Korumamız gereken tek bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardır ve korunması adına ilelebet mücadele etmek boynumuzun borcudur.

Yeni Türkiye kavramı önce bir atıf olarak ortaya çıktı. İleri demokrasi dedikleri garabet bir propaganda söylemi ile hayatımıza girdi. Kemalist ilke ve devrimlere açılmış savaşın örtülü propaganda aracıydı bu. Onlara göre devrimlerin muzaffer bekçisi Türk Silahlı Kuvvetleri tehlikeli bir kurumdu ama baklayı ağızlarından bir türlü çıkaramıyorlardı. Büyük bir yalan şebekesi üzerine, o vakitler hasreti sona erdirmek istedikleri hocaefendileriyle (Fetullahçı Silahlı Terör Örgütü ve Casusluk Şebekesi) beraber bir oyun tertiplediler ve Balyoz ile Ergenekon isimlerini verdikleri kumpas davalarını yürürlüğe soktular.

Yıllarca Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kusulan nefrete şahit olduk. Demokrasi, açık toplum, sivil yönetim ve benzeri oyunlarla Türk Ordusu’nun varlığı belli klikler tarafından sorguya açılmıştı. Yıllarca ilmek ilmek işledikleri söylemlerle halk ile ordu arasına nifak tohumları ekmeye çabaladılar. Günü geldiğinde de aldıkları sınırsız yardımlar ile kumpas davalarını başlatacak ve Türk komutanlarına terörist diyecek kadar arsızlaştılar.

Siyasal islamcı tarikat ve cemaatler, etnik bölücüler, manda ve himaye isteyenler, “yetmez ama evet” diyenler, foncular ve benzeri oluşumlar bu süreç içerisinde kendilerine biçilen rolleri büyük bir şevkle oynadılar. Savundukları fikirlerin, empoze etmeye çalıştıkları propagandanın ne kadar safsata olduğunu bilerek yaptılar bunu. Bu yaftalama, karalama, itibar suikastı fikirleri ile bir ulusun geleceğini kendi şahsî çıkarları için yok ettiler.

İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün uyardığı dahilî düşmanlarımız bu kişilerdir.

O ihanet günlerinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok görünen kanadını demokrasi adı altında adım adım sivilleştirme çabaları hız kazandı. Büyük Ortadoğu Projesi diyerek başladıkları oyun artık yerini Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa kavramlarına bırakacak noktaya getirildi.

Defaatle tekrarladığımız bazı kavramları hatırlatmakta fayda görüyorum. Bunlardan bir tanesi Anayasanın ne denli önemli bir belge olduğudur. Bir ülkenin kurucu ve en üst bağlayıcı metni olan Anayasa, kimsenin canının keyfine ve isteğine göre uyacağı bir metin değildir. Anayasanın bir ruhu vardır ve yasama, yürütme ve yargı tüm işleyişini bu ruhtan alır. Bütün kanunların maddeleri, uluslararası anlaşmalar, kararnameler ve normlar hiyerarşisine giren tüm belge ve metinler Anayasanın ruhuna uymak zorundadır. Yasama, yürütme ve yargı mensupları hiçbir şekilde Anayasaya karşı bir işlem ve tasarrufta bulunamaz. Anayasa, ülkenin rejimi için hayatî unsurları içinde barındırır.

İlmek ilmek işlenen bu oyunda, özellikle son haftalarda, bir hayli enteresan söylemler gündeme düştü. Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi, artık mecliste dahi temsiliyet kazanmış olan etnik siyaset yönünden bölücü, dinî bakımdan ise ümmetçi kabul edilecek olan HÜDAPAR’ın Kuvvet Komutanlarımız ile verdiği fotoğraftı. Kısmî bir infial yaratan bu sahne ardından ise Malazgirt Zaferi’nin mimarları olarak Araplar ve Kürtler de senaryoya dahil edilip bu zaferin İslam dünyasına ait olduğu söylendi. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı da Yeni Anayasa çalışmaları içerisinde ülkemizin etnik kimliklerini her konuşmasında artırarak sürdürmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi uyarınca değiştirilmek istenen sınırlar uzun zamandır yürürlüğe konulmak isteniyorken bu projenin ekmeğine yağ sürecek adımların bir anda peş peşe atılması tesadüf olabilir mi? Siyasal İslamcıların ve bölücülerin ortak hayali olan eyalet sisteminin bir fısıltıdan öteye geçip artık açık açık dillendirilmeye başlaması asla tesadüf değildir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anayasada da belirtildiği üzere, üniter ve laik bir devlettir. Peki, üniter ve laik devleti savunmak adına teğmenlerimizin ettiği yemine kimler bir araya gelip tepki gösterdi? Hiçbir alakası yokken, Türk Ordusu’na içten içe nefret duyanlar anında kalemlerine sarılıp yeni bir darbenin çığırtkanlığına soyundu. Halbuki gerçek darbe Anayasa üzerinden işleyişe konulmuştu.

2011 yılında, Anayasa Profesörü Kemal Gözler’in “Aslî Kurucu İktidar – Tali Kurucu İktidar Ayrımı: TBMM Yeni Bir Anayasa Yapabilir mi?” makalesinde, Yeni Anayasa tanımının tehlikesi gözler önüne serilmiştir. Yeni bir anayasada mevcut rejim ilga edilir. Bu devlet yapılanmasının tümden değişeceği anlamına gelmese dahi rejimin değiştirilmesi bu hukuki boşlukta mümkündür. Böyle bir durumda üniter ve laik yapının lağvedilmeyeceği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı vatandaşlık kavramının değiştirilmeyeceği, özerk yönetimlerin önünün açılmayacağı nasıl garanti edilebilir? Edilemez çünkü altını çizmeye çalıştığımız unsur tam olarak budur. Darbe anayasası adı altında mevcut demokrasinin daha ileriye götürülmesi isteği ve sivilleştirme çabaları özünde tam olarak da bunu barındırmaktadır: Rejim değişikliği.

Propagandanın ve siyasetin ahlakından adım adım uzaklaşılan her günde Türk ulusunun beyni yıkanmaktadır. Bu harcanan çaba hukuku, adaleti, ekonomiyi ve hatta en sonunda kutuplaştırma ve düşmanlaştırma emelleriyle Türk ulusunun ahlaki yapısı ile değerlerini bitirecek kadar büyük bir çabaya dönüşmüştür.

Gündemimizden eksik olmayan kadın cinayetleri, çocuk istismarları, ihmale dayalı her ölümü “kader” diye geçiştirmeleri, dolandırıcıların serbest kaldığı, yatırım(!) yapan her yabancının vatandaşlık aldığı, yatırım yapacak durumu olmayanların da sınırdan güvenle geçebildiği, iktidar erkinin ve savunucularının Türk subaylarına parmak sallayabildiği, hıyanet yuvalarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi kurumlarının yanında temsil edilebildiği bir rejimin ismidir bu “Yeni” kelimesi.

De facto (fiili) olarak neredeyse bitirdikleri ve Yeni Türkiye dedikleri bu rejimin de jure (hukuki) boyutu da Yeni Anayasa’dır.

Korumamız gereken tek bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardır ve korunması adına ilelebet mücadele etmek boynumuzun borcudur.