Uygar dünya; denenmiş yönetimlerin en az kötüsünün demokrasi olduğunu kabul eder. Nedeni de; halkın özgür iradesiyle ve belirli aralıkla konulan sandık ile kendi yöneticilerini seçme hakkına sahip olmasıdır.

Bir buçuk yıllık kuruluş iken AKP de o sandık ile iktidara geldi.

Yasaklar, yokluklar ve yoksulluk ile savaşacağını vaat etmişti.

Ama kısa zamanda İktidar sarhoşluğu ile her üçünü tersine çevirdi. Demokrasiyi tramvay gibi araç yaptı. Hak ve özgürlükleri, kendisine biat ölçüsünde yaşatır oldu!

Yandaş medya, yandaş bürokrat ve yandaş müteahhitler ile fikir özgürlüğünü yok etti. Demokrasiyi biat kültürü ve kul anlayışlı teokrasiye dönüştürdü.

Bunun son örneği; yandaş RTÜK’ün “ihsas-ı rey” ile bağımsız medyaya ceza vermesidir. Sabah haberleri sunan ve yorumlayan Can Ataklı’nın “uzaktan eğitim” programını eleştirdi. Türbanlı bir öğretmenle ve idam edilmiş bir siyasetçinin ipe gidiş görüntüleriyle ilk dersi başlatmanın zararına vurgu yaptı. İlköğrenim düzeyindeki çocuk psikolojisini bozacak durum olduğunu söylemedi.

RTÜK bunu suç saydı.

Aynı gün RTÜK Başkanı, “en yüksek ceza verilecektir” eti gürledi. “İhsas-ı rey”de bulundu. Ertesi gün, jet hızıyla yayın durdurma ve para cezası verildiği duyuruldu.

Sultan Abdülhamit istibdadından daha amansız bir sansür ve baskı uygulandığı ispat edildi!

Fobiler uğruna devletin kozmik odasını afişe eden, silahlı Kuvetler Komutanını terörist olarak tutuklayan, Ordu kurmaylarını kumpaslayan; Kızılay’ı Deniz Feneri encamına sürükleyen zihniyet; her zaman şerle suç bastırmakta mahir olmuştur.

Özgür ve gerçek gazetecilik yapan Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel; ağyara dokundukları için, özgürlüklerine pranga vurulması üzerinden daha on gün geçmemişti.

Şehide “kelle” demek suç değildi. Ama Manisa’da halkın törenle defin ettiği şehidi yazmak suçtu.

Askere, “yan gelip yatar” demek suç değildi. Ama küresel salgın süresinde Diyanet görevlileri yan gelip yatmasın, maaşları koronavirüs ile özverili mücadele eden sağlık görevlilerine verilsin demek suçtu.

Virüs belasının “sabır ve dua ile” savuşturulacağını söylemek suç değil. Ama pandemi ile ilgili olarak devlet gerekli önlemleri almaktan gecikiyor, umreden dönenlerin kontrolsüz evlerine gönderilmeleri doğru değildir demek suçtu.

Kriz toplantısında patronların temsilcisine, “bakıyorum keyfiniz yerinde” diyerek bol keseden vermek ağalığı suç değil. Ama sokaktaki tablacıya, ameleye, işçiye devlet maddi yardım etsin demek suçtu.

Stratejik önemdeki tank fabrikasını “para yok” gerekçesiyle 50 bin dolar karşılığı yabancıya satmak suç değil. Ama bu millet o parayı “bir günde bulur” demek suçtu.

Üretken sanayi kurumlarını yok pahasına satarak AVM ve REZİDANS ile kentleri betona boğmak suç değil. Ama yol ve köprü bahanesiyle temel yatırımlar gözden çıkarılıyor, müteahhitlere verilen garantilerle Osmanlı gibi üç kuşak borç altına sokuluyor demek suçtu.

Ücretli ve emekli yığınlarını açlık sınırında tutmak suç değil. Ama ütopik Kanal İstanbul projesi halkı yüzyıllık borç altına düşürecek demek suçtu.

