Suat Umutlu

Paulo Coelho'nun ifadesiyle 'Hayatının anlamı senin bakış açında gizlidir' dostum...

"Etrafına bir bak,  toplumların sorunlarını çözmekle görevli kurumlar etkisizleştirilmiş...

Açlık, yoksulluk ve bölgesel savaşlar da sürmekte...
O'da ne  Birleşmiş Milletler, Barış Gücü,  Dünya Sağlık Örgütü, uluslararası toplantılar vs. çözüm üretmiyor, üretemiyor....

Veeee, dünya hızla bir gayya kuyusuna ( karışık, umutsuz, çapraşık iş, durum) dönüşüyor,  yaşanmaz bir hale geliyor ki o halde yalnız kendimiz için değil bütün insanlık için iyilik, sağlık, huzur ve güvenlik üretmeliyiz.

Yoksa nereye gider bu yolun sonu?"diyor Sedat Demirkaya...

Haksız mı!
*
İnsanlar dedik,
Aklını kullanarak bilim ve sanata yönelenler var ve insani dürtüyle “insansı sürü kültürünü“ oluşturup bugünün medeniyetini yakaladılar…

Ya diğerlerine,
Peşlerine gözü kapalı takılıp sürüleşen cehalet ordusuna da ne demeli, insanca yaşamın katili olmanın devamını yakalayan bu gericilere neyi, nasıl anlatabilirsiniz ki anlayabilsinler ..

Medeni, cahile gericisin diyor, şu diyor, bu diyor ..
Cahil de medeniyi gavur olarak görüyor, tanımıyor ve takmıyor.
İkisi de, hem haklı hem de haksız olabilir mi?...
Hem de
Medeni cahili eğitmeye tırsarken,
Cahil de medeniden öç alırcasına gericiliğe sığınıyor iken...

Hal böyle olunca....  Son Narin/Diyarbakır olayını da nazara alarak söyleyebiliriz ki,

Töre katliamı, kan davası, ağalık, terör, kaçakçılık derken ensest ilişki, küçük çocuklara tecavüz olayları da bazı bölgelerde artmakta ve  bu yaşam biçimine bağlı olarak  da fuhuş, cinsel taciz ve istismarla birlikte cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı ve kullanımı da artış göstermektedir.

Yine hal böyle olunca…
Eğitim sistemi, sağlık sistemi çöküyor...
Ekonomi iflas ediyor.
Sınırlar korunmuyor ve ülke mülteci kampına dönüşüyor
Ahlak çürüyor, ahlâk...
Adalet, yargı, ordu, istihbarat siyasallaşıyor.
Sonuç olarak dünyanın en cahil 9 ülkesi arasında yerini alıyoruz.

İşin acı tarafı ise,
Ülkeyi bu hale getirenlerden daha suçluları olanlar var ve kıs kıs gülerek kenardan seyrediyorlar.

Kim bunlar derseniz?
Bir kısım aydınlar, akademisyenler, askerler, sermayedarlar, gazeteciler, sanatçılar, sporcular, STK’lar
Veeee
Hepsinin içinde olduğu siyasetçiler...
Tabii ki,
Dış mihrakların işbirlikçileri,
Lawrence’ler… 
(İsmet Orhan'dan)...
*
İnsanoğlu diyorum,
Yaşananlar da yaşatanlar da unutulur sanmayın... 
Tarih her şeyi kaydediyor.  Yeri ve zamanı gelince  güzelliğe ödülü, çirkinliğe ise cezayı verecektir...
İnanın, inanın...
*
Esasen "herşeyin başı sağlık" olsa da dönüp dolaşıp eğitimde takılıp kalıyoruz, bazen de karşımızdakine cahil deyip geçiyor, umursamıyoruz...

Anlatalım mı!...
‘Günlerimizi güneş aydınlatıyor’ desem, 
‘İyi bak o güneş değil’ diyecek kadar cahilsin.

‘Meteoroloji, havalar serinleyecek diyor, dikkatli olun’ diye yazıyorum, “Allah’ın işine karışma..” diye çıkışıyorsun.

Evladını işsizliğe mahkum eden zihniyeti omzunda taşıyor, sonra da gidip türbeye çaput bağlayarak “Evladına iş’ dileniyorsun.

Ülke sorunlarını yazıyorum; 'siyasete fazla dalma, sonra başına iş alırsın diye' aba altından sopa gösteriyorsun.

Senin ve toplumun kahir ekseriyetinin aç olduğunu dile getirince alkışlıyor ama 'açlığının nedeninin senin cehaletin olduğunu söyleyince' kızıyorsun...

Hurafelerle, akıl dışı kirliliklerle toplumun bir bölümünün kandırıldığını söylüyorum, bu sefer de beni, 'değerlere saygısız biri’ olarak ilan ediyorsun.

Senin ve senin gibi samimi Müslümanların inancını fütursuzca kullananlara karşı çıkıyorum, senin samimi inancını korumaya çalışıyorum, dini ticaret aracı haline getirenlerle bir olup beni 'dinsizlikle' suçluyorsun.

Ahlaksızlara, hırsızlara, yalancılara, bölücülere karşı kalemimle mücadele veriyorum, yanımda olman, destek vermen gerekirken onların yanında yer alıyor, onlara destek veriyor, sonra 'açım, işsizim' diye feryat ediyorsun.

Ülke yol geçen hanına dönmüşken, tüm maddi manevi değerlerimiz yağmalanırken, işsizlik her geçen gün büyürken, insanlar karın tokluğuna çalışmaya zorlanırken, devletin kurumları, milletin değerleri parsel parsel satılırken, doğa ve çevre yağmalanırken, ormanlar tatil siteleri kondurulacak şekilde yakılırken, sen bu duruma karşı çıkanların önüne dikiliyor, kalkan oluyorsun.

Cahilsin demek istemiyorum ama eğitimsizsin ve bunun farkında değilsin.

Zira;
Sömürülüyorsun, görmüyorsun.
Kullanılıyorsun, farkında değilsin.
Bir avuç mutlu azınlığın çıkarlarına alet oluyorsun, bunu bile kavrayamıyorsun.
Anlatıyorum, anlatmaya çalışıyorum, okumuyor, dinlemiyorsun.
Kendini de yakıyorsun, beni de.
Daha da acısı, ülkeyi de.
(Ahmet ZORLU'dan)...
*
Unutmayın diyorum...
Özelleştirmenin amacı devletsizleştirmedir. Yoksullaştırmadır. Halkı devlet şemsiyesinden mahrum bırakmaktır.

Eğitimi, sağlığı, güvenliği, dini özelleştiren devlet...
Doğal kaynakları (madenlerini, fabrikalarını, suyu, denizi, gölü, limanı, yolu, köprüyü, ormanı) özelleştiren devlet...

Bu, halkının bu kaynaklardan yararlanmasını engelliyor, yaşam alanlarını, altından çekip alıyor demektir.

Bu gibi  ülkelerin toplumlarında açlık, adaletsizlik, fuhuş, dolandırıcılık, bölücülük ve uyduruk dini cemaatler çok fazla artar...

Bakın hiçbir siyasetçi, sorunun kökeniyle uğraşmıyor, günlük sıkıntı ve sızlanmalar üzerine siyaset oluşturuyor. 

Böylece devletin işlevi sona erip, halk devletsiz bırakıldığında geriye bir tek iş kalır: Sömürge valisiyle yönetilmek.
Aslında şu anda Türkiye olarak bunu yaşıyoruz.
(KENAN ÖZEK'den)... 
*
Ne diyor,
Sayın Cumhurbaşkanımız;

"Yokluk ve yoksulluğun olduğu o eski günler artık tamamen geride kaldı, kimsenin elimizden almasına müsaade etmeyiz. Bizi eski karanlık günlere tekrar çekmek isteyenlere asla eyvallah etmeyiz.”

Önce kaybettiklerimize bakalım isterseniz...
Demokrasiyi, Cumhuriyeti Kaybettik.
Anayasamızı, anayasal Kurumlarımızı kaybettik.
Şanlı Türk ordusunu kaybettik.
Bilim ve bilgi üreten okullarımızı kaybettik.
Devasa hastaneler yaptık ama içine insan koymayı unuttuk.
Bankalarımızı, limanlarımızı, madenlerimizi, fabrikalarımızı kaybettik, sırada tarlalarımız var.
İtibarımızı kaybettik, var mı ötesi!
Kurucu değerlerimizi kaybettik.
Paramızı kaybettik, paramızı,
Dünyanın en değersiz parası oldu...
Dünyanın en sefil toplumları, en borçlu ülkeleri sıralamasında rekor bizim elimizde...

Kazanımlarımız da oldu, elbette...
Bedelