Toplumsal Kürsü

Satranç tahtasında piyon olmak

Suat Umutlu

Dünyayı bir satranç tahtası gibi düşünün; kare kare ayrılmış, siyahlar ve beyazlar karşı karşıya…

Ama bu kez savaşanlar sadece taşlar değil; fikirler, medeniyetler, tarih ve gelecek.

 Bu oyunun taşları, ülkeler değil; ideolojiler, kültürel kodlar, inanç sistemleri ve ekonomik modeller. 

Ve,

Oyunu oynayanlar ise insanlığın kaderine yön veren görünmez kuklacılar…

Satranç, düşüncenin ve stratejinin en rafine halidir. Her hamle bir mesajdır; kimi zaman doğrudan saldırı, kimi zaman geri çekilme. Ama her zaman bir planın parçasıdır. Bugünün dünyasında da, adım adım ilerleyen bu büyük oyunda ülkeler, toplumlar ve bireyler, küresel güçlerin planlı hamlelerine karşı kendi varoluş mücadelelerini veriyor.

Bir piyon düşünün: Önünde sınırlı bir alan, sınırlı bir hamle hakkı var. Ama doğru zamanda doğru adımı atarsa vezire dönüşebilir. Bu, toplumların potansiyelini simgeler. Ancak birçok piyon, daha ilk hamlede savaş meydanında harcanır. Çünkü o piyonun kaderi, çoğu zaman onu yönlendiren elin niyetine bağlıdır. Kuklacılar, piyonların aklına şüphe tohumları eker, onları birbirine düşürür, sonra da olan biteni uzaktan seyreder.

Fikirlerin savaşı tam da burada başlar. Bir yanda bireyi öne çıkaran özgürlükçü yaklaşımlar, diğer yanda kitleyi kontrol altında tutan otoriter yapılar. Bir yanda üretime, emeğe ve bilgiye değer veren sistemler, diğer yanda tüketimi kutsallaştıran, insanı yalnızca bir piyasa nesnesi olarak gören anlayışlar…

Medeniyetler çatışması söylemi, aslında fikirlerin çatışmasıdır. Dinin siyasallaştırıldığı, ekonominin ahlaktan arındırıldığı, eğitimin ise sadece itaati öğrettiği toplumlar, bu satranç tahtasında yalnızca figür olmaya mahkûmdur. Kuklacı medeniyetler tam da bunu ister: Kendi kültürel değerlerini “evrensel” diye sunar, kendi çıkarını “insanlık yararı” diye pazarlarken, ötekini öcüleştirir.

Ama her satranç oyununda bir sürpriz mümkündür. Hesaplanamayan bir hamle, ezber bozan bir strateji… İnsanlık tarihi de bu sürprizlerle doludur. Bir halkın uyanışı, bir bireyin isyanı, bir düşüncenin ışığı oyunun seyrini değiştirebilir. Çünkü düşünce, en hızlı atın bile ulaşamayacağı yerlere ulaşır. Çünkü hakikat, en iyi korunmuş yalanın bile maskesini düşürür.

Bugün kuklacı medeniyetler; ekranlar, algoritmalar ve medya orduları üzerinden oyunu sürdürmeye çalışıyor. Gerçekle yalanın sınırları bulanıklaştırılıyor. Tüketimle tatmin, bilgiyle bilinç arasında derin bir uçurum yaratılıyor. Eğitim sistemleri, özgür bireyler değil; sorgulamayan kalabalıklar yetiştiriyor. O yüzden oyunun gidişatını değiştirmek isteyen her birey, önce kendi zihnindeki zincirleri kırmak zorunda.

Bu yazı, işte bu zihinsel uyanışın bir çağrısıdır. Satranç tahtasında taş olmamaya, kuklacının iplerini kesmeye, kendi stratejisini yazmaya çalışanlaradır. Çünkü bu mücadele, sadece bugünle sınırlı değil. Geleceği kazanmak isteyenlerin, geçmişin oyunlarına karşı uyanık olması gerekir.

Ve unutmadan… Her oyun gibi bu satranç da bir gün sona erecek. Ama nasıl biteceğini biz belirleyebiliriz. Teslim olarak mı, direnerek mi? Kuklaların dansı mı, özgürlerin yürüyüşü mü? Karar bizim…
*
Friedrich Nietzsche diyor ki;

 “İnançlar, gerçeklerden daha tehlikeli düşmanlardır.”

 Bu söz, ideolojilerin nasıl birer silaha dönüştüğünü anlatırken, bu oyunda kim güçlü, kim piyon? diyerek perdenin ardına bakalım mı?

