Biraz eskiye döndüğümüzde ‘Kadınlar Günü’ düzenlemesinin 1910 yılında Danimarka’nın Kopenhag kentinde Enternasyonal'e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve arkadaşları tarafından öneri olarak sunulduğu ve oy birliğiyle kabul edildiğini öğreniyoruz.

Bu tarih itibariyle işçi/emekçi kadın sınıfının mücadelesinin dünya üzerinde kabul görmeye başlıyor.

Türkiye'de ise 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında, iki komünist kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova'nın girişimi ile gerçekleştiriliyor fakat bu tarihten sonra yıllar boyunca 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına izin verilmiyor.

ERKEK EGEMEN ÜZERİNDEN KADINI GÖRÜNÜR KILMAK
İnsan, ‘emek ve alın teri’ kavramlarını kadın ve erkek üzerinden ayıran ve hatta sınıflandıran bir varlık olmuştur. Teknolojinin gelişmesiyle beraber kapitalist bir çemberin içerisinde olan dünyada ataerkil sistemin içerisinde var olan kadın, yaşadığı sistematik zorbalığın erkeğin üstünlüğünü taşıdığının farkına varmıştır. 
Kadın bu sistem içerisinde hor görülmüş; erkeğin gölgesinde kültür, inanç ve hayat düzeni oluşturmaya çalışmıştır. 

FEMİNİST DÜŞÜNCE VE KADIN
Feminist düşünce 12’nci yüzyılda liberal düşünürlerin teorilerini desteklemek için kadını temel aldıkları toplumsal gelişmeler ile ortaya çıktı. Kavram ilk defa 1880'lerde Hubertine Auclert kullanıldı. Auclert, La Citoyenne adlı gazetesinde erkeklerin üstünlüğü, Fransız Devrimi'nde kadınlara vadedilen haklar, kadın kurtuluşu gibi konuları tartışılırken feminizm kavramını kullandı. Böylece 1890 yılında İngilizce’ye ‘kadıncılık’ terimi olarak geçmeye başlamıştır. 

Hiç şüphesiz ki feminizmi doğru anlayan her birey, kadınların erkeklerle eşit olduğu ve eşit haklara sahip olması gerektiği fikrinin dünya kadınlarınca kabul görmesinde, liberal feminizmin katkısı olduğunu göz ardı etmez. 

KÜLTÜREL FEMİNİZM
Kültürel feministler, toplumsal cinsiyet kimliğinin biyolojik farklılıklardan ziyade toplum tarafından inşa edildiğine inanırlar. Liberal feministlerden daha geniş pencereden bakabilen kültürel feministler; aile, evlilik ve din gibi konulara daha fazla ağırlık vermişlerdir. Kadınlık değerlerinin hâkim olduğu (anaerkil bir toplum) bir toplumu hayal eden bu feministler, eril bakış açısıyla düzenlenmiş olan ailenin ve ev hayatının radikal bir şekilde değiştirilmesi, ataerkil bakış açısının baskıcı, yıkıcı, savaşçı değerleri yerine kadınların olumlu bakış açılarının kamusal hayata ve dine katılması gerektiği savunmuşlardır. 

MARKSİST FEMİNİZM
Marksist feministler, kapitalist sistemde kadınların daha fazla sömürüldüğü üzerinde durmuşlardır. Fakat yeterli bir açıklama elde edememişlerdir. 

VAROLUŞÇU FEMİNİZM
Varoluşçu feministler ilhamlarını Simone de Beauvoir, J. Paul Sartre gibi, kadının kadınlıkla özdeşleştirilen olumsuz davranışların doğuştan gelmediğini, bunların kadının içinde bulunduğu durum tarafından yaratıldığını, kadınlara kendilerini ifade edebilecekleri işleri yapma imkânı tanındığında erkek kadar etkin ve etkili görüş bildirebilecekleri savunulmuştur. 

Simone de Beauvoir’in bu konuya açıklık getirecek sözlerinden biri hiç şüphesiz; "Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz’’ açıklamasıdır.

RADİKAL FEMİNİZM
Evlilik kurumunu reddeden Radikal feministler, kadınların ataerkil sistem içerisinde itildiğini ve ezildiğini söylemişlerdir. Aynı zamanda kadınları; erkeklerin sahip olduğu, denetlediği ve fiziksel olarak egemenlik kurduğu bir dünyada evrensel olarak ezilen kız kardeşler olarak tanımlamıştır.

PEKİ, ATAERKİLLİĞİN TEMELİNDE NE VAR?
Ataerkillik (patriyarkal), soyda babayı temel alan, kadınların geri planda tutulduğu ve yönetimde erkeklerin söz sahibi olduğu bir düzeni ifade eder. Bunun siyasi boyutunu düşündüğümüzde ise devlet reisi olan bir toplumsal kurum halini alır. Biliyorum, bu ifadelerin hepsi sizlere de çok tanıdık geliyor. 

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens kitabında ataerkil bir toplumu, ‘’ Ataerkil toplumlar, erkekleri erkeksi düşünmek ve davranmak, kadınları da kadınsı düşünmek ve davranmak üzere eğitir ve bu sınırların dışına çıkanlar cezalandırılır. 

Öte yandan, bu kurallara uyanlar eşit şekilde ödüllendirilmezler. Eskiden beri erkeksi kabul edilen özellikler, kadınsı kabul edilenlerden daha fazla ödüllendirilirdi ve toplumun kadınsı ideallerini gerçekleştirenler, erkeksi idealini gerçekleştirenlerden daha azıyla yetinirdi’’ ifade ediyor. 

Harari’nin bu cümlesini bir olay ile doğrulamak istiyorum…

Hande Kader’i hepimiz 2015 yılında İstanbul Onur Yürüyüşü sırasında polise karşı direnirken çekilmiş fotoğrafından tanıyoruz. Oysaki Hande, nefret cinayeti sonucu hayatını kaybeden trans bireylerden sadece biri…

TÜRKİYE’DE LGBT+ BİREYLERİ İKTİDAR HEDEF GÖSTERİYOR!
Türkiye’de LGBT+ bireyler yıllardır hedef tahtasına oturtuluyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2002 yılında seçim öncesinde konuk olduğu programda; ‘’Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz’’ çağrısında bulunmuştu. 

Durun, hemen zamanı ileriye sarıyorum… Yıl 2023 ve aynı kişi, ‘’ Açık konuşacağım. LGBT denilen olay, bizim kitabımızda yok. Fakat CHP'nin kitabında var mı? Var. Diğer yavru muhalefetin kitabında var mı? Var. Onlarla yürüyorlar mı? Yürüyorlar. Bizim böyle bir şeye ihtiyacımız yok’’ dedi. 

LGBT+ BİREYLER YOK MU OLDU?
Erdoğan’ın ‘’lanetlenmiş sapkınlarla gençlerimizin zehirlenmesine izin vermeyeceğiz’’ dediği sapkınlar Türkiye veyahut dünyada yok mu oldular? Hayır! 
28 Haziran 1970’te New York’ta düzenlenen ilk Onur Yürüyüşü, Türkiye’de 1993’ten günümüze kadar bir dizi engel ile iptal edilmeye çalışıldı fakat sokaklar her yürüyüşte daha da kalabalıklaştı. 

TARİKATLARIN GÖLGESİNDE VAR OLAN KADINLAR
Türkiye’de en çok müridi bulunan tarikatların başını Nakşibendiler, Nurcular, Kadiriler ve Mevleviler, Rufailer çekiyor. İçlerinde kollara ayrılan bu tarikatların devamını hepimizin bildiği Süleymancılar, Menzilciler, İsmailağa Cemaati, Gülenciler, İlim Yayma Cemiyeti dolduruyor. 

İktidarın bilfiil hüküm sürdüğü bu tarikatlarda yaşayan kadınlar, istemese de kurallara riayet etmek zorunda bırakılıyor. Sevabı ve günahı tek elden öğrenen kadınlara sorgulama hakkı da tanınmıyor. 

Hilal Tok’un ekmekvegul.net yazdığı yazısında; ‘’Cemaat yurtlarında kalan kadınların ekonomik koşulları el vermediği için yaşam biçimini tarikatlara uygun biçimde gerçekleştirmesi örnekleri de sık rastladıklarımızdan oluyor’’ diyor. 

Yine aynı yazısında tarikat bünyesinde bulunan genç kadının, ‘’ Yurda girerken tüm teknolojik aletler teslim edilir, eteksiz, tülbentsiz dolaşılmazdı yurdun sınırları içerisinde. Benden onlarcası var zannettim. Başını örtmek istemeyen asi kadınlar çetesi kurma düşlerim her bir kadını tanımaya başlamamla yerle bir oldu. Hemen hemen hepsi ailesi cemaate derinden bağlı olan, benden daha küçük yaşta kapanmış, erkeklerin adını ağızlarına almayan genç kızlardı. Yalnızdım. Dört yıl farklı bir kimlik altında, yüzümde maskemle gördüklerimi taklit etmeye başladım’’ dediğini aktarıyor. 

‘O KADIN, KIZ MIDIR KADIN MIDIR?’
2011 yılında Başbakanlık görevini yürüten AKP’li Erdoğan Artvin'in Hopa ilçesinde hayatını kaybeden Metin Lokumcu'nun ölümünü protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş'tan "O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" diyerek hitap etti. 

Erdoğan; arkasına aldığı tarikatlar, sistematik olarak yaptığı cinsiyetçi konuşmalar, din üzerinden hedef aldığı kadınlar ile 20 yılın yüz karası olabilir.
AKP’nin kadın erkek eşitliğine inanmadığı bir Türkiye’de, biz her 8 Mart eşit olabileceğimizi daha gür bir sesle dile getiriyoruz ve biliyoruz ki bu 8 Mart karanlıkta kaldığımız son 8 Mart olabilir!

Unutmayın, asla yalnız yürümeyeceksiniz!