18 Nisan... Saat 18.45
Kalemim cebimde, fotoğraf makinam yanımda, ses kayıt cihazım cebimde, tozlanmış spor ayakkabılarımda günün izleri. Boynumda bir kart: "Basın."
Tünel Meydanı’na yaklaşırken hemen gözlemlerim başlıyor. Tünel'in çıkışı kapatılmış, sokaklara bariyerler yerleştirilmiş, polis adeta her yeri çevrelemiş.
Henüz saat 18:45, ancak CHP’nin organize ettiği "Filistin’le Dayanışma Yürüyüşü" başlamadan, bir bitiş havası var.
İlk gözlemim şu:
Kalabalık ürkek değil, ama tetikte. Ellerinde Filistin bayrakları, kefiyeler, bazıları çocuk arabalarıyla gelmiş, bazıları ise bastonlarına yaslanmış. En önde gençler var. Bir grup liseli dikkatimi çekiyor. “Sadece yürümeye geldik,” diyorlar. “Sadece adalet demeye.”
Yanlarına yaklaşıyorum. Elif, 17 yaşında, gözlerinde korku yok ama bir hayal kırıklığı var. "Gazze'de çocuklar ölüyor. Biz burada birkaç adım atınca suçlu oluyoruz. Bu normal mi?" diyor.
Yürüyüş güzergâhı polis tarafından engellenmiş durumda. CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, polis amirleriyle tartışıyor. Tartışma uzadıkça, Çelik'in sesi yükseliyor:
“Bu anayasal bir haktır. Neden Galata’da yürüyenler sorun yaşamadı da biz burada suçlu muamelesi görüyoruz?”
Bir cevap yok. Sadece soğuk bir "talimat böyle."
Yavaşça etrafımdaki insanlara yaklaşıyorum. Yaşlı bir amca, bastonuna yaslanmış, olanı izliyor. Adı Hakkı.
“Ben 1980’de Kenan Evren yürüyüşlerini gördüm evladım. O zaman bile bu kadar saçma engelleme olmazdı.”
“Peki, neden buradasınız?” diye soruyorum.
“Vicdanımı rahatlatmaya geldim. Filistin’de bir çocuğun başı kanarken ben burada oturamazdım,” diyor.
Aniden sloganlar yükseliyor:
“Nehirden denize özgür Filistin!”
“Tam bağımsız Türkiye!”
Ve hemen ardından polis anonsu:
“Attığınız slogan kanunsuzdur. Lütfen dağılın.”
Yanımdaki 22 yaşındaki üniversite öğrencisi Büşra dönüp bana:
“Tam bağımsız Türkiye demek nasıl suç oldu? Atatürk’ün sözüydü bu,” diyor.
Sesi çatallaşmış, pankartını indiriyor. “Bu ülkede artık kelimeler bile suç,” diyor.
Ve ekliyor:
“Yürümek yasak, slogan yasak, üzülmek bile izne tabi sanki.”
Bir çift bebek arabasını iterek yürüyüşe katılmak istiyor, ancak polis kordonuna takılıyorlar. Genç baba sinirli ama sakin bir şekilde:
“Birkaç ay önce Galata Köprüsü'nde binler yürüyordu. O zaman trafik kesiliyordu, bugün metrolar kapalı. Demek ki mesele yürüyüş değil, kim yürüyorsa o,” diyor.
Eşi sessizce ekliyor:
“Filistin’in acısı bile siyasi hale geldi. Yazık.”
Kenarda bekleyen bir grup öğretmeni fark ediyorum. Ellerinde dövizler:
“Çocuklar ölmesin.”
Sevgi Hanım, emekli öğretmen, bir şekilde bana yaklaşarak:
“Bize burada suçlu gibi davranıyorlar ama ben bir ömür çocuklara insan hakları anlattım. Şimdi polis megafonundan ‘yasa dışı slogan’ diye bağırıyorlar. Bu çelişkiyle nasıl yaşanır?” diyor.
İnsanlar yürüyemiyor ama öfkeleri adım adım ilerliyor.
Barikatların önünde her cümle bir tanıklık haline geliyor.
“Gazeteci misiniz?” diye soran genç bir kadın bana yaklaşıyor.
“Yazın lütfen,” diyor. “Bugün bize sus dediler. Ama siz yazarsanız en azından birileri duyar.”
Adını söylemek istemiyor. Haklı. Bu ülkede artık bir fikri paylaşmak, bazen bir adresi paylaşmak kadar tehlikeli.
Yavaşça geri çekiliyorum. Kalabalık dağılmaya başlıyor ama yüzlerdeki o ağırlık hiç gitmiyor.
Bugün burada sadece bir yürüyüş engellenmedi.
Bugün burada bir şey daha oldu:
Aynı acıya verilen farklı tepkilerin röntgeni çekildi.
Ve sonuç net:
Eğer destek yürüyüşünü kim yaptığına göre değerlendiriyorsak, bu ülkede acılar bile sınıflara ayrılmış demektir.