Kenan Özek’in çarpıcı uyarısı(*);
“Birçok kavram ve değer, sanki Soğuk Savaş silahı olmuş…

 ABD, ‘Tanrı’yı keşfetmiş; ‘Yeşil Kuşak’ ve ‘dinler arası diyalog’la ulus devletleri eritmenin yolunu da bulmuş,‘Din’ silahını ne yolda kullandığına ilişkin! 

‘Yeşil Kuşak’ Sovyetler’e, ‘dinler arası diyalog’ ise tüm ulus-devletleri ‘millet’ ve ‘devlet’ olmaktan çıkarmanın aracı olmuş.” diyor...

Özek'in bu sözü, ideolojilerin manipülatif , yani etkileyici yönlendirici gücünün de özeti aslında...

Bir satranç tahtasının başında durduğunuzu hayal edin, ama bu tahtada ne vezir, ne kale, ne de piyon var. 
Düşünün bir an için;
Asıl kaybeden kimdir? diye ...

Elbette manipüle edilen toplumlar, kaybolan kimlikler...

Bu bitmeyen kaosta hepsi bu oyunun piyonları değil midir?

Peki,  bu tahtada piyon mu , yoksa oyunu bozan mı olmalıyız?

Düşünen, hisseden, inanan bir varlık olmaktan çıkarılıp bir fikrin, bir inancın, bir ideolojinin içine hapsedilmişiz ve  adına bazen “özgürlük” , bazen de “medeniyet” demişler hatta “kardeşlik”de... 

 Oysa hepsi, güçlülerin elinde birer silaha dönüşmüş kelimeler olmamış mı?

Bu dünya, koca bir satranç tahtası olmuş ama taşlar ne ordu ne de tanklar...

Hep “fikirler”, “inançlar”, “ideolojiler”, ki kralları deviren, sınırları çizen, toplumları birleştiren ya da ateşe atan birer görünmez silah olup güçlülerin elinde dans ediyorlar... 

Kurdukları her laboratuvarda, her medya ağında, her istihbarat masasının kıyısında şu soru yankılanır: “Halkları kendileriyle nasıl savaş ettiririz?”diyen bir güç düşünün...

İşte ABD'nin dolarına kazıdığı “Tanrı’ya inanıyoruz” yazısı ya da Sovyetler’in “komünizm” bayrağı hatta Suudi Arabistan’ın “Vahhabizm” medreseleri gibi ideolojilerin silaha dönüştüğü izlerdir ve bu oyun daha sinsi, daha acımasızca oynanmata devam ediyor...

Diyorum ki;
Aklımızı başımıza alalım, vicdanımızı da hazır tutalım... Güçlülerin silahının ne tank, ne tüfek her daim fikirler! olduğunu unutmayalım.. O fikirler ki bir film sahnesi de olabilir, bir dinî söylem de hatta bir okul müfredatı da.  

Bu fikir dediğimiz ya da ideoloji dediklerimiz aslında sinsi kurşun gibidirler sesi çıkmayan ve izi silinmeyen... 

Okuyalım ve unutmayalım ki, tarih, bu silahların kanlı dansına her zaman tanıklık etmiştir;

Sömürgecilik döneminde “medeniyet” söylemi veya Soğuk Savaş’ta “özgürlük vs. komünizm” ikiliği, günümüzde ise “demokrasi vs. otoriterlik" gibi  halkları yönlendirmek için kurgulanmış birçok örnekleri düşünün derim 
*
Mesela bir Yeşil Kuşak Projesi...

O, bir coğrafyayı nasıl inanç ekseninde bölüneebileceğinin bir delili değil midir?1980’lerde Sovyet yayılmasına karşı İslam’ı araçsallaştıran CIA, bugün aynı silahı başka coğrafyalarda yeniden namluya sürmekte,“Dinler Arası Diyalog” ile görünürde barışı vadeder gibi ama  gerçekte ideolojik çürümeyi, inancı evrensel bir öğreti olmaktan çıkarıp politik bir maske haline getirmektedir.

Yine Hollywood diyorsunuz...

O, yalnızca eğlence sektörü değil, bilinç inşa merkezi gibi ...Kodlanmış mesajlar, kurgusal kahramanlar, bireyselleşme övgüsü ve sistem içi asi modellerle yeni nesiller yaratan, düşünen değil "tüketen muhalifler" hâline getiren bir kurgudan ibaret aslında...

ABD...
Bu oyunun baş aktörlerinden. Soğuk Savaş’ta “Tanrı’ya inanıyoruz” mottosuyla kapitalizmi ve demokrasiyi küresel silaha çeviren,

Soft power (yumuşak güç) kavramını, kelimelerle yapılan bir nükleer saldırıya dönüştüren bir güç ...

Sanatla, eğitimle, teknolojiyle süslenen her fikir aslında bir “içeriden fetih” operasyonu esasen ...

Unutmayın, bu oyunlar Soğuk Savaş’la bitmemiş olup   “küreselleşme” ve “evrensel insan hakları” gibi o süslü laflarla devletleri eritmeye devam ediyor.

İşte teknoloji devlerini aklınıza getirin, Google, Meta, Amazon gibi...

“Özgürlük” masalıyla verilerimizi sömürmüyorlar mı,

“Çevre ideolojisi”nu bile kirli oyuna dönüştürmediler mi?

Tesla’nın “dünyayı kurtarma!” retoriği, lityum madenlerinde çocuk işçileri görmezden gelmiyor mu?

Evet, ideolojinin yeni yüzü gerçekten parlak, ve albenili...

Ama çok zehirli...

Avrupa'da bu medeniyet maskesinin altında neler olmuş yada olmaya devam ediyor?

-İngiltere, yüzlerce yıl boyunca “böl, yönet, yut” stratejisiyle dünyayı ideolojiler üzerinden sömürmüş, bugün bile Kraliyet'in “elitist modernizm” anlayışı, halkları bilinçli cahillikte tutan sistematik bir kodlamayla sürdürülmekte...
 Eğitimdeki sınıfsal ayrım, medyadaki tek seslilik ve "özgürlükçü" görünen siyaset, aslında toplumları düşünce kalıpları içine sıkıştırıyor...

-Fransa, laiklik üzerinden dinî kutuplaşmayı derinleştirirken, bir yandan da “cumhuriyet değerleri” adı altında milliyetçiliği yeniden ortaya atıyor, sokak protestoları, göçmen karşıtlığı, İslamofobi… Hepsi aynı sistemin çarkında dönen parçacıklar değil midir?

-Almanya, sanki Nazi geçmişini unutmuş gibi görünse de “ekonomik milliyetçilik” ve “entegrasyon politikaları”yla özellikle Türk kökenli toplulukları sessiz bir ayrımcılığa tabi tutuyor , eğitimde, iş gücünde ve siyasette ‘asimilasyoncu özgürlük’ söylemiyle de nesiller ideolojik bir filtreye maruz kalıyor...

-Polonya gibi ülkelerde ise "dine dönüş" hareketi, Batı'nın içindeki Doğu kompleksini dengelemek için bir kuklacı manevrası olmuş ve Din burada bir inanç değil, kimlik silahı gibi...

Kısaca, Avrupa'da;
 İngiltere, “medenileştirme misyonu” yalanıyla ve halen de “liberal demokrasi” ve “serbest piyasa” masalıyla eski sömürgelerinde etkisini sürdürüyor...

Fransa, “laiklik” ve “evrensel insan hakları” söylemiyle “Fransız kültürü”nü dayatıyor, Afrika’ya “özgürlük” taşıdığını iddia ediyor, ama aslında bu söylem de, ekonomik ve siyasi çıkarların bir perde arkası aslında...

Almanya, “Avrupa Birliği” idealiyle “birleşik Avrupa” hayalini sanki sattı, ama yıllar önce bir borç krizinde Yunanistan’ı “Alman disiplini”yle ezdi geçti...

Polonya, “Katolik milliyetçiliği”yle komünizme kafa tuttu, ama  AB’nin “liberal” dayatmalarına karşı “Hıristiyan Avrupa” ideolojisiyle kutuplaşmayı körükledi...
*
Devam edelim...
-Suudi Arabistan, “Vahhabizm”i petrol parasıyla Pakistan’dan Endonezya’ya yaydı; medreseler ve camilerle Şii İran’a ve seküler rejimlere karşı ideolojik savaş açtı. Ama bu silah geri tepti; finanse ettikleri cihatçılar da Usame bin Ladin gibi radikalizmi küresel belaya çevirdi. Bugün “Vizyon 2030” ile “modern İslam” imajı satıyor gibi ama Yemen’de ise kan döküyor!
Yani, Suudi Arabistan,  Vahhabî ideolojisini yoksul İslam toplumlarına ihraç ederek dinî çeşitliliği boğmuştur. Kâbe'nin gölgesinde kurulan alışveriş merkezleri, maneviyatın değil maddiyatın kutsandığı bir inanç düzeni kurmuştur.

