Türkiye, kuruluşundan itibaren yönünü uygarlığa çevirmiştir. Bu idealini, “çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek” olarak ifade etmiştir.

Uygarlık; toplum yaşamı ve yönetiminin hukuk kurallarına dayandırılarak ekonomik kalkınmanın sağlanması ile gerçekleşecektir.

Bir ulusu oluşturan yurttaşlar; bireysel olarak çeşitli etnik ve inanç kökenli olabilirler. Ancak bunlar, yasalar karşısında eşit olduklarını duyumsadıkları oranda onur duyarlar. Onur duymak oranında da ulusal bütünlük gerçekleşir.

Hukukun üstünlüğü, laik ve demokratik toplumun uygarlık temelini oluşturuyor.

Ne var ki Anayasamızın “laik, demokratik sosyal hukuk devleti” ilkesi; var edilen “ucube” sistem anlayışıyla budanıyor. TBMM’i etkinsiz hale getirilmiş. Cumhurbaşkanlık makamı politikleştirilmiş. Kabine; yüksek maaşlı bürokratlar topluluğu haline getirilmiş. Atanmışlar, seçilmişleri yönetir olmuş. Yargı bağımsızlığı köküne kibrit suyu dökülmüş haldedir…

***

Atanmışlardan biri olan Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati; çarşı, Pazar ve mutfaklarda yükselen alevleri görmezden gelerek yurtdışı gezisine çıktı. Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye gelmesini özendirmek amaçlı olduğu açıklandı. Ancak basına yansıyan ifadeleri ile özendirici olmaktan çok ürkütücü olmuştur. Toplantıda yaptığı konuşmada;

“Bir problem yaşadığınızda bize hemen ulaşınız. En sevmediğim konu da şu: Yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim. Bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda Cumhurbaşkanı var, rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz. Cumhurbaşkanlığı sisteminde hızlı adımlar atıyoruz…” dedi.

Ardından; “Türk lirası en alt değere ulaştı” anlamındaki söylemiyle güvenceleri arttırdı!

“Mertliğini söylerken sırğatını (kaçağını) söyler” gibi!

Demokratik toplumların mensubu olan uygar iş adamları, ilkel toplumun patriyarkal anlayışını ortaya koyan bu söylemden güvence bulma yerine kaçınma zorunluğunu görmüşlerdir. Çünkü uygar toplumların demokratik ve güven anlayışına göre oldukça rasyonaliteden uzak bir ifadeden ürkmemesi olanaksızdır. Ekonomik politikalar açısından keyfiliğin, kuralsızlığın, kayırmacılığın ifadesi olarak algılanmıştır.

Sayın Nebati, kamu ihale yasasını 190 kez değiştirmeyi hüner saymanın anlayışında olduğu için; yabancı yatırımcıların da bundan cesaret bulacağını sanıyor olmalı. Oysa o insanlar, Nebati’nin ülkesinde yandaş müteahhitlere 25 yıla varan döviz garantili tercihli ihaleler verildiğini ve fakat Londra Mahkemeleri ile teminat sağlandığını bilmektedirler!

Türkiye’de yasal hükmün olmadığı, güvencenin de bir kişinin iki dudağı arasında olduğu; bundan daha iyi kanıtlanabilir mi?

Bakan; nasıl bir nepotizm içinde olunduğu başarısını göstermiştir!

***

Prof. Dr. Esfender Korkmaz (18.3.2022 makalesi); Telekom örneklemesiyle nepotizmi somutlaştırır: 2005 yılında 21 yıl süreyle (2026’ya kadar) Türk Telekom’un özelleştirmesindeki keyfilikleri anlatır:

T. Telekom’un %55 payı; kasadaki 2 milyar dolarla birlikte 6 milyar 555 milyon dolara Lübnanlı Öger’e satılır. Satın alan; birinci taksitle 1.4 milyar, ikinci taksitle 1.2 milyar dolar ödeyecektir. Yurt dışından sermaye getirme yerine, Türk yönetiminin yüce ilgisiyle Türk bankalarından 4 milyar 750 milyon dolar kredi alır.

