka şehirlere göç etmeyi de denedi. Bunlardan biri Taif’ti. Ama orada hiç hoş karşılanmadı. Öyle ki, onu çocuklara taşlattılar.
Bir de Hazreti Muhammed, bir kısım Müslüman’a Habeşistan’a göç izni verdi. O vakit Habeşistan’ı Necaşi unvanlı Ashame adında Hıristiyan bir kral yönetmekteydi. Hazreti Muhammed, Necaşi hakkında güzel ve olumlu sözler sarf etmiş ve onun adil bir hükümdar olduğundan bahsetmişti. Hıristiyan’dır diye ona karşı menfi bir tavır takınmamış, tam tersine ona saygı ve sevgisini, vefat haberi geldiğinde gıyabında cenaze namazı kılarak da göstermişti. Bu arada belirtelim ki; Hazreti Muhammed’in; “Halkların Kardeşliği” düşüncesine yaptığı en önemli katkılardan biri Habeşistan ve onun kralı hakkındaki düşünceleri, eylem ve uygulamalarıdır.
Mekke’de ağır zulüm gören Müslümanlara dilerlerse başka diyarlara gidebileceklerini söyleyen Hazreti Muhammed’e Müslümanlar, nereye gidebileceklerini sormuşlardı. Peygamberimiz de;
“Habeşistan’a gidin. Orada halkına zulmetmeyen adil bir hükümdar vardır. Orası doğruluk ülkesidir. Yüce Allah bir kolaylık gösterinceye kadar orada kalın,” yanıtını vermişti. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203,204.)
Müslümanların göç izni konusunda Kur’an’daki şu ayet önemlidir;
“Ey inanan kullarım, kuşku yok ki benim yeryüzüm geniştir...” (Örümcek Bölümü 56. Söz / Ankebut Suresi 56. Ayet)
Habeşistan’a daha sonra ikinci bir göç dalgası daha olmuştu. Bu sefer peygamberimiz Ashame’ye bir mektup göndermişti. Mektup aslında bir “İslam’a davet mektubu” idi. Ancak peygamberimiz mektupta kraldan, Habeşistan’a gelen Müslümanları misafirliğine kabul etme ricasında bulunuyordu.
Peygamberimiz bu mektupta da son derece nazik bir üslup kullanmıştır. Hatta mektupla birlikte krala bir de kaside gönderilmişti. Kasideyi yazan, Hazreti Muhammed’in amcası Ebu Talip’ti.
Eli kanlı sözde cihatçıların göstermeye çalıştıklarının aksine Hazreti Muhammed, emsalsiz bir barışçı idi. Onun barışçı kimliğini tüm yaşamı boyunca çok berrak bir biçimde görmekteyiz. Halkların kardeşliği düşüncesinin ana amacı da zaten barışın egemen olduğu bir yaşamı inşa etmektir.
Hazreti Muhammed’in barışçı kimliğini gösteren en önemli olaylardan biri yukarıda da kısmen değindiğimiz komşu devlet ve topluluklara gönderdiği mektuplardır.
Bu mektupların en ünlüleri dönemin devletlerine gönderilen İslam’a davet mektuplarıdır. Bu mektupların bir hazırlık süreci vardır. Yani mektupları yazmaya giden bir süreç vardır. Elbette ki bunların en başında da Yesrib’e göç gelmektedir. Ancak daha spesifik olarak yaklaştığımızda mektupları doğuran sosyal ve psikolojik atmosferin teşekkülü noktasında tarihin gördüğü en dikkat çekici barış antlaşmasına değinmemiz gerekiyor.
Kastettiğimiz Hudeybiye Barış Anlaşmasıdır.
Hazreti Muhammed, sırf barış olsun diye Müslümanların aleyhine maddeler içermesine rağmen bu anlaşmayı kabul etmiş ve imzalamıştır.
Bakınız anlaşmanın maddelerinde neler var;
Müslümanlarla karşı taraf arasında 10 yıl savaş olmayacak, iki tarafın hiçbiri diğerinin malına ve canına dokunmayacak.
Müslümanlar anlaşmanın yapıldığı yıl (628) Kâbe'yi ziyaret etmeksizin geri dönecekler. Gelecek yıl üç günden fazla olmamak üzere Mekke'ye gelip Kâbe'yi ziyaret edecekler. Bu üç gün süresince Mekkeliler şehir dışına çıkacaklar.
Müslümanlardan Kureyş'e sığınacak olanlar olursa geri gönderilmeyecek, fakat onlardan Müslümanlara sığınanlar geri gönderilecek.
Müslümanlardan hac, umre ve ticaret için Mekke'ye gideceklerin canları ve malları güven altında olacak. Kureyş tarafından Mısır'a ve Şam'a gidenlerle ticarette bulunmak üzere Medine'ye gelenlerin de canları ve malları güven altında bulunacak.
Kureyş'ten başka diğer kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş'in koruması altına girebilecek.
Bu anlaşmanın altına Hazreti Muhammed’in adı sadece Abdullah oğlu Muhammed olarak yazılmıştır. Müslümanların ileri gelenleri bu anlaşmanın imzalanmasına karşı çıkmışlardır. Hatta anlaşma metninin altına Hazreti Muhammed için “Allah’ın elçisi” diye yazılmamasına da şiddetle itiraz etmişlerdir. Ama Hazreti Muhammed buna rağmen bu anlaşmayı imzalamıştır.
Mekkelilerin bir zamanlar kendisini şehirden göç etmek zorunda bırakmış olmalarına, Bedir’de, Uhud’da ve Hendek Savaşında yüzlerce Müslüman’ın şehit edilmesine sebep olmalarına rağmen onlarla böyle bir anlaşmayı imzalamıştır. Çünkü o barışı ve kardeşliği içtenlikle isteyen biriydi. Çünkü o, halkların kardeşliği idealini gerçekleştirmek isteyen eşsiz bir devrimciydi. Çünkü o, Kur’an’ın ifadesiyle; âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.
Âlemlere rahmet olarak gönderilmek ifadesindeki âlemler sözüyle kastedilen anlamlardan birinin de halklar olduğu aşikardır. Evet, o halklara rahmet olarak gönderilen bir devrimciydi.
Bu görkemli barış anlaşması imzalandıktan sonra Yesrib’e dönen Hazreti Muhammed, barışçı faaliyetlerine bir yenisini daha eklemiş ve komşu devlet ve topluluklara barışa çağrı / İslam’a davet mektupları göndermiştir. Evet, aslında İslam’a davet, barışa davetti. Zira İslam’ın anlamlarından biri ve en önemlisi de barıştı.
Hazreti Muhammed’in gönderdiği mektuplardan altı tanesi komşu devletlere idi. Biri Yemame’de bulunan Beni Hanife kabilesine olmak üzere Bizans, Mısır, Habeşistan, Sasani ve Gassanî gibi dönemin önemli devletlerine gönderilen bu mektuplarda diplomatik kurallara uygun bir dil kullanılmıştı. Mektupların gönderildiği ülkelerin yöneticileri yani kralları nazik bir üslupla İslam’a davet edilmekteydi. Krallara gönderilen elçiler nazik bir üslupla karşılandı. Yalnızca bir kral saygısızlık yaptı. O da Sasanî kralı / kisrası II. Hüsrev Perviz idi. Bir süre sonra o kral, bizzat oğlu tarafından öldürüldü.
Krallar kendilerine gönderilen mektuba ve elçilere hediyelerle mukabele ettiler. Ancak Sasanî kralının tavrına Hazreti Muhammed çok üzüldü. Zira Hazreti Muhammed’in maksadı barıştan başka bir şey değildi.
Hazreti Muhammed’in gönderdiği barış mektuplarından biri de Necranlı Hıristiyanlara idi. Peygamberimiz onları İslam’a davetmiş, onlar ise daveti kabul etmemişler fakat Müslümanlara bağlılıkları karşılığında can güvenlikleri sağlanmak üzere cizye vergisi vermeyi kabul etmişlerdir.
Hazreti Muhammed’in bu mektup diplomasisi o dönemdeki devletler arasında barışın tesisi ve halkların kardeşliği düşüncesine hizmet amacıyla yapılmış tarihi bir faaliyettir.
Hazreti Muhammed, komşu devlet ve topluluklara olduğu gibi Arap Yarımadasındaki kabilelere de İslam’a davet yani barışa çağrı mektupları göndermişti. Bu mektuplarda onlardan sadece şunları istiyordu; Allah’ın birliğine inanın, salat edin / namaz kılın ve zekat verin...
Allah’ın birliğine iman, gerçekte halkın birliği ve eşitliği düşüncesine imanı da içeriyordu. Yani sadece soyut bir Allah söz konusu değildi bu istekte. İslam’daki tevhid yani Allah’ın birliği inancı, tevhid kavramının semantik analizinin ortaya koyduğu birleme, birlenme ve eşitlik anlamı temelinde sosyal ve somut bir amaç da içermekteydi. Bir diğer ifadeyle tevhide çağrı aslında halkın birliğine, eşitliğine çağrı idi. Güç odakları, köle tüccarları ve servet sahiplerine karşı toplumsal eşitliği, önce inançsal olarak inşa etmeyi daha sonra da herkesin aynı ortamda birlikte ibadet etmesiyle eyleme dökmeyi amaçlayan İslamî davet, zekât ve infak kurumu ile de ekonomik dayanışmayı hedeflemişti.
Bu sebeple aslında Hazreti Muhammed’in çağrısı, kabilelerin kardeşliği çağrısı idi. Kabilelerin kardeşliğinden halkların kardeşliğine uzanan bir barış yolu olarak İslam, kutsal kitabı olan Kur’an – ı Kerim’de de zaten açıkça halklar tabirini kullanmaktadır.
Odalar Bölümü 13. Sözde / Hucurat Suresi 13. Ayette bu gerçek şöyle ifadeye konuluyor;
“Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklara ve kabillere ayırdık…”
Sözün / ayetin Arapça özgün metninde halklar tabiri “şuub” olarak geçmektedir. Şuub, “şa’b” kelimesinin çoğuludur. Bugünkü Arapçada da halk sözü yerine “şa’b” sözcüğü halen kullanılmaktadır.
İnsanların halklar halinde yaratılmış olmasının nedeni olarak ifade edilen; “tanışmanız için...” sözü açıkça kardeşliği, dayanışmayı ve barışı işaret etmektedir. Zira halkların birbirlerini tanımaları ancak bir barış ortamında mümkün olabilir. Savaş ortamı ise tanışmaya değil öldürüşmeye sebep olur.
İnsanların ve halkların kardeşliği ereğiyle hareket eden Hazreti Muhammed’in, bu ayeti on binlerce insana okuduğu, anlamını açıkladığı ifadeye lüzum olmayan bir hakikattir.
Hazreti Muhammed’in barış çağrısı, sadece içinde yetiştiği ve yaşadığı Araplara yönelik değildi. Ve onun çağrısına sadece Araplar / Arap kabileleri icabet etmiş de değildi.
Onun en büyük müminlerinden biri Habeşistanlı zenci bir köle olan Bilal idi. Bilal’e öyle değer verilmişti ki ibadete çağrı olan ezan da ona okutturulmuştu. Bir diğeri İranlı Fars Selman idi. Selman, peygamberin baş danışmanlarından biri olmuştu. Hendek Savaşında Medine’yi savunmak için hendekler kazılması fikri ona aitti. Öte yandan Hazreti Muhammed’in barış dini uğruna canını veren ilk şehit Türkistan’dan getirilmiş bir Türk köle olan ve önceki adının Pamuk olduğunu bildiğimiz Sümeyye idi. Yani onun davası bir Arap milli davası değildi. Zenciler, Farslar, Türkler, Mısırlı Kıptiler ve Yahudilerden pek çok kimse onun çağrısına uymuş, ona iman etmişti. Nitekim bugün de İslam’a mensubiyet duyanların büyük bölümü Arap olmayan halklardan oluşmaktadır.
Hazreti Muhammed’in, halkların kardeşliği ideali yolunda söylediği en önemli ve görkemli sözlerinden biri Veda Hutbesinde geçmektedir. O, on binlerce Müslüman’a seslenerek şöyle demiştir;
“Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap’a hiçbir üstünlüğü yoktur. Hepiniz Allah’ın katında bir tarağın dişleri gibi eşitsiniz.”
Bu sözler, halkların kardeşliği idealinin ifade edildiği emsalsiz değerde güzel sözlerdir.
Hazreti Muhammed, halkların kardeşliği düşüncesini ilk olarak Yesrib’te mayalamış ve uygulamaya koymuştur. Yazımızın önceki bölümlerinde Yesrib’e göç ve kentin etnik ve dinsel durumu hakkında biraz bilgi vermiştik.
Hazreti Muhammed’in ve Mekkeli Müslümanların göçüyle birlikte Yesrib, büyük değişim ve dönüşüm geçirmiş, öyle ki kentin adı dahi değişmiştir.
Yesrib’i Medine haline getiren şey aslında kardeşlik projesinin hayata geçirilmesiydi.
Medine’de kardeşliğin tesisi için adına “Medine Sözleşmesi” denilen bir metin kaleme alındı. Bu bir anlaşma metni idi. Anlaşmanın tarafları Medine’de yaşayan Müslüman, Müşrik ve Yahudilerdi. Ayrıca Medine’deki Arap kabilelerine mensup az sayıdaki Hıristiyan da bu anlaşma kapsamında yer alıyordu.
Bu anlaşma ile bütün Medineliler, Mekke’den göç eden Müslümanlarla birlikte bir ümmet olmuşlardı. Bu, bugünün diliyle bir halk haline gelmek demektir. Çeşitli kabile ve çeşitli din ve inançlara, çeşitli geleneklere sahip olan Medineliler, aynı kentte yaşamak gibi bir ortak zeminde buluşup bir halk olmuşlardı. Bu, aslında bir nevi birkaç halkın bir araya gelip kuralları belli bir kardeşlik hukuku etrafında tek bir halk olması demektir. Bu anlaşma ile aynı zamanda Medine’nin sınırları da tespit edilmiştir. Böylece Yesrib bir devlet haline gelmiş ve artık adı da Medine – i Münevvere ( Aydınlık Şehir) olmuştur. Ayrıca bizzat Hazreti Muhammed tarafından Medine’ye Yesrib denilmesi yasaklanmıştır.
Anlaşmanın en önemli unsuru; Medineli Müslüman, Yahudi ve diğer inanç sahiplerinin din ve inançlarında özgür olduklarının hükme bağlanmasıdır.
Anlaşma ile bütün Medineliler tek bir ümmet haline geldikleri için şehrin dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunulması da ortak bir sorumluk olarak kabul edilmiştir.
Halkların kardeşliği idealinin peygamberi olan Hazreti Muhammed, Medine’deki tüm taraflarla yaptığı anlaşmadan önce Mekke’den gelen Müslümanlarla yani göçmenlerle, Medineli Müslümanlar arasında bir kardeşlik anlaşmasını hayata geçirmiştir. Buna göre Mekkeli Müslümanlarla Medineli Müslümanlar kardeş ilan edilmiştir. Kardeşliğin gereği olarak, Medineli Müslümanlar Mekkeli göçmenlerle mallarını ve evlerini paylaşmışlardır.
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını onlarla paylaşacak, birlikte çalışıp birlikte üreteceklerdi.
Hazreti Muhammed, barış dinine çağrı yolunda çok büyük güçlükler ve ihanetlerle de karşılaşmıştır. Düşmanlık ve şirk dininin temsilcileri kadar Peygamberle anlaşma yapıp anlaşmaya sadık kalmayanlar da ihanet ve güçlük çıkarma konusunda ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.
Nitekim hem Medineli Yahudilerin bir kısmı anlaşmaya aykırı hareket edip ihanet emişler hem de Mekkeli müşrikler Hudeybiye Anlaşmasına riayet etmeyerek aynı suçu işlemişlerdir.
Medineli Yahudiler, Medine Sözleşmesine aykırı olarak Müslümanların düşmanları ile ittifak etmişler ve Müslümanlara saldırmaları konusunda onlarla işbirliğine gitmişlerdir. Sonunda bu ihanetlerinin bedelini ödemişlerdir. Medineli Yahudilerin büyük kısmı Medine’den sürülmüştür. Zira onlar barış dini olan İslam’ı boğmaya azmetmişlerdi. Bu arada ifade edelim ki bazı Yahudiler peygamberin çağrısına uyarak barış dinine yani İslam’a geçmişlerdir.
Mekkeli Müşriklerin de, henüz üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen 10 yıllık bir müddet için yapılan Hudeybiye Barış Anlaşmasını çiğnemeleri ve Medine’nin himayesindeki bir kabileye saldırmaları, Hazreti Muhammed’in barışçı eylemlerine yönelik ağır bir darbe olmuştur.
Bunun üzerine barışın yeniden tesisi için Hazreti Muhammed’in tekrar çok yoğun çaba harcamasına rağmen Mekkeliler savaşta kararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sonuçta yeniden anlaşma sağlanamamış ve Hazreti Muhammed, Mekke’yi fethetmek için harekete geçmiştir.
Yola çıkılırken Müslümanlara şu buyruğu vermişti;
"Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz."
Hazreti Muhammed şehri savaşmadan teslim almak için yoğun çaba harcadı. Bu çabalar olumlu sonuçlandı ve şehir İslam ordusuna teslim oldu.
Hazreti Muhammed, Zafer Bölümü / Fetih Suresini okuyarak kente girdi.
Kâbe’ye vardığında, eski zulüm ve kargaşa düzeninin simgesi olan putları yıkıp kırarken de Gece Yürüyüşü Bölümü 81. Sözü / İsra Suresi 81. Ayeti okuyordu;
“...Gerçek olan gelmiş ve yalan ortadan kalkmıştır. Zaten yalan yok olmak zorundadır.”
Böylece yaklaşık 10 yıl önce kovulduğu kente barışı getirmeyi başaran Hazreti Muhammed, Mekkeliler için genel af ilan etti. Ve onlara hitaben yaptığı konuşmada da, Kâbe’de verdiği hutbede de barış vurgusu yaptı.
Hazreti Muhammed, Mekkelilere hitaben şu ayeti okudu;
“...Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf Bölümü92. Söz / Yusuf Suresi 92. Ayet)
Ardından şöyle söyledi:
“Hepiniz serbestsiniz!”
Görüleceği üzere Hazreti Muhammed, halkların kardeşliği idealinin yılmaz ve yorulmaz bir mücadelecisi idi. Getirdiği din barış dini idi. Onu kanlı cihatların peygamberi gibi göstermeye çalışmak tarihi hakikate aykırı olduğu gibi, insanlık onurunu da ayaklar altına almaktan başka bir şey değildir.
O halde biz de bir kez daha haykıralım;
Yaşasın halkların kardeşliği!
Saygı ve esenlik olsun barışın peygamberi Hazreti Muhammed’e!