Anadilde ibadete karşı çıkan Arapçı ve Arapçacı anlayışın temsilcileri, bu konu her açıldığında İmamı Azam Ebu Hanife’nin anadilde ibadete ilişkin verdiği fetvadan sonradan döndüğünü iddia etmektedir.
Bu iddia doğru mudur?
Hayır; kesinlikle doğru değildir.
Peki, neden böyle bir iddia gündeme taşınmaktadır?
Bunun nedenlerini tam anlamıyla kavrayabilmek için üç konuya projektör tutmak gerekiyor.
Bunlardan birincisi; İmamı Azam’ın görüşlerini aktaran eserlere ilişkin tutumdur. Buna göre, İmamı Azam Ebu Hanife’nin görüşleri onun öğrencilerinden biri olan ve imamın görüşlerini 6 eserle günümüze ulaştıran İmam Muhammed eş- Şeybanî’nin ( ölm. 189/804) eserlerinden alınmak yerine, 483/1090 tarihinde ölen es- Serahsî’nin kitabından alınmaktadır.
Bu yanlış ve bilinçli bir tutumdur. İlk kaynak dururken daha sonraki bir kitaba başvurmak isabetli değildir. İlk kaynakta böyle bir iddiaya dayanak oluşturacak hiçbir ifade yoktur.
Projektör tutmak istediğimiz konuların ikincisi ise şudur:
Ebu Hanife’nin görüşü ikinci – üçüncü el kaynakların kaygan zemininde sulandırılarak Arapça okuyamayanlara, dilleri alışıncaya değin geçici bir süre kolaylık tanıma olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Oysa İmam Muhammed, Ebu Hanife’nin fetvalarını aktardığı eserinin hiçbir yerinde böyle bir mazeret halinden ve geçici süreden bahsetmemektedir.
Ne var ki es- Serahsi’nin kitabında böylesi bir mazeret ve geçici süreden bahis vardır. O halde neden ilk kaynağa değil de ondan üç yüz yıl sonra yazılmış olan başka bir kitaba başvurulduğu anlaşılmaktadır. Zira bu, Arapçı anlayışın işine gelen bir kaynaktır.
Üçüncü konuya gelince…
İmamı Azam Ebu Hanife’nin Açan Bölümü’nün / Fatiha’nın çevirisi ile namaz kılınabileceği şeklindeki fetvasından vazgeçtiği yönünde bir iftira sahnelenmektedir. Bu apaçık bir iftiradır. Zira böylesi bir bilgi İmam Muhammed’in el-Camiu’s-Sağir adlı o ünlü eserinde hiçbir biçimde, ima yoluyla bile geçmemektedir.
İmam Muhammed, hocasının bu konudaki görüşüne karşı çıkmış biri olduğu halde onun sonradan bu fetvadan döndüğüne dair bir bilgi aktarıyor değildir. Eğer hocası görüşünden vazgeçmiş olsaydı bunu mutlaka aktarırdı. Çünkü o zaman kendi haklılığını tescil etmiş olacaktı.
İddia edildiği gibi İmamı Azam kendi görüşünü terk edip öğrencilerinin görüşüne dönmüş olsaydı bile yine de ortada büyük bir mesele olmayacaktı aslında…
Zira öğrencileri Arapça bilmeyenler için çeviri ile namaza, öğreninceye değin olsa da cevaz vermişlerdi. Buradan bakılınca öğreninceye değin ifadesi bize şu kapıyı açmıyor mu: Öğrenemezse ne olacak?
Öğrenemezse çeviri ile namaz kılmaya devam edecek!
Arapça öğrenmek yahut Arapça düzgün telaffuz ederek Fatiha okumayı öğrenmek aylar, yıllar alan bir meseledir. Bugün öğrendim zannedip Fatiha’yı Arapça okuyanların çoğu düzgün okuyamıyor. Çoğu yerde farklı anlamlara gelecek sözler söylüyorlar. Ne var ki öğrendim sanıyorlar ve o şekilde namaz kılmayı sürdürüyorlar. Oysa o namazların geçerli olabilmesi imkân dâhilinde değildir.
İmam Muhammed’in “el- Camiu’s-Sağir” adlı eserini şerh etmiş olan Abdülhayy el-Leknevî (ölm. 1304/1887) hiçbir kaynak göstermeden şöyle yazıyor:
“Ebu Bekr er- Razi (el- Cassas) Ebu Hanife’nin, öğrencilerinin görüşüne döndüğünü söylemektedir.”
Evet, bu iddia yalandır.
Zira Ebu Hanife’nin görüşünden döndüğü şeklindeki iddiayı ilk ortaya atan kişi, Ebu Isme Nuh b. Ebî Meryem (ölm. 173/789) adlı rivayetçidir. Bu rivayetçinin hadisçiler tarafından yalancılıkla itham edildiği herkesçe bilinmektedir. Başka bir deyişle bu kişi, hadis adı altında Hazreti Muhammed’e yalan isnat etmekle ünlü bir sahtekârdır. Ebu Hanife’nin görüşünden döndüğü iftirasını atan kişi işte böyle biridir. Ne yazık ki Arapçı ve Arapçacı zihniyet, Nuh b. Ebî Meryem’in yalanını aktarmakla yetinmeyip ona eklemeler de yapmıştır.
