I. Dünya Savaşı sona ermiş, savaş kaybedilmiş ve Osmanlı İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamıştı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmeye başlayan düşman askerleri, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettiler. Böylece 465 yıllık başkente ilk kez düşman askeri girmiş, İstanbul esaretle tanışmıştı. Adana’daki görevinden dönen Mustafa Kemal Paşa, trenden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında, düşman askerlerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini görünce, “Geldikleri gibi giderler!” tarihi sözünü de işte o an söylemiştir.
İşgale gelen Avrupa devletlerinin orduları, İstanbul’daki Müslüman halkın şerefi ve namusuyla oynamaktan çekinmiyor, hatta keyfi olarak insanların canını dahi alabiliyorlardı. Yunan askerleri, İstanbul’da olmanın sarhoşluğu içindeydi. Caddelerde dolaşırken “Ayasofya’yı alacağız, Türkleri kovacağız” diye şarkılar söylüyorlardı. Ayrıca gördükleri insanlara zulmetmekten çekinmeyen bu askerler yolda denk geldikleri kişilere eziyet etmekten de büyük keyif alıyorlardı. Kadıköy’de Rüsumat memuru Süleyman Efendi’nin elleri Yunan askerleri tarafından bağlanıyor ve ailesine gözlerinin önünde tecavüz ediliyordu. Caddelerde dolaşan Yunan askerleri, “Defolun gidin buradan. Biz sizi birden öldürmeyeceğiz, her gün birer parçanızı kesmek suretiyle öldüreceğiz.” diyerek halkı tehdit etmekten geri durmuyorlardı. Bir İngiliz polisi de İçerenköy’de bir kasabın yaşadığı evin kapısını kıracak ve karısına tecavüz etmeye kalkacaktı.
İstanbul’un işgalinden sonra Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi ve Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca’dan oluşan bir heyet, Vahdettin’i ziyaret ederek ülkenin içinde bulunduğu durum konusunda padişahı uyarmak istemişlerdir. Bu görüşme sırasında Padişah Vahdettin’le heyet üyeleri arasında çok ilginç bir diyalog geçmiştir:
Vahdettin: “Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz.”
Vehbi Hoca, “Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır.”
Vahdettin, “Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara’ya girerler.”
Abdülaziz Mecdi, “(Sarayın penceresinden görünen düşman donanmasını göstererek) Bu kafirlerin kudreti şu denizdeki topların menzili içindedir. Millet demir gibidir! Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz! Millet sonuna kadar mücadele edecektir.”
Rauf Bey: “Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz mahzur durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur.”
Bu sözlere sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şöyle demiştir:
“Bir millet var koyun sürüsü… Bir çoban lazım, o da benim!”
Bunlar Vahdettin’in heyete söylediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir:
“Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır! Allah büyüktür! Bu millet kurtarıcısını bulacaktır! Milleti koyun sürüsü olarak adlandırmak Allah’ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz.”
Halkı “koyun sürüsü” olarak gören bir padişahın, o halka inanıp, o halkla birlikte vatanın bağımsızlığı için mücadele etmesi beklenebilir mi?
O sultan ki, atası Fatih Sultan Mehmet’in kemiklerini sızlatırcasına; tecavüze uğrayan, ezan okuyan müezzinine ateş açılan, halkına zulmedilen, bayrağı yakılan İstanbul’un dramını sarayından izliyordu.
İzlemekle kalmıyordu,
60 yaşına merdiven dayamış Sultan Vahdettin, devletin başında bin türlü bela varken, ülkesi işgal altındayken, Türk milleti kan ağlarken; saray bahçıvanı Şaban Efendi’nin 19 yaşındaki kızı Nimet Nevzat Hanım ile evlenmeyi de unutmuyordu!
Sultan Vahdettin “tahtını kaybetmemek” uğruna Anadolu halkına yaptığı gibi, İstanbul halkını da işgalcilerin kollarına bırakmıştı.
