Burası Levent, İstanbul’un en yüksek plazaları ve çok sermayeli büyük şirketlerin çokça bulunduğu yer. Haliyle binlerce emekçinin çalıştığı mekanlar. Akşam mesai saati bitimi. Cadde ve sokaklar tıklım tıklım insan seli, bir kısım insanlar iş çıkışı bir an önce evine gitmek için durakları doldurmuş, bir kısım ise İstanbul’un çeşitli yerlerinden AVM ve eğlence merkezlerine gelenler...
Duraklara yaklaşan toplu taşıma araçları ağzına kadar dolu. Durağa her gelen otobüs ve minibüslerden inenlerin yeri hemen yeni yolcularla doluyor.
Hava kararmış olmasına rağmen sokak lambaları olanca parlaklığıyla ortalığı aydınlatıyor. Plazalardan yükselen ışıklar gök kubbeyi yırtarcasına bulutların arasından, ara ara kendini gösteren yıldızları kıskanırcasına mızraktan bırakılan bir ok misali yükseliyordu.
Bu karmaşanın içerisinde çınlayan bir ses, adeta ortalığı yırtıyor… “be vicdansızlar, be Allahsızlar, hiç mi vicdanınız sızlamadı…”
Sesin geldiği yöne doğru bakanların şaşkınlığı yüzlerine vuruyordu. Karşılarındaki kızıl saçlı kadın gelen geçen herkese sorular soruyor… Cevap vermeyenlere de hakaretler ediyordu.
Kadının bu hali dikkatimi çekmişti. Ona doğru yaklaştım, ne yapmak istediğini öğrenmek istiyordum. Biraz merak biraz da gazetecilik dürtüsüyle iyice yaklaştım, bir ara göz göze geldik… Yaklaşık 30 yaşlarında 1.65 boylarında kumral bir kadın. Boğazındaki mor fuları ortalığa fırlamaya hazırlanmış iri göğüslerinin bir kısmını örtmeye çalışır gibiydi. Masmavi cam gibi parlayan gözlerini adeta bir öfke çemberi sarmıştı. Ayaklarına geçirdiği askeri kamuflaj botu diz altına kadar uzanıyordu. İyice yaklaşmıştım. Avını sırtlanlara kaptırmış dişi bir kaplan gibi burnundan solurken keskin bakışlarıyla da insanı ürpertiyordu.
Göz göze gelmiştik, “merhaba sorun ne? Sizi bu kadar öfkelendiren nedir” dedim. Önce durakladı. Bir iki adım geri attıktan sonra durdu. Bekledi, sonra işaret parmağıyla kaldırım kenarını göstererek “bak, iyi bak orada yatan bir can…” diye tekrardan sesini yükselterek içindeki öfkesini dışa vurmayı sürdürdü.
İnsan şaşırmadan da edemiyor… O narin çıt kırıldım görünüşteki kadından çıkan o kararlı, gür sese ve keskin bakışlardan ortalığa saçılan öfkeye.
Kaldırımın kenarında boylu boyunca uzanmış boz bir kedi yavrusu. Yavrunun etrafında dönüp duran anne kedi. Ara ara kaldırım kenarında yatan yavruyu kokluyor etrafında dönüp dururken insanoğluna "ne zalimsiniz" dercesine bakışları insan olanın yüreğini dağlıyor…
Etraftan gelip geçenlerin bir kısmı durmuş kendi kendine söylenerek anne kedinin yavrusu etrafında dolaşmasını üzülerek izliyor, bir kısım insan da duyarsız bir şekilde gelip geçiyordu.
Kızıl saçlı kadınsa “bakın iyi bakın gördünüz mü? İnsanoğlunun yaptıklarına, ben insanlığımdan utanıyorum, insanlığıma isyan ediyorum. Ya, yazık günah değil mi? Şu yavrucağa bakın araba ezmiş gitmiş, bakın annesi nasıl kıvranıyor etrafında, bu yavruyu ezen kişinin hiç mi vicdanı sızlamamış. Sızlamış olsaydı o yavruya çarptıktan sonra böyle bırakıp gider miydi… Allah belalarını versin…” diye devam ettiriyordu isyanını.
Kadın haklıydı, söyleyecek bir kelime bulamıyor insan. Oracıkta yatan yavru kedinin etrafında dolaşan anne kediye baktıkça kızıl saçlı kadının haykırarak bağırmasına ve etraftaki duyarsız bir şekilde kaldırım kenarında ezilmiş kedi yavrusuna iğrenir gibi bakarak suratını çevirip gelen geçen insanlara.
Etraftaki diğer insanların da telkinleriyle sakinleşen kadın yavru kedinin yanına gelip kaldırımın kenarına oturdu. İki elinin avuç içlerini yüzüne götürerek kapattı. Ağlamaya başlamıştı… Anne kedi yavrusunun yanına gelip tekrardan yerdeki yavrusunun tüylerini yalayarak temizlemeye başlamıştı… Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu da bizler anlayamıyorduk.
Kızıl saçlı kadın elini yüzünden indirip usulce anne kedinin sırtını okşamaya başladı… Ardından anne kediyi kucağına alıp Zincirlikuyu istikametine doğru akşamın karanlığını aydınlatan sokak lambalarının ve AVM’lerin görkemli ışıklarının altında yürümeye başladı. Etrafta toplanan diğer insanların yardımcı olmak için "kızım yapma etme" sözlerine aldırış etmeden…