Şu herkes tarafından bilinmelidir ki, hadis ulemasına göre bir rivayetçinin “kizb” yani yalancılıkla itham edilmesi en ağır ithamdır. Rivayetçi sonradan tövbe etse bile artık onun rivayeti kabul edilemez. Dolayısıyla Nuh b. Ebi Meryem’in rivayeti hiçbir biçimde kabule şayan değildir.
İmam Muhammed, “el- Camiu’s-Sağir” adlı yapıtında konuya ilişkin sözcüğü sözcüğüne şöyle demektedir:
“İmam Ebu Hanife’ye göre; namazda Farsça iftitah tekbiri ile başlayan veya namazda kıraati Farsça yapan veya hayvan kesiminde besmeleyi Farsça çeken kişiye, Arapçayı güzel okuyabilse bile, Farsça okuyuşu yeterlidir. Ebu Yusuf ve Muhammed ise yeterli olmaz derler; ama Arapçayı güzel okuyamıyorsa Farsça okuyuşu onun için yeterlidir.”
Görüleceği üzere İmam Muhammed hocasının sonradan görüşünden döndüğüne ilişkin hiçbir bilgi aktarmamaktadır.
Ebu Hanife’nin fetvası, bazılarının ileri sürdüğü gibi çok yerel, geçici ve birkaç günlük mazeret hali için filan değildir. Son derece etkili, genel ve esaslı bir fetvadır. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi Selman Farisî’nin uygulamasını da esas alan bu fetva, Hanefî fıkhının oluşmasından önceki bir zamanda, bir asra yakın bir süre uygulanmıştır. Hatta bu konuda Farsça Kur’an’la nasıl namaz kılınacağını göstermek üzere Hüseyin b. Ali el- Basrî tarafından ayrı bir eserin kaleme alındığını, İbnünnedim (ölm. 385/995) ünlü “el- Fihrist” adlı çalışmasında bize bildiriyor. (Yaşar Nuri öztürk, Anadilde İbadet, s.120)
Konuya ilişkin iki noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.
1- Buhara’nın Müslümanlaşması sırasında bölge halkının merkezî bir camide Farsça çeviri ile Cuma namazı kıldığı ve bu uygulamanın onlarca yıl devam ettiği ileri sürülmektedir. Bu iddia için Ebu Bekr Muhammed b. Cafer en- Nerşahî (ölm. 348/959) “Tarihu Buhara” adlı yapıtı refere edilmektedir. Bazıları söz konusu çalışmada böyle bir bilginin yer almadığını da iddia etmekteler. Ancak şurası bir gerçek ki Buhara’nın ve İran’ın Müslümanlaşması sırasında belli bir dönem Farsça namaz uygulamasının olmaması tarihen imkânsızdır. Farsça namaz uygulaması olmasaydı anadilde ibadet tartışmaları ve Farsça namaza dair fetvalar fıkıh külliyatında bu denli yer almazdı. Kaldı ki her şeyden önce sahabî Selman Farisî’nin içtihadı ve fetvası tarihen sabittir.
2- Çeviri ile namaz kılmaya cevaz veren mutlak müçtehid sadece İmamı Azam Ebu Hanife değildir. Tâbiûn nesli bilginlerinin tartışmasız hocası ve önderi olan ve tüm alanlarda müçtehid ve otorite kabul edilen Hasan el- Basrî (ölm. 110/728) ile sûfî bilgin Habib el- Acemî (ölm. 120/737) de bu konuda İmamı Azam Ebu Hanife gibi düşünmektedir.
Abdülali Muhammed b. Nizamuddin Ensarî’nin bildirdiğine göre, Habib el- Acemî, Arapçaya dili çok yatkın olmadığı için namazlarında Kur’an’ın Farsça tercümesini okurdu. Yakın dostu Hasan el- Basrî de buna takriren onay vermiştir.
Görüleceği üzere Habib el- Acemî ve Hasan el- Basrî çeviri ile namaz konusunda Ebu Hanife ile aynı çizgidedirler. Üstelik bu iki bilgin Ebu Hanife’den daha evvel yaşamışlardır. Ebu Hanife Hicri 150 yılında şehit olmuştur. Hasan el- Basrî, 110, el- Acemî ise 120 yılında vefat etmiştir.
Hasan el- Basrî ve Habib el- Acemi kadar Arapçaya vakıf olamayanların Arapça ibadet konusunda ısrarcı olmaları gerçekten çok şaşırtıcıdır. Ne var ki bunun sebebi Arapçanın kutsanması sorunudur.
