1800’lü yıllardan bu yana “Girenin, çıkanın belli olmadığı” yerler için “Burası Dingo’nun ahırı mı?” neredeyse özdeyiş haline gelmiştir.

“Dingo” denince bizim “Necip millet” tamamı İtalyan ve Belçika kökenli, Amerika’nın kuruluş aşamasında önceki ünlü çizgi romanlarını hatırlar. Teksas, Tommiks, Teks, Zagor, Kaptan Swing vs… Çocukluk yıllarımızda bizde az okumadık. “Hay aksi kör şeytan!” repliklerini. Oysa “Dingo’nun ahırı yüzde yüz yerli. Osmanlı’ya ilk tramvay 1872’de gelmiş. Elektrikli değil. Atlar çekiyor. Taksim yakınlarında ahır işleten Rum Dingo, devrin idarecilerine rüşvet verince tramvayı çeken atlar Dingo’nun ahırına çekilir. Tabii para ile. Ayrıcalıklıdır Dingo. Devletin ahır işletmeciliği yanında ruhsatsız meyhaneden, kadın pazarlamasına kadar dönemin yasalarına aykırı işlerini de  koruma altında gerçekleştirir. Girenin çıkanın belli olmadığı söz konusu mekandan dolayı halk arasında “Dingo’nun Ahırı” tabiri oluşur. İki yıl üçlü öğretim yani “Sabahçı-öğlenci-akşamcı” olarak eğitim gördüğüm Ankara-Yenimahalle-Demetevler İlkokulu’nda günlük olağan akıştaki aksaklıklara öfke ile “Burası Dingo’nun ahırı mı?” deyimini ilk defa duymuştum. 

Ortaokulda matematik öğretmenimiz sıkça kullanırken bir de tebeşir fırlatırdı yüzümüze. Derken kanıksadık…

Kahvehanede, meyhanede ve hatta kütüphanede kuralları çiğneyenler için yüksek perdeden tekrarlanırdı bu söz.
Ev araması, gözaltı ve ters kelepçeden sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getirilip, birkaç koridordan sonra “Bekle burada” komutunda ilk dikkatimi gözlerini tavana dikip hareketsiz duran eski bir dost çekti.  Benden bir ya da iki yaş küçük. Fakat 80 sonrası yapılanmada yollarımızın kesiştiği, fikir ayrılıkları yaşamamıza rağmen aynı gazetede yazan kişi olarak “Hayrola kardeş” dedim. Gözlerini tavandan ve yüzünü dayattıkları duvardan ayırmadan: “Abi, vallahi bilmiyorum. Sabah namazından sonra evi basıp; beni buraya getirdiler…” der demez: Bizim gözaltıcı polislerin tekmili birden aslan kesildi…
“Ne oluyoruz ulann! Burası Dingo’nun ahırı mı? Konuşmak yasak! Bakışmak bile yasak! Akıllı olun! Aklınızı alırız!..” 
Ne de olsa “Eski kaşarız”, geçmişten antremanlıyız. Karakolun; pembekola dönüşü, kamera sistemi, işkenceyi önleme tedbirleri yanında birazcık da medyadaki markamıza güvenerek dikildim:

“Ne yani; beni dövecek misin? Daha ifademi almadan Fetö gibi yandaşlarınıza bilgimi sızdıracaksınız? “Vurun ulan ölmem! Hadi vurun! Vatanını en çok sevenin görevini en iyi yaptığını bakalım kim ispatlayacak!”  sözleri ile çizmeyi aştım. Gözaltıcı polisler böyle tabiri caizse “Gider” beklemedikleri için  bir süre sessiz kaldılar. Ama koridorlarda fena olmayan sesimin yankısı işitilmiş ki olgun tavırları ile “Ne oluyor orada?” ünlemesi ile sivil kıyafetli, duruşunda tecrübe olan amir ya da müdür yardımcısı rütbeli bir idareci kararlı adımlarla yaşlaştı: “Olay yeri”ne.

“Müdürüm bu artistlik yapıyor. Kuralları, emirleri hiçe sayıyor” dedi bizim operasyon ekibinin kirli sakallısı.
Sonradan öğrendim yönetici beni medyanın yanında “Fetö ile mücadele”mi hatırlamış olmalı ki: “Siz “İmamların Öcü”nün yazarı değil misiniz?” diye sordu. Bir an “Bingo!” dedi içimdeki ses. “Halden anlayan birini bulduk galiba” diye ümitlendim. Haksız da çıkmadım. Elini uzattı. Ama ben halen ters kelepçedeyim. Çıkarın lan… Burası bizim kontrolümüzde!” çıkışındaki öfkeden tırstı memurlar. Tırnak makasına benzer bir cihaz ile söküp attılar. Eli ile işaret ettiği makam odasına aynı hizada yürüdük. Nezaket kuralları gereği öncelikle girmemi sağlayıp; makamına oturmadan kibarca koltuğu işaret edip vücut dili ile rahat olmamı ihsas etti. Oturdum…

Önce çay söyledi. Daha gelmeden sigara ikram edip üzerine de yaktı: “Üstat kimin eli kimin cebinde anlamak da güçlük çekiyoruz. Bu kısmın amiri olarak bazen zor anlar yaşıyorum. Görevdeki arkadaşlarımızın eğitim-kültür-bilgi seviyesi malumunuz. Lakin canınızı sıkmayın. Mutlaka adalet yerini bulur. Ve siz de orada yerinizi alırsınız!” deyince bir miktar rahatladım.