-İran, mollaların gölgesinde ideolojiyi devletleştirirken, halkını siyasi mezhepçilikte boğmuştur. Devrim Guard’larının koruduğu şey halk değil, iktidarın ideolojisidir.İran, 1979 Devrimi’yle “Şii ideolojisi”ni jeopolitik kılıca çevirdi...Hizbullah, Husiler ve Şii milislerle Ortadoğu’yu yangın yerine çevirdi. Bugün de  bu retoriği sürdürüyor, ama halkı da ekonomik krizle boğuşuyor...

-İsrail, “Siyonizm”i ve “Ortadoğu’nun tek demokrasisi” imajını kalkan yaptı; Filistin meselesi hem birleştirdi hem çatışmayı körükledi. Gazze’deki insani kriz, bu ideolojinin karanlık yüzü artık...

Siyonizm, yalnızca bir devlet politikası değil, küresel bir güvenlik doktrinine dönüşmüş gibi...Her eleştiriyi  bastırmak, düşünce özgürlüğüne karşı kullanılan en güçlü zırhtır artık...

-Mısır, dinin ve milliyetçiliğin bir arada nasıl bir halkı susturabileceğini gösteriyor, ne yazık ki....Müslüman Kardeşler ile cunta arasında sıkışmış halk, aslında iki kuklacının farklı maskeleriyle yönetilmekte...

-Katar ve BAE, medya imparatorluklarıyla bölgedeki tüm söylemleri yönlendiren görünmez baronlar gibik. Al Jazeera örneğinde olduğu gibiler...
 “Bağımsız medya” görüntüsü altında ideolojik yönlendirme yapılmakta...
Katar, “El Cezire” ve Müslüman Kardeşler’le, BAE ise “ılımlı İslam” markasıyla ideolojik nüfuz peşindeler?
Kısaca, Ortadoğu ideolojilerin kan gölüne döndüğü bir arena görüntüsü veriyor bize, maalesef...
*
Asya, ideolojilerin sert ve yumuşak yüzünü sergiliyor. 
Çin, Mao’nun “Kızıl Kitap”ıyla komünist devrimi ihraç etti; Kızıl Kmerler 2 milyon insanı öldürdü.
 Bugün “Kuşak ve Yol” ile ülkeleri borç tuzağına çekiyor; Sri Lanka limanlarını kaptırdı. 

-Hindistan, “laiklik” ve “dünyanın en büyük demokrasisi” imajıyla prestij kazandı, ama “Hindu milliyetçiliği” azınlıkları dışlıyor. 

-Pakistan, “İslamcılık”ı Hindistan’a karşı kalkan yaptı, ama Ziya-ül Hak’ın “İslamizasyon”u Taliban’ın tohumlarını ekti, yıl 2025 ve halen radikal gruplarla boğuşmaya devam ediyorlar. ABD'nin laboratuvarı olmuş gibiler ,Taliban gibi örgütler ideolojik virüsler olarak üretilip ve yine halkına karşı silah olarak kullanılıyor gibi...

-Güney Kore, “Hallyu” ile K-pop ve dizilerle kültürel taarruzda; BTS ve Squid Game, Çin’in hegemonyasına karşı kalkan gibi...

-Japonya, “anime” ve “ekonomik model”le yumuşak güç kurdu. 

-Kuzey Kore’nin “Juche”si halkını açlığa mahkûm ediyor. 
*
Afrika’da Etiyopya, “Pan-Africanizm”le umut vaat etti, ama iç savaşlar gölge düşürdü. 

Nijerya, “federalizm”le çatışmaları dizginlemeye çalışsa da Boko Haram zayıflığını gösteriyor. 
Devam ediyoruz...
 Küba’nın “devrimci sosyalizm”i romantik bir hayal, ama ekonomik kriz halkı ekmek kuyruklarına mahkûm etti. 


Venezuela’nın “Bolivarcı Devrim”i hiperenflasyonla çöktü. 

Avustralya, “liberal demokrasi”yle Çin’e karşı Pasifik’te liderlik peşinde.
*
Ve,
Türkiye....
Bu kanlı satranç tahtasında ülkemiz hem hedef hem oyuncu mudur?

 Anadolu, asırlardır emperyalist güçlerin “böl, parçala, yönet” silahıyla sınandı; dinî ve etnik farklılıklar, güçlülerin elinde piyon yapıldı. 

İngiliz Lord Curzon, 1919’da, “Türkiye’yi parçalamalıyız; Kürtleri, Ermenileri destekleyerek Osmanlı’yı bitirmeliyiz,” dedi. 

Sykes-Picot’la Sir Mark Sykes, “Şii-Sünni, Kürt-Arap hatlarını kullanalım,” diyerek taşları dizdi.

 Sevr, bu oyunun şah mat hamlesiydi; ama Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’yla tahtayı devirdi, Lozan’la özgürlüğü kazandı. 

Fransa, General Maurice Baussard’ın 1925’te Şeyh Sait İsyanı’nı körüklerken, “Kürt isyanları Türk birliğini bozar,” sözleriyle dinî ve etnik ateşi harladı. Türkiye, Cumhuriyet’in iradesiyle bu tuzağı ezdi.

Soğuk Savaş’ta ABD sahneye çıktı. CIA’den Paul Henze, 1979’da, “Türkiye’de ılımlı İslam, komünizme karşı bariyer,” diyerek dinî hareketleri silahlaştırdı. 

Graham Fuller, 1988’de, “İslamcı hareketler seküler devleti dengeleyebilir,” diyerek Gülen cemaatinin yükselişine göz kırptı.

 1980 darbesi, bu gölgeli oyunun parçası mıydı? 

X’te yankılanan “Bizim çocuklar başardı” sözü, Henze’ye atfedilse de sis perdesinde... 15 Temmuz, bu silahın geri tepmesiydi; Gülen’in ABD’deki gölgesi, sorguları büyüttü.

 Bugün, ABD’nin YPG’ye silahları...
 Alevi-Sünni geriliminin hassas ipi, “dinler arası diyalog” masalı vs...

Hepsi, Türkiye’nin aklını ve vicdanını hedef alsa da, Türkiye piyon değil! ki...

Osmanlı’dan miras bir direnç, Cumhuriyet’le taçlanan bir birlik sahibiyiz ...

Her hamleye de karşı koyacak gücümüz vardır. Öyle değil midir?

Kenan Özek’in uyarısına tekrar dönelim.
Din, ulus-devletleri eritmenin bir aracı ve Türkiye, bu oyunu hep gördü, Atatürk’ün “Fikri hür, vicdanı hür” nesilleri ise bu nankör ideolojilerin zincirini  kırmaya devam edecektir.

Sorumuz,
Sen, bu satranç tahtasında ne olacaksın,güçlülerin fikrine tutsak bir piyon mu, yoksa oyunu bozan bir akıl mı? 

Anadolu’nun ruhu, şah mat diyor!, hatırla...

Sen, bir an dur ve düşün...
Bu satranç tahtasında hangi taşsın?
İnancın gerçekten senin mi?
Fikrini kim kodladı?
Hayranı olduğun lider, sana biçilen role  hizmet ediyor mu?

Vezirler medya,
Kaleler tarikatlar,
Atlar siyasiler,
Ve
Piyonlar halk olmuş ise...
Unutma ki,
Şah, çoğu zaman kaybedilmiş  vicdandır ...

Bir fikrin arkasında saf tutarken güçlülerin sahnesinde figüran olduğunu bil(e)mez, ya da bilmek istemeyiz de ...
Biliyorum,düşünmek acı verir, sorgulamak ise yalnızlaştırır. Her ne kadar susmak, sessiz kalmak belki güvende hissettirir, ama bedeli ağırdır: Kimlik krizleri, kutuplaşma, savaşlar ve eriyen yok olan toplumlar. 
Unutma ki, kazananlar hep kendini en iyi pazarlayanlar oluyor;
Medeniyet, özgürlük adı altında Hollywood filmleri, Kuşak ve Yol projeleri  ya da direniş masalları!
Gerçek aydın, ideolojiye tapan değil, onu sorgulayandır, öyle değil mi?
Ve gerçek özgürlük, kendi fikrini yaratmakla; gerçek güç ise dayatılanı reddetme cesareti gerektirir. Yoksa bu ideolojiler savaşında taraf olmak kolay, kendin olmak ise zordur, bilmelisin.
Yine ,güçlüler her zaman alkışlayan bir kalabalık isterken , akıl, vicdan ve ruh bu oyunu her daim bozar...
Bu nedenle önündeki satranç tahtasında güçlülerin ipinde dans etmeyeceksin,  uyunu bozacak hamleyi yapacaksın,yani o ideolojilerin gölgesinden ayrılırsan  zafer senin olacaktır ..
Sen, yeter ki aklına güven ve vicdanını  ortaya koy, piyon değilsin...
Şimdi sahne senin !
Bir oyun kurucu ol,
Düşün ve
Sorgula.
Unutma ki;
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmedikçe kurtuluş yoktur, diyen Mustafa Kemal Atatürk gibi bir önderin var ...

O halde ben de,
Immanuel Kant’ın sözleriyle nokta koyuyorum;

“Kendi aklını kullanma cesaretini göster!”

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }