Türkiye Emekli Sandığı, 657 sayılı yasa uyarınca istihdam olunan memurların primlerini tahsil eden ve emeklilik döneminde emekli maaşı ödeyen kurumdur.

Memurlar (beyaz yakalılar), kendilerini işten atmak için özel gayret göstermezlerse 25 yıl aralıksız çalışır ve emekli olur.

Mavi yakalılar (iş kanununa göre çalışanlar) ise, Sosyal sigortalar Kurumu’na pirim öder. 25 yıl süre geçtikten sonra ve belirlenmiş miktar pirim ödemişse emekli olurlar. Ne yazık ki Türkiye’de bir işçinin memur gibi aralıksız 25 yıl işini sürdürme olanağı yoktur!

Emekli Sandığı’na tabi olanlar arasında “barem” denilen bir aldatmacayla ciddi ayırım yapılmıştır. O nedenle mavi yakalı gibi asgari ücretle çalışan da var. Asgari ücretin 5-6 katı ücretle çalışan var.

Çalışanın eğitim, beceri ve sorumluluğuna göre farklı ücret alması doğaldır. Ama aynı ülkede aynı koşullarda yaşıyor olmak; ücretler arasında uçurum olmasının yanlışlığını gösteriyor..

Emekli Sandığı, çalışandan birinden 25 yılda hangi ücret üzerinden ve ne miktarda pirim tahsil etmişse o oranda bareme göre emekli maaşı öder.

Asgari düzeyde emekli maaşı alanların yanı sıra 4-5 katı emekli maaşı alan memur da var. Örneğin müsteşarın, valinin, genel müdürün çalışırken aldığı ek ödemeler de dikkate alınarak emekli maaşı hesaplanır. Fakat diğer memurların ek ödemeleri dikkate alınmaz.

Yanılmıyorsam milletvekili emekli maaşları da Emekli Sandığı tarafından ödenir.

Bütün yüksek ödemelere rağmen Emekli Sandığı hiç ödeme güçlüğü yaşamıyor. Ya da “maaşları ödeyemez duruma düştü” denmiyor.

Ama her hükümet döneminde Sosyal sigortalar Kurumu’nun maaş ödeyemez duruma geldiği söylenebiliyor.

Çünkü siyasi yönetici ile yüksek bürokratı; patronlar gibi, işçileri kendi hizmetçisi gibi görüyor. Kendilerinin yaşam standardını işçiye (“müstahdem” beyaz yakalı ile mavi yakalıya) layık görmüyor. Kaçak istihdama göz yumuyor. Bu da emekli başına pirim ödeyen sayıyı düşürüyor. Oysa gelişmiş ülkelerde bir emekliye karşılık çalışan sayı ortalama 7.5 oluyor. Türkiye’de ise 1.5-2,5 arasıdır!

Üstelik popülist politikalarla ne kadar işsiz güçsüz ve serbest çalışan vatandaş varsa, hepsi Sosyal sigortalar Kurumu kapsamına alındı. Limitsiz primlerle gerçek pirim ödeyenlerin sırtından devletin sosyal sorumluluk görevi yerine getirildi. Bu ise; yeterince prim ödemiş kimselerin emekli maaşlarını etkiledi. Devlet (aslında siyasiler), işçinin birikimlerini sorumsuzca israf ettiği halde, SSK’ya destek vermekten kaçınıyor. Bu nedenle SSK’nın maaş ödemede zorluk yaşıyor ve yaşayacaktır!

Ancak siyasi yöneticiler, Emekli Sandığı’na verilen destekleri ağza almazken; Sosyal Sigortalar kurumuna yapılması gereken katkıyı hep istismar ederler. Milletvekillerinin çoğu, SSK veya BAĞKUR kökenli olmalarına rağmen, ballı maaşlara kavuştuktan sonra nankörlük yapabiliyorlar!

SSK, sigortalı olan kimseye şunları taahhüt etmiş idi: Emekli maaşı verecek. Sigortalı ile bakmakla yükümlü olduğu kimselere (ana baba, eş ve çocuklar) ücretsiz sağlık hizmeti verecek. Her türlü tedavi ve ilacı ücretsiz sağlayacak. Ölümü halinde yasal mirasçılarına belirli maaş vermeyi sürdürecek.

Peki Sosyal sigortalar bu taahhüdünü yerine getiriyor mu?

Sigortalı ile olan sözleşmeyi sürekli tek taraflı değiştirerek hakları buduyor, aleyhte gerileme yaparak kurumu realize ediyor!

Nitekim emekli maaşı hesaplamada, “son maaşın %70’i” yerine “son 7 yılın ortalamasının %50’sini vermeye başladı. Reçete parası, ilaç katkı parası şartı getirdi. 25 yıl boyunca “tavanda” prim ödeyenin maaşını kuşa çevirdi.

Bütün bunları SSK kendisi mi yaptı? Elbette hayır. SSK varlığını kendi politik tercihlerine göre sorumsuzca tasarruf eden siyasetçiler; sadece SSK’yı değil; devletin “”sosyal” ilkesini de çökerttiler!

Emekçi insanların “şeyhin kerametinden sual olunmaz” anlayışı sürdükçe, mavi yakalılar daha çok sömürüleceklerdir!

***

KIBRIS, KKTC VE BAYRAĞI
Kıbrıs, Türkiye karasıyla yakın bağlantılı bir adadır. Tarihin derinliklerine bakıldığında; Hitit, Mısır, Roma-Bizans, Emevi, Venedik ve Osmanlı egemenliğinde kaldığı görülür.

450 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Fakat Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’nda kayıplarını azaltmak için İngiltere’ye vererek Rusya karşısında diplomatik destek almıştır.

Türkiye gündemine, ancak 1950’den sonra yeniden geldi.

Çünkü İngilizler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üç üs kurarak adadan ayrılmıştı. Bunun üzerine nüfus çoğunluğunu öne süren Rumlar, egemenlik kurmak üzere harekete geçti. Türkler de direndi. Adada bozulan toplumlar arası barış; Türkiye-Yunanistan-İngiltere müdahalesiyle 1960 yılında bir devlet statüsüne kavuşturuldu. Düzenlenen Kıbrıs Anayasası’na göre ortak ve demokratik yönetim oluşturuldu. Her üç devlet de garantör oldu.

Ancak kısa bir zaman sonra, Rumlar yönetime mutlak hakim olmak için harekete geçti. Yunanistan da darbe ile başa gelen Cunta, “Akritas” planı uygulamaya koydu. 19. yüzyılda Girit’te yapıldığı gibi kargaşa yaratıp Kıbrıs’ı iltihak etmek amacıyla Sampson liderliğinde EOKA adlı örgütle Türkleri katletmeye başladı. Böylece Türkler sindirilecek, kaçırtılacak ve ada Yunanistan’a bağlanacaktı.

Türk tarafın direnmesiyle Kıbrıs’ta toplumsal barış dramatik bir şekilde bozuldu. Bunun üzerine garantör olan Türkiye, müdahale etti. Diğer iki garantörden biri olan İngiltere ile yoğun görüşmelerde bulundu. Avrupa Konseyi ile Atina Yüksek Mahkemesi bile Türkleri haklı buldu. Nihayet Türkiye, Yunanistan’a rağmen 24 Temmuz 1974’te “Atilla Barış Harekatı” gerçekleştirdi. Adanın %37’sine egemen oldu. Kuzey’deki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye göçtü. Böylece iki toplumlu adada iki bölge oluştu. Kan akması durdu. Adaya huzur geldi.

Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin Birleşmiş Milletler gözetiminde çözüm bulmak için toplumlar arası görüşmeleri başladı.

Zaman zaman tıkanan görüşmeleri sürdürmeye çalışan Türk tarafı, farklı zamanlarda farklı önerilerde bulunarak çözümün gerçekleşmesine çalıştı. Sırasıyla; “İki devlet oluşsun”, “iki özerk bölgeli federe devlet olsun”, “Monako modelli olsun” önerilerinde bulundu.

Monako modeli, iki ayrı özerk devletin kurularak Türk tarafın Türkiye’ye, Rum tarafın da Yunanistan’a bağlanması şekliydi.

Rum tarafı ve Yunanistan, hiçbir öneriye yanaşmayınca; Türk tarafı 1993 yılında bağımsız KKTC (Kuzey Türk Cumhuriyeti) devletini ilan etti. Başkenti, Lefkoşa’nın Türk tarafı oldu. Bayrağı ise, 1616 yılındaki Osmanlı-İspanyol deniz savaşı (Gelidanya Burnu Muharebesi) sırasında Osmanlı kadırgalarının gönderindeki bayraktır.

Artık Kıbrıs adası, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti olarak fiilen bölündü.

Birleşmiş Milletler, adanın tek devlet olmasından yanaydı. Avrupa Birliği de bunu savunurken, bir dinsel bağnazlıkla 2004 yılında GKRC’ini adanın mutlak egemeni devlet olarak üyeliğe aldı.

Oysa daha önce “Annan Planı” gereğince AB’ye girilmesi konusunda bir halk oylaması yapılmıştı. Ak Parti (AKP) hükümeti ile Avrupa Birliği, Türk tarafın “evet” demesi için olmadık baskı ve özendirmelerde bulundu.

Rum tarafın “evet” diyeceklerinden emin idiler. Ne yazık ki Rum taraf “hayır” dedi. Bu da Türk tarafın Rum tarafa bağlanması taktiğini boşa çıkarmış oldu.

Buna rağmen Avrupa Birliği, kendi statüsüne aykırı olarak Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni üye yaptı. Türk tarafın bunu kabul etmesi için çingenin tavuklara attığı ipli hamur gibi aldatmacalara girişti. Nitekim FAR (mali yardı yönetmeliği) ile ticari ve sivil toplum örgütlerine dağıttığı 520 milyon Avro’ yardımı ve KKTC’li yurttaşlarına yasakladığı Avrupa’ya Türk öğrencilere serbestlik vererek Türk tarafın entegrasyonuna çalıştı.

Böylece başından beri uzlaşmaz bir dayatma içinde olan Rum taraf ödüllendirilmiş; Türk taraf ise cezalandırılmış oldu.

AB’ye üye olmaya çalışan Türkiye’yi açıkça istemeyen devlet sayısı ikiye çıkarılmış oldu.

Bu durum, AKP hükümetlerinin dış politikasının bir fiyasko olmasını açıkça gösterdi!

Kıbrıs’ın 2004’ten sonra Türkiye gündemine gelmesi; ancak AKP’yi 2020’de uyandıran şok ile gerçekleşti. Çünkü Doğu Akdeniz “Münhasır Ekonomik Saha” sorunu ortaya çıkmıştı. Güney Rum Kesimi atı alıp Üsküdar’ı geçmişti. Lübnan, İsrail, Mısır ve Yunanistan anlaşmış. Doğu Akdeniz Münhasır Ekonomik Sahada doğalgaz çıkarmaya başlamıştı.

ABD’nin Exxon, Fransızların Total, İtalya’nın Eni ve hatta Shell şirketleri, Güney Kıbrıs Rus kesimiyle imzaladığı sözlemler gereğince sismik araştırmaları tamamlayıp üretime geçmişlerdi. FETÖ ile aynı yağmurdan ıslanarak aynı hedefe yürümeye konsantre olmuş AKP yönetimi, 2019 sonlarına doğru Münhasır Ekonomik Saha önemini anlamaya başladı. Kaddafi’nin linç edilmesine katkı verdiği Libya’nın bölünen üç parçasından küçük ve etkisiz olanıyla Mavi Vatan haritası ilan etti.

Ay bacayı geçtikten, BM içindeki devletlerin ikisi dışındakiler tarafından haksız olarak tanıtılmasından sonra!