Kur’an’ın iletisini / mesajını Arapçanın üstünlüğü şekline dönüştürmek ve Allah’a ibadeti Arapça bilmeye bağlamak, akla ve İslam’a tümüyle aykırı bir tabuculuktur. Bu tabu yüzündendir ki, Kur’an’ın çevirisini yapmanın en büyük engeli daima; “Arapça kutsal bir dildir,” söylemi olmuştur.
Dilin kutsallığı gibi fetişist bir sapmayı aşamayanlar, iletinin / mesajın kutsallığına bir türlü ulaşamamışlardır. Bunun sonucunda da Kur’anî iletilerin yaşama geçirilmesi yerine Arapçacılık tutkusu din haline getirilmiştir.
Bu tutku, Kur’an’ın (Fatiha’nın) ilk çevrildiği yabancı dil olan Farsçanın kutsallaştırılmasına da yol açmıştır. Daha evvel de belirttiğimiz gibi Kur’an’ın tümü bağlamında ilk çeviri aslında Berberîceye yapılmıştır. Ne var ki Berberîce Farsça kadar siyaseten etkili bir dil olamadığı için Farsçaya ilişkin kutsallaştırma rakipsiz bir biçimde öne çıkmıştır. Bunda Fatiha’yı Arapça dışında bir dile yani Farsçaya ilk kez çeviren Selman Farisî’nin bir sahabî olmasının da büyük etkisi vardır.
Selman’ın otoritesini aşamayanlar, Arapça ile birlikte Farsçaya da kutsallık atfederek bu saplantının çerçevesini büyütmüşlerdir. Oysa bütün diller o dili konuşan halklar için kutsal görülebilir. Bunu yalnızca Arapça ve Farsçaya özgü kılmak tam bir fetişizmdir.
Farsçayı kutsayanlar Kur’an’ın Farsça dışında bir dile çevrilmesini de engellemek istemişlerdir. Böylece Kur’an ya Arapça okunacak ya da Farsça okunacak ama asla bir üçüncü dile çevrilemeyecek! Tüm bu saplantılara rağmen Kur’an hem Berberîceye hem de Türkçeye çevrilmiş ve yüzyıllar boyunca bu çeviriler okunmaya devam etmiştir. Ne var ki ibadet sırasında Farsça çeviri ve Berberîce çeviri kullanılmış, ancak Türkçe çeviri yüzyıllarca bu imkândan mahrum bırakılmıştır. Ta ki Cumhuriyet devrimine değin… Cumhuriyet devrimi sırasında bu konuda bazı çalışmalar yapılmıştır. Bir kısmına Türkçe ezan konusunu işlediğimiz yazıda değindik. Bu arada ifade edelim ki, büyük Atatürk’ün cenaze namazı Türkçe tekbir, Türkçe selam ve Türkçe dualarla kılınmıştır.
Tekrar konumuzun aslî mecrasına dönecek olursak…
Arapça ile birlikte Farsçanın nasıl kutsandığına ilişkin bir örnek sunalım:
Farsçanın kutsallığı inancını yerleştirmek için Hazreti Muhammed bile kullanıldı. Ona izafe edilen yalan aktarımlar devreye sokuldu. Buna göre Hazreti Muhammed, Arapçanın yanı sıra bazı zamanlar Farsça konuşuyormuş! Öyle ya, peygamber Farsça da konuştuğuna göre sadece Arapça değil Farsça da kutsal bir dildir.
Ünlü Mesnevî şârihi (şerh edicisi) Ankaralı İsmail Rasûhî (ölm.1041/1613) “Şerh-i Ehadis-i Erba’în” adlı çalışmasının ilk hadisi açıklayan bölümde şu satırlara da yer vermiştir:
“Arapça yanında Farsça da üstün bir dil oldu ve Hazreti Peygamber’in bazı zamanlarda Farsça konuşmasından dolayı şeref kazandı. Ve bu iki dil, yani Arapça ve Farsça cennet halkının dili oldu. Farsçanın cennet halkının dili olmasının delillerinden biri de Farsça ile namaz kılmanın bizim mezhep imamımıza göre caiz / geçerli olmasıdır.”
Türklerin İslam sonrası dönemde yüzyıllar boyunca yalnızca Arapçanın değil Farsçanın da etkisi altında kalması ve Türk dilinin Arapça ile birlikte Farsçanın da yoğun sözcük saldırısına maruz kalması aslında bir yönüyle bu iki dilin yani Arapça ve Farsçanın kutsal diller olarak propagandasının yapılmış olmasından dolayıdır. Türklere kendi dillerinin değersizliği ve yetersizliği düşüncesi Arapçı ve Farsçı sözde bilginler, yazarlar ve şairler tarafından zerk edilmeye çalışıldı. Ne var ki Türk dili, bütün bu sapkın anlayışlara karşı varlığını ve gelişimini sürdürmeye devam etti.
Bu tümceden olarak belirtelim ki, Türk dilinde ibadet hakkı, Türkçenin varlık ve gelişimi mücadelesi ile yakından ilgili bir konudur. Bu konunun etraflıca anlaşılması ve yaşama alanı bulabilmesi Türk kimliği için yaşamsal önemdedir.