2005-2015 yılları arasında 6 milyar 930 milyon dolar net temettü\kar edinir. İki taksitle ödediği 2.6 milyar dolar bundan düşürülse; elinde 4. 3 milyar dolarlık nakit kalmıştır. Bu para ve paraya çevirdiği bakır kablo ile elden çıkardığı diğer menkullerin bedelini alıp 2015’de geçip gider. İki taksit dışındaki borç; bankalara kalır. Türk yöneticileri sadece seyirci olur.

Aynı yöneticiler, 2026 yılına 3.5 yıl kala, özelleştirme sözleşmesi gereği bedava kalacak olan Türk Telekom’u; 1 milyar 600 milyon dolara satın aldığını açıkladı.

Peki ne için ve ne uğruna bu yapılıyor?

Demek ki Bakan Nebati’nin yabancı yatırımcıları Türkiye’ye gelmeye ikna etmesi; bu tür uygulamalara dayandırılıyor!

Demek ki uygar olmayan toplumlar benzer nedenlerle “ağanın eli bükülmez” demiştir.

Yoksa merkez bankası rezervlerinin ekside olduğu, ekonomik dar boğaz içinde birçok yurttaşın intihar ettiği bir sözde hukuk ülkesinde böylesi hovardalık ve israfın yapılması olanaklı olur mu?

Pandemi sürecinde yurttaşına bir maske yardımında bulunamayacak kadar müflis gözüken devlet; bunca “evde yok bulgur aşı gezer bölükbaşı” türü davranabilir mi?

***

AKP iktidara geldiği günden beri devletin ne kadar üretken ve istihdam sağlayan kurumları varsa, hepsini sattı. Elde edilen nakit ile iktidarını sağlamlaştıracak türden beton yatırımları yaptı. Türkiye’nin gerçek öncelikleri dikkate alınmadan; yandaş müteahhitler yaratmak için ihale kanununu 190’dan fazla değiştirdi. Ülkenin geleceğine somut katkısı olmayan lüks ve israfı özendiren tercihlerle ekonomiyi duvara toslattı!

Apartmandan binalar ve lise düzeyli öğrenim anlayışıyla üniveristelerin çoğalmasıyla övünülüyor. Ama yüksek öğrenimli gençlerin iş bulamama umutsuzluğu ve çaresizliği içinde intihara, yurtdışına yönelmelerinden yerinilmiyor!

Özelleştirme adına kurumları satın alanlar ise; üretim ve istihdam yaratma yerine kısa zamanda en çok kar etme anlayışıyla hareket etti. Ne alt yapıda bir yenileme, ne istihdam geliştirme, ne realize etme ve ne de kalıcı olma konularında bir gelişkinlik sağlamdı. Tersine; teçhizat ve emlakı öncelikle paraya dönüştürdüler. Ya “Öğer” gibi geçip gittiler. Ya da Elektrik sektörünün Isparta’da yaptığı gibi, kışın ortasında vatandaşı donmakla yüz yüze bıraktılar!

Somut örnekler verelim:

SEK\Süt Endüstri Kurumu, özelleştirildi. Yerli ürün yerine ithal ürünler satılır oldu. Yurttaş et ve süt alamaz oldu. 1359 çalışanın 845’i işten çıkarıldı.

İzmit ve Balıkesir’de olduğu gibi SEKA Bolu kağıt fabrikası da satıldı. 247 çalışanın 176’sına yol verildi. İthal kağıt nedeniyle kitaplar ve gazeteler basılmaz hale geldi!

KARDEMİR’de çalışan 5417 kişinin 1498 işten çıkarıldı.

Çimento fabrikalarındaki toplam 6737 çalışanın 3693’ü kovuldu.

PETLAS’ın 1102 çalışanının 631, Petrol Ofisi’nin 3822 çalışanının 2793’ünün ekmeğine kan doğrandı!

Görüldüğü gibi, özelleştirmeler Türk ekonomisine, çalışma hayatına yarar değil, zarar getirdi.

Öyleyse bunlar ne için ve kim için yapıldı?

Sormayalım mı?

