Gece katıldığım televizyon programında dilimin kemiğine sahip olamayınca “Umarım sabah gözaltına alınmam” sözleriyle bitirdim konuşmamı.
01:00'den 03:00’e kadar sosyal medyadaki yorumları okuyup uykuya teslim olmuştum ki 05:39’da evimizin neşesi Nefes’in havlamasıyla uyandım. Geceden tedbirli yatınca kapının çalındığını zannettim önce. Eşofmanımın üzerini giyip kapıyı açtım… Kimsecikler yok… Bina kapısının ekran görüntüsüne göz attım. İn-cin top oynuyor. Köpişimiz Nefes ile göz göze geldik. “Ağzı var, dili yok” denen sadık dost çalışma odamın penceresine doğru koştu. Koruma güdüsü ile konup, rızkını arayan kuşlara havlamış gariban. Mahcupça başını eğdi. Ödül maması verip başını okşadım. Ancak uyku haram… Bugün sıra gelmediyse de kim bilir... “Aynı saatlerde kaç genç gözaltına alındı?” sorusu zihnimi kurcaladı.
Yaş ilerledikçe duygusallık da artıyor. İçli bir türkü sızlatıyor yüreğimizi. Televizyondaki bazı görüntüler yaşartıyor gözlerimizi.
Elektrikli alette su kaynatıp güne bu defa erken yeşil çay ile başladım. 45 yıllık kadim dostumdan çektiğim derin dumanı üflerken “Sahi gözaltına alınsam neler yaşardım?” diye düşünmekten de alamadım kendimi.
1980’in öncesi ve sonrasını yaşayan bizim “Yitik Kuşak” için aslında sıradan olayların başında gelir gözaltı. “Siz hiç hapis yattınız mı?” ile başlayan seri yazılar; “Karakoldan Pembekol’a Uzanan Yol”, “Gözaltı Kılavuzu”, “Gözaltı, sadece gözaltı değildir” ve “Burası Dingo’nun Ahırı değil!” ile devam etmiş.
Binlerce meslekdaşım gibi “İşsiz gazeteci” ordusunda inadına görev yapmanın acısı da tarifsizdir. Lafa gelince “Limon satarım” diye boru boru konuşan gazetecilerin arasından bir tekinin dahi limon sattığını ne gördüm ne duydum. Bu mesleğe bulaşanların ailesi varlıklı değilse ki çoğu öyledir. Başka iş yapamazlar. Çoğu da kahrından vaktinden çok önce ölürler…
Gazeteciler Cemiyeti’nin “24 Saat Gazetesi” bir nevi sığınma limanımız oldu. Reyting denilen izlenme, okunma, takip gibi düşüncemiz olmadığı için “Suya, buza, buluta yazma” alışkanlığımızın körelmemesi için “Ufuk Çizgisi”ne devam edişim esnasındaki çoğu nostalji kokan yazıların ilgi çekmesi üzerine yine dolduruşa geldim. “Çok okunuyor, en çok yorum size geliyor” gazlaması ile ertelediğim projelerin alt yapısını oluşturmak için yeniden heyecanlandım.
Oysa zaman kötü! “Gözaltı Kılavuzu” ve “Hapishane için Faydalı Bilgiler” adını vereceğim kitaplar yüzünden “Halkı kin ve nefrete sevk” suçundan yargılanmaktan doğrusu tırsıyordum. Ardından “Anayasayı ilga, iktidarı yıkmaya yönelik örgütsel faaliyet”ten tutuklanmak gibi riskler olduğu gibi “Tek kişilik örgüt”ten senelerce Sevgili Sarp Kuray Ağabey gibi hapis yatmak da kaderimin arasına itina ile giriş yapabilirdi. Türk siyasi tarihinde en uzun süre hapis yatanlar arasında fikri namusundan taviz vermeyen gerçek anlamda “Romantik Devrimci Hikmet Çiçek”i toprağa vereli henüz bir hafta bile olmadı. O’nu en güzel 5.5 yıl birlikte hapis yatan Mustafa Dönmez ile Türk Edebiyatının nirvanası Nihat Genç yazdı… Böylesi güzel insanların bir dönem en yakın yoldaşları tarafından satılması ayrı mevzu. Tarih her olayı ve dokunulmaz zannedilenleri zamanı gelince adilce yargılayacaktır.