İlköğrenim çocuğuna 80 yıl önceki idamı göstererek kinleri bilemek suç değil. Ama Anayasa ve demokrasi savundukları için “genç fidanlar da asıldı” demek suçtu.

Komşu devletin içişlerine burnunu sokmak ve terörist nitelikli muhaliflerini eğitip donatmak suç değil. Ama komşu komşunun külüne muhtaçtır demek suçtu.

Böyle anlayışlı bir yönetimin fikir ve vicdan özgürlüğüne saygı duyması; doğasına aykırı olurdu.

Yanıltmıyor!

***

VİRÜS BAHANE YAŞLI DÜŞMANLIĞI ŞAHANE

Gelişmiş devletler, insan ömrünün uzatılması ve ulusal gelirin fert başına düşen payı yükseltmek için nüfus planlaması yaptı, yapıyor.

Yaşam standardının yükseltilmesine çalışıyor.

Ömrün uzaması için bilimsel çalışmalar sürerken sosyal devlet; uzun ömrün gereksinim duyacağı yaşam organizasyonlarını geliştiriyor.

Uygar devlet, sosyal devlettir. Göstergesi de çocukları ile yaşlılarına gösterilen özen ve verilen hizmettir.

Ülkemiz koronavirüs vesilesiyle çocuk ve yaşlı kimselere nasıl baktığını ortaya koydu. Çocukları sorumsuzca sokağa saldı, yaşlıları acımasızca dört duvar arasına koydu.

Küresel salgınla mücadele bu kadar kolaydı!

Virüs; çocuklara, gençlere, toplu taşım araçlarına doluşarak işe gidenlere, işyerlerinde toplu çalışanlara bulaşmazdı. Onlar da eve hapsedilmiş yaşlılarına virüs taşımazdı.

Sosyal devlet, nasıl olsa ev hapsine alınan yaşlıların her türlü ihtiyacını düşünmüştü (!) Zaten yeterli gelire sahiplerdi!

O nedenle sokakta görülenlere saldırılıyor. Açık havaya çıkmaları yasaklanıyor. Eğer bir parkta otururlarsa, başlarına poşet ve su atılıyor. Salgının nedeniymiş gibi düşman görülüyor.

Peş peşe gelen genç yurttaşların COVİD 19 nedeniyle ölmeleri görülmezden gelerek yaşlı kimselere yüklenmek; öngörülen eylemlerin esası oldu.

18 Mart’a kadar ne salgın vardı, ne önlem vardı. Ne olduysa BM’nin yardım açıklamasıyla oldu. Hain virüs Türkiye’ye ani giriş yaptı. “Yok” denilen virüs, ilk kurbanı almıştı!

27 Mart’a gelindiğinde ölümler 75’i; saptanabilen Korona hasta sayısı 5698 olmuştu.

Hükümetin şeffaflığı, verilen bilgilerin güvenir (!) olduğu inancını yaygınlaştırdı!

En büyük önlem; “virüse yakalanmamak” olduğu açıklandı!

Teşhis ve tedavi değil; Kanal İstanbul ihalesi önemliydi. Koyu can derdiyken kasap yağ derdinde olmalıydı.

Aslında bu küresel salgın da bir “Allah’ın lütfu” oldu. Mutfak ve pazar yangınını, işsizliği, terörü, Suriye’yi, şehidi, Yunanistan ve Bulgaristan sınırına sığınmacı yığınağını unutturdu. Her musibetin sebebi gösterilen muhalefetin fikir ve vicdan özgürlüğünü gündemden düşürdü.

Seçilmişleri görevden almak, yerine göre iç seçim yapmak, yerine göre kayyum atamak ile yandaşı iktidara taşımak bile tartışılır olmaktan çıktı.

Bu durum, milli iradenin paspas olmasıydı.

Virüs bahane, keyfi idare şahane!...