Görülen o ki; her şey; KÖİ\Kamu Özel İşbirliğ adı altında semirtilen yandaşlar içindir. 25 yıl süreli, döviz garantili ve İngİliz mahkemeleri güvenceli olarak müteahhitlere, Türk halkı borçlandırıldı. Osmanlı’yı fiili sömürge haline düşüren Duyun-u Umumiye türü bir gelecek tehlikesi var edildi. Doğmamış çocuğumuz bile borç, Türkiye bütçesi ipotek altına sokuldu.

Son örnek de, Türk Kurtuluş Savaşı’nın öndesi olan “Çanakkale” adı verilen köprü oldu.

Zaten temel atma töreninde konuşan Binali Yıldırım (şim(diki AKP Genel Başkan vekili); “Çanakkale geçilmez diyorlar, her türlü geçilir” demişti. Bir bakan olarak yurdun suyollarından birinin bir yakasının diğer yakasına bağlanma işi ile emperyalistlerin işgal amaçlı Çanakkale’den geçme saldırısını eşitlemişti!

***

Demokrasiyi özümsememiş kimselerin “demokratik laik sosyal hukuk devleti” kavram ve kurallarını özümsemeleri beklenmez. Dolayısıyla devlet yönetimine ulaştıklarında; hem hukuk kurallarına uymaları düşünülemez. Hem de zalimleşme önlenilmez.

Türkiye’de olduğu gibi.

Ahmet Taşgetiren’in (18.3.2022 makale) dediği gibi; zalimliğin de ötesinde bir gaddarlık olur. Çünkü özümsememiş kimsenin kişilik dünyası; statik toplumların patrimonyal dünyasına aittir. Hak, hukuk anlayışı da bir aşiret reisi veya aşiret devleti yönetenin keyfiliği ile lütfu oluyor! Doğası gereği zalim ve gaddarlık içeriyor.

Örneğin ABD, sınırları dışında demokrasi havarisi olarak büyük zalimlikler yapıyor. Bununla da yetinmiyor. Sinsi bir politikayla kardeşi kardeşe vurduracak kadar gaddarlaşıyor. Evin\devletin içinde var ettiği hırsız\hain ile kapının sürgü tutmamasını sağlıyor. Birbirinden şüphe eden ev halkı, yani devletin halkı; kavgaya tutuşuyor. Kavgayı çıkartan fitne; demokrasi meleği rolüyle barış getiriyor!

Bunun son örneği; dil, etnisite, inanç ve tarihi ile bir olan Rusya ile Ukrayna’nın durumudur. Orantısız bir zalimlikle saldıran Rusya, gaddarlıkla iki devlet arasındaki köprüleri attı. Tarih boyunca sürecek bir kan davası yarattı.

Kardeş kavgası ve kan davası var olmasını sağlayan ABD ile AB, demokrasi havarileri olarak birini zalim birini mazlum nitelemekle, barış yollarını tıkıyor.

Gaddarlığın tarihteki evrensel örneği; Emevi halifeliğinin ordusuyla Ehlibeyt ailesi mensuplarını Kerbela’da katl etmesi dramıdır. İslam peygamberinin halifesi; iktidarını\Saltanatını sürekli kılmak için o peygamber ailesine gaddarlığı reva görmüştü.

Tarih, nice zalimlik ve gaddarlıklara ayna tutuyor.

Yakın tarihteki biri; Sırplar’ın Srebrenitsa’da; annelerin karnındaki bebeleri bile süngüleme zalimliğidir. AB’nin burnu dibinde, ABD’nin bilgisi içinde meydana gelen gaddarlık, sadece seyredilmişti!

Bir diğeri; Stalin’in 3-4 gün içinde 191.044 Kırım Tatarını marşandize (hayvan ve yük trenine) doldurarak çalışma kamplarına sürgün etmesidir. Osmanlı hükümetinin dünya Savaşı sürecinde zorunlu yaptığı tehciri dilinden düşürmeyenler; 10.105 Tatar’ın açlıktan ölmesinden söz etmezler. Ki sürgünü gerçekleştiren “Halk Komisyonu” tespitlerine göre sürgün olanların %20’si, Kırım aktivistlerine göre %46’sı ölmüştür.

Putin’in Kiev’de yönetimi ele geçirmiş Nazileri devirmek gerekçesiyle başlattığı saldırı; Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye demokrasi getirmek gerekçesiyle kan ve gözyaşı getiren ABD saldırılarından farksız mıdır?

Evlerde hır çıkarmakta mahir olan emperyal fitnenin; gerçekte barış ve demokrasi var etmek amacında olmadığı ortadadır.

Demokrasi; mazlumu korumak için toplumsal barışı zorunlu kılan evrensel bir din özelliğindedir. Nasıl ki zalim yönetimler, kendisine karşı yükselen dine sahip olup zalim iktidarını sürdürmüşse; günümüz egemenleri de demokrasiye öylesine sahip çıkıyorlar.

Dünyanın yeniden iki kutuplu ve gerilim politikası içine girmesi; Rusya kadar Amerika’nın da asıl amacıdır.

Küresel boyutlu bu anlayış; Türkiye’de de iç politikada uygulanıyor. O nedenle kimi zaman mağdur, kimi zaman vesayet ve her zaman din istismarıyla 20 yıldır iktidar olmayı sürdüren AKP, muhalefete yönelttiği hakaret, iftira ve seçi oyunları ile zalimleşmeyi sürdürüyor. Bitimine iki saat kala mühürsüz oyları geçerli sayan referandumdaki ve bir zarfın içindeki 4 oy pusulasından birini geçersiz sayan İBB seçimi uygulamaları ile de gaddarlaşmıştır. Çünkü 3 aylık süreçte toplumsal gerilim arttırıldı. Başka birine hükümeti kurma görevi vermeyerek 1 Haziran 2015 seçimini geçersiz hale getirildi. Kaybedilmiş olan iktidarın 1 Kasım 2015’de tekrarlatılan seçimle muhafaza etmeye çalışıldı. Bu olay, demokrasiye yapılan zalimlik ötesi bir gaddarlık değil midir (yoğunlaşan terör olaylarından sonra yapılan seçimle 540.87 olan oy oranı 549.5’e; 258 olan milletvekili sayısı 317’ye çıkarıldı)?

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre; 2023 yılında yapılacak seçimle iktidarı korumak amacıyla yeni oyunlar hazırlanmaktadır. Sıkıştığında “milli irade” olgusuna sarılan iktidar; hazırladığı yeni seçim yasası ile “milli irade” aleyhine yeni tuzaklar getiriyor. Parlamentodaki çoğunluğu; bugüne kadar yaptığı gibi; milletin hayrına kullanmıyor! Tuzaklarla milyonlarca oyun çöpe gitmesine; 33.5 oyla parlamentoda %66 çoğunluk sağlama kurgusunu gerçekleştirmeye çalıştığı anlaşılıyor!

Böylesi bir anlayışın demokratik laik sosyal hukuk ilkesiyle bağdaşan bir yanı var mıdır?

Demokrat ve milli iradeye saygılı söylemlerle aksini yapmak takiyesi zalimlik değil midir?

Varılmaya çalışılan durum; 23 Aralık 1876’da uygulanan “Meclis-i Mebusan’ın Suret-i İntihabı ve Tayinine Dair Muvakkate” yönetmeliğinin bile gerisine düşmektir. Zira 18 Mart 1877’de gerçekleşen seçimden sonra, Meclis 28 Haziran 1877 tarihinde açılır (Her 50 bin kişiye bir olmak üzere 69 Müslim ve 46 gayrimüslim olan 115 mebus ve Padişahın atadığı 40 kişilik Ayan üyesiyle çalışmaya başlar. Fakat 20 Mart’ta Dolmabahçe’de padişah huzuruna kabul edilir). Fakat Meşruti anlayışı özümsememiş halife sultan tarafından 93 Harbi bahane edilerek kapatılır ve Teşkilat-ı Esası yürürlükten kaldırılır.

Referandum, 2015’teki genel ve sonraki İBB seçimleri aşamasında yapılan manevraların demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle bağdaşan yanı var mıdır?

Devlet gücünü kullanarak demokratik rakipleri tuzaklarla elimine etmek gaddarlığın gaddarlığıdır!