Biz dönelim okuyucularımızın merak ile beklediği, yeni nesil gençlerin her an karşılaşabileceği yaşanmış: “Gözaltı öyküleri”ne…
Gazeteciliğin en keyifli, en anlamlı dalının “Polis-Adliye Muhabirliği” olduğunu her fırsat da dile getirdim. Bu konunun hakkını veren meslektaşlarımız ne yazık ki yaşadıklarını, tanık olduklarını, inceledikleri belgelerdeki ayrıntıları yeni nesillere aktarma görevini tam anlamı ile yerine getirmediler. Bir dönem “Mizah”ını yazmalarını sıkıyönetim koşullarına bağladım. Fakat “Anı-Belgesel”de çoğu tembellik yaptı.
Mesleğe yene başladığımızda “Gece muhabirlerin”den neler dinlerdik, neler… Başkent Ankara, gece aleminde İstanbul’dan fersah fersah ileridir. İstanbul’da gece hayatına dair binlerce fotoğraf, magazin haberleri bir dönem “Televole” adı ile bütünleşip ana haberlerin, tv programlarının vazgeçilmezi oldu. Ancak sabun köpüğü gibi günlüktü olanlar. Oysa “Pezevenk Osman Efsanesi” halen kıdemli gazetecilerin fovorisidir.
Hemen özetleyelim:
Başkent’in gece hayatında “Pezevenk Osman” diye biri türemiş. Sermaye olarak 70-80 kadının sırtından milyonları kazanmış. Bir gece kulubünde garibanın birini fena halde silkeleyince şikayetçi olmuşlar. Darp ve gaspın yanında hastahane raporu da eklenince alıp ahlak şubesine getirmişler Osman’ı… O yılar “Karakol” dönemi kamera kaydı, avukat zorunluluğu vs yok. Osman’ı nezarethaneye tıkarken ayakkabı bağlarından, kemerine kadar herşeyini çıkarmışlar. Uygulama halen böyle. Jopların biri kalkıyor diğeri iniyor. Osman “Allah!” diye bağırdıkça şubenin kıdemli polisleri: “Burada Allah yok! Peygamber izne çıktı” cevabını verip “Hadi ulan seni kim kurtaracak!” diye manyatolu telefon ile inceden elektro şok tedavisi bile yapıyorlarmış.
60’lı, 70’li yılların iletişim teknolojisi kızılderelilerdeki duman ile haberleşme gibi. Osman ıslatılıyor, kurutuluyor ve yumuşatılıyor. Derken devrin hatırlı siyasileri geliyor şubeye. Bond çanta içinde deste deste para ile giriyorlar yetkilinin odasına.
Köhne ahşap masanın üzerine tebeşir ile “Pezevenk Osman” yazmış devrin görevlileri. Adı Siyasi baskı, torpil ya da günümüzün deyimi ile bedel, tebeşir ile yazılan “Pezevenk Osman” yazısının üzerine seriliyor bankanotlar… Kodamanlar meydan okurcasına yeniden soruyorlar: “Ne yazıyordu paranın altında? Bir süre sessizlik çöküyor; önce cılız ses ile biri: “Osman Bey” yazıyor diyebiliyor. Kapitalizm böyle bir şey! Bir daha soruyor sermayenin sahipleri: Hep birden yüksek ses ile “Osman Bey!” demek zorunda kalıyor emir kulları.
En başından belirttiğim gibi meslek büyüklerimizin anlattıkları bu olay bir dönem efsane olmuştu. Rivayet sonuç da ancak Türkiyemiz bu gerçekleri şu yada bu şekilde yaşadı!
Günümüze iz düşümlerinde kokain çeken için “Pudra şekeri” tutanağına tanık olmadık mı?
Sahi aralarında ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Yıldız, Hacettepe, İstanbul Üniversitesi gibi güzide okullarımızın gözaltına alınan memleketin en zeki öğrencelerin arasında milyon dolarlık servet sahibi ailelerin çocuklarına rastladınız mı? Ya da iktidarın gözdesi müteahitlerin, tarikat mensuplarının, yüksek bürokratlardın evlatlarına reva görüldü mü gözaltı? Ya da tutukluluk?
Not: Başta Prof. Dr. Ümit Özdağ ve Ekrem İmamoğlu olmak üzere hukuken değil siyasi olarak tutuklu bulunan gençlerimizi yürekten selamlıyorum.
Ve bu konuya inatla devam edeceğimizi hatırlatıyorum.