Çayların üçüncüsü gelip, sigaranın dördüncüsü yanınca “Galiba yırttık” algısı ile rahatladım. Telsiz anonsuna, cep telefonu eklenince yetkilimiz kibarca izin isteyip gidince bana da “Nezarethane” yolu göründü.

Operasyon erken başlamış “Cürüm” adı verilen “Suç ortaklarımız” benim gibi problem çıkarmadığı için yan yana sıralanmış demir parmaklı beş hücrede yerlerini alıp, mat bakışlarla bekleyiş içindelerdi.

Hasbelkader “Cezaevi raconu”nu da bilirim. “Allah kurtarsın” yerine yapmacık tebessüm ile “Günaydın arkadaşlar” dedim. Demez olaydım. İçerdekilerin yedisi benimle beraber aynı suçtan gözaltı. Diğer dokuzu neredeyse bir aydır “Fetö 15 Temmuz darbesi” iddiasıyla orada. Bir nevi “Coğrafya kader”dir değilse “Nezarethane gerçektir” ile yüz yüzeyiz.
Üzerine demirkapı kapandığında kahir çoğunluk saf ile namaza durmuş; akabinde uzun süren “Dua faslı” ile ibadet halindelerdi.

Demir parmaklıklar üzerinde sıra ile 50 cc’lik pet şişeler asılıydı. Garibime gitti. “Bu ne ya?” diyerek girdim tahsis edilmiş nezarethaneye…

“Üstadım; çok cereyan oluyor. Alttan, üstten, yandan rüzgar giriyor ve biz battaniyelere rağmen çok üşüyoruz. Demir parmakların arasına koyduğumuz pet su şişesi içme suyu değil. Rüzgarı, cereyanı kesmek amacıyla mecburen yerleştirdik. Çoğumuz hasta olduk” dedi. Duasını bitiren “Fetöden gözaltı”nda bulunan polis. Ardından; “Biz sizi tanıyoruz. Haksız ve hukuksuzluklarla mücadelenizi biliyoruz. Üstelik ben sizin komsunuzum Yenimahalle'den, polis karakolunda görevliydim. O gece, 15 Temmuz’da görevimin başındaydım. Allah şahit ki hiçbir konuda kaydım olmadı. 34 gündür buradayız. Banyo yapamadık. Kokumuz vardır. Lütfen bizi maruz görün. Kumanyalarımızdan ayırdığımız gravyer peynirleri, ekmek ve suyu paylaşalım. Bizim sesimizi, suçsuzluğumuzu ve de masumiyetimizi en iyi siz anlatırsınız…” demez mi?
Kızdım ama!

Rutin ifadelerimi alırken “Siz de çizmeyi aşmışsınız!” diyen “Eleman”lar uçuşmuş, kısa süre önce Kafir, zındık, münafık “ gördükleri, kontrollerindeki medyada alenen “Haysiyet cellatlığı” yaptıkları “Düşman”larından medet umar hale gelişleri bile öfkelendirdi beni. 

“Bak aslanım sana tek sorum var? Bu, birilerinin “Mehdi” zannettiği “Kayıp kardinalin adının ne olduğunu söylerseniz; size inanırım. Adı “Fettullah mı?” yoksa gerçekte “Fettula mı?”… Kerize yattılar. Anlamadıklarını iddia ettiler.

Döndüm… Tebessümle “Ben bunun “Kolonizatör Türk Dervişi olduğunu zannediyordum. Herif misyoner çıktı… “ Buna ne diyorsunuz? Sorumun da cevabı yoktu.

Aynı iddia ile gözaltına alındığımız nezarethane arkadaşlarımızdan diğeri araya girip: “Cinsel sapıklığı ile de ciddi iddialar var abi” demez mi?

Kaşlarımı çatıp: “Şahidi var mı?” diyerek kestim sözünü. Turizm ve iş dünyasında ciddi yatırımları olan bir diğeri ise: “Hocam; bana çöktüler! Üstelik yıllarca “Himmet ödedim bunlara” deyince: “Sen; Sus! İsteyerek ya da istem dışı haracını vermişsin konuşmaya hakkın yok” cevabı ile bir nevi raconu kestim…

NOT: Başta Prof. Dr. Ümit Özdağ ve İBB Başkan Ekrem İmamoğlu olmak üzere; haksız, hukuksuz tutukluları yürekten selamlıyorum.
Gözaltı ve tutukluluk da geçen cezaevi muhabetlerime yeni nesile ders bilmeyenlere ibret niyetine devam ederken bütün canlıları soğuktan koruyan battaniyenin olağanüstü kokusuyla nasıl yüzleştiğimizi de tanıkları ile yazacağım.