Peki, o sırada Anadolu’da neler oluyordu? Bir de ona bakalım.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesi vermeye başlamıştı bile. Silah arkadaşlarıyla birlikte Anadolu halkını Kuvayi Milliye çatısı altında toplayarak, vatanı kurtarmak için canla başla mücadele ediyordu. Vahdettin aklayıcılarının sıklıkla söyledikleri “Atatürk’ü Samsun’a Vahdettin gönderdi” söylemiyle, Milli Mücadele’yi Vahdettin’in eseriymiş gibi göstermeye çalışanlara da o dönemde yapılanları hatırlatmak isterim.
İstanbul Hükümeti Atatürk’ü Samsun’a, halkın işgalcilere karşı direnişini durdurması için göndermiştir. Fakat Samsun’a gittikten sonra sarayı dinlemeyen, işgalcilere boyun eğmeyen, halkla beraber direniş ateşini körükleyen bir Mustafa Kemal’le karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda işbirlikçi İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’i bir ay sonra (Haziran 1919) geri çağırmış, bu emre uymadığı için de iki ay sonra (Temmuz 1919) görevden almıştır.
Atatürk 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’yi açınca, Padişah Vahdettin, vatan haini-İngiliz işbirlikçisi Damat Ferit’le birlikte Milli Mücadele’ye ve Atatürk’e adeta savaş ilan etmiştir. Atatürk ve arkadaşlarının katledilmesinin dinen caiz olduğunu söyleyen fetvalar yayınlatmış, bu fetvaları uçaklarla Anadolu’nun her bir köşesine göndermiştir. Atatürk’ü ve mücadele arkadaşlarını idama mahkum etmiştir. Atatürk’ün rütbelerini ve nişanlarını sökerek onu halkın gözünde itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Yurtsever valileri ve komutanları görevden almıştır. Kuvayi Milliyecilerin telgraflarının çekilmesini yasaklamıştır. Kuvayi Milliye’ye karşı, İngiliz desteğiyle paralı Kuvayi İnzibatiye Ordusu (Hilafet Ordusu) kurup, Anadolu’ya göndererek Mehmetçik’e saldırtmıştır. Türk Milleti’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Türkiye’nin yönetimini 15 yıllığına İngilizlere bırakmayı teklif etmiştir. İngiliz temsilcileriyle gizli görüşmeler yaparak onlardan Atatürk’ü ve Milli Mücadele’yi ortadan kaldırmalarını istemiştir. Anadolu’da Milli Mücadele’ye karşı 20’den fazla iç isyan çıkmasına sebep olmuştur.
Değinmek istediğim bir diğer husus da, Atatürk Anadolu’ya giderken Vahdettin’in Atatürk’e 40 bin altın verdiği iddiasıdır. Bunu ısıtıp ısıtıp önümüze getiren bazı “tarihçi geçinen” kişiler vardır. Onlara en güzel cevap ise Turgut Özakman’ın “40 bin altın nasıl taşınır?” sorusu olmuştur. Yine Özakman bu konuya şu şekilde noktayı koymuştur: “Bir altın 7.6 gram olduğuna göre 40 bin altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın 6 sandık eder. Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli’deki eve, Şişli’den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma Gemisi’ne, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza’ya, Amasya’ya, Erzincan’a, Erzurum’a, Sivas’a, Kırşehir’e, Kayseri’ye, Ankara’ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile ‘bunlar nedir’ diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?” Atatürk ve arkadaşlarının yanında üç küçük döküntü otomobil vardır. Sadece 3-4 kişinin binebildiği bu araçlara, ayrıca özel eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 6 sandık altın nereye, nasıl konulmuştur? Bandırma Vapuru’nu arayan İngilizler bu altınları neden görmemiştir? Atatürk’ün yanında, yakınında yer alan yüzlerce kişiden hiçbiri neden bu altınlardan söz etmemiştir? Bunların cevabını düşündüğümüzde bile 40 bin altın mevzusunun uydurmadan ibaret olduğunu anlamamak mümkün değildir. Üzerine giydiği sivil kıyafeti emanet olan, otomobile alınan benzini borç para ile alan Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra büyük para sıkıntısı çekmiştir.
Anadolu’nun kurtuluş mücadelesi sürecinde TBMM’de Vahdettin ile ilgili söylenen sözlerden bazıları şunlardır:
- 8 Şubat 1921 tarihli gizli oturumda Muş Milletvekili Hacı Ahmet Efendi, Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasını kabul ederek “ecnebilere boyun eğen bir mahluktan (yaratıktan) başka bir şey olmayacağını” söylüyor. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, c.1, s.412)
- TBMM’nin 23 Nisan 1921 tarihli oturumunda Saruhan Milletvekili Mahmut Celal Bey, “Papaz Fru isminde bir casus, maalesef Sultan Osman’ın tahtında oturmakta olan bugünkü padişahı avucunun içine almış…” deyince, İstanbul Milletvekili Neşet Bey, “O da onun gibidir. Kahrolsun!” diye bağırıyor. (TBMM Zabıt Ceridesi, c.10, s.71)
- TBMM’nin 9 Temmuz 1921 tarihli oturumunda Antalya Milletvekili Rasih Efendi, Bursa’da Osmanlı’nın kurucularının türbeleri üzerine Venizelos’un oğlunun ayak basarak fotoğraf çektirmesine sessiz kalan Padişah Vahdettin’e “Muzuriddin” adını takıyor. Bunun üzerine İstanbul Milletvekili Neşet Bey, “Bunu yaptıran o domuzdur.” diye bağırıyor. (TBMM Zabıt Ceridesi, c.11, s.208)
-TBMM’de 30 Ekim 1922 Pazartesi günü saltanatın kaldırılması için yapılan görüşmelerde Antalya Milletvekili Hoca Rasih Efendi, Padişah Vahdettin’e “cani” ve “hain” diyor. Bununla kalmayıp bütün İslam dünyasının da ona “lanet ettiğini” söylüyor. (TBMM Zabıt Ceridesi, c.24, s.272)
- Rasih Efendi bir ara Vahdettin için “zavallı” diyor. Konya Milletvekili Refik Bey, “haindir” diye bağırıyor. Meclisten “haindir” sesleri yükseliyor.
- Mardin Milletvekili Necip Bey ve Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Bey, “O, Papaz Fru’nun halifesidir” diye bağırıyorlar.
- Çorum Milletvekili Haşim Bey, “Hutbelerde adının anılmamasını” teklif ediyor.
- Ankara Milletvekili Ali Fuat Paşa padişahı ve sarayı “Milli Mücadele’nin düşmanları” olarak adlandırıyor.
- En çarpıcı ifadelerden biriyse: Diyarbakır Milletvekili Hoca Şükrü Efendi, meclise verdiği bir önergede “Padişah Vahdettin’in besmele ile şeytan gibi taşlanmasını” istiyor.
(TBMM Zabıt Ceridesi, c.24, s. 272-291)
- 30 Ekim 1922’de saltanatı kaldırmak için TBMM Başkanlığı’na verilen 78 imzalı önergede de açıkça Padişah Vahdettin’in, Milli Mücadele’de vatana, millete “ihanet ettiği” ifade ediliyor. “Türk milleti, saray ve Babıali’nin ihanetini gördüğü zaman anayasayı değiştirerek egemenliği millete verdi.” deniliyor. (TBMM Zabıt Ceridesi, c.24, s.292-293)
- Atatürk ise ilk olarak 25 Eylül 1920 tarihli meclis gizli oturumunda, “Vahdettin bu millet için hain bir adamdır.” diyerek Vahdettin’in ihanetinden söz ediyor. 1927’de kaleme alıp okuduğu Nutuk’ta da Vahdettin’den “hain”, “alçak” ve “soysuzlaşmış, aşağılık yaratık” diye bahsediyor.
İstanbul’da da durumlar Anadolu’dan farksızdı. Halk tramvaylara “Kahrolsun Vahdettin!” diye yazılar yazıyor, gazetelerde de Vahdettin’in kaçacağı yönünde haberler çıkıyordu. Nitekim Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve egemenlik artık millete geçmişti. Yaptıklarının hesabını veremeyeceğini bilen Vahdettin, 16 Kasım 1922’de İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington’a şu utanç kaynağı mektubu yazmıştır: “İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington Cenaplarına… İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devletine sığınır ve bir an önce İstanbul’dan başka bir yere götürülmemi talep ederim. 16 Kasım 1922. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin.”
Bundan tam 98 yıl önce; 17 Kasım 1922’de son Padişah Vahdettin, I. Dünya Savaşı’nda yüz binlerce askerimizin kanını döken, sonrasında Anadolu’yu ve Trakya’yı Yunan ordularına peşkeş çeken, Osmanlı başkenti İstanbul’u işgal eden ve İstanbul’daki halkın malına, ırzına, canına kasteden İngiltere’ye sığınarak Türkiye’den kaçtı.
II. Mehmet (Fatih), 1453’te Bizans İmparatorluğu’nu yenerek İstanbul’u fethetmişti. VI. Mehmet (Vahdettin) ise, 1922’de İstanbul’u işgal edenlere sığınıp kaçtı.
Vahdettin, 17 Kasım 1922’de İngilizlere sığınıp kaçtıktan sonra; birçok gazete de Vahdettin’in “hain” olduğunu yazdı.
- Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, “Hilafet makamından İngiliz kucağına” diye başlık atmıştı.
- Tevhid-i Efkar Gazetesi, Vahdettin’in kaçışını “din ve millet düşmanı padişahın misli görülmemiş alçaklığı” olarak duyurdu.
- Yeni Gün Gazetesi, “Türk ulusunun utkusu, hain padişahı tahtını ve tacını bırakmaya zorlamıştır. (…) Cehenneme gitsin.” diye yazdı.
- Falih Rıfkı Atay, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ndeki “Korkak Kaçtı” başlıklı makalesinde Vahdettin’e, “Senin kanına hangi kirli su karıştı? (Senin adın Mehmet) Peygamber’in ve İstanbul Fatihi’nin adı değil miydi?” diye sesleniyor.
- Süleyman Nazif, 21 Kasım 1922’de İleri Gazetesi’nde “Malta’daki” başlıklı yazısında Vahdettin’i, “lanetli” diye adlandırıyor. Dünyanın her yerinde “Vahdettin adı lanetlerle anılsın. İlkokuldan üniversiteye her okulda, her kışlada, her fabrikada ve dükkanda sefil mahluk olan Vahdettin’in resmini teşhir etsinler.” diyor.
- Yine Süleyman Nazif, 30 Kasım 1922 İleri Gazetesi’nde “Vahdettin’e Mektup” başlıklı yazısında ise Vahdettin’e, “Başınızı yukarıya, göğe doğru sakın kaldırmayınız. Tüm ecdat ruhları sizden utanacaktır.” diye yazıyor. “Yere, daima yere… Yerin dibine geçeceğiniz dakikaya kadar yere bakınız, ey bu dünyanın en soysuz adamı…” diyor.
- 17 Kasım 1922 tarihli İleri Gazetesi’nde Ziya Gökalp, “İstida(Dilekçe)” başlıklı şiirinde Vahdettin’e “Kara Sultan” diye sesleniyor.
- 6 Kasım 1923’te Hüseyin Cahit (Yalçın) da Tanin Gazetesi’nde “Vahdettin, Osmanlı padişahları arasında ilk defa olarak vatana ihanet etti.” diye yazıyor.
Şimdi soruyorum size,
Vahdettin vatanperver mi, yoksa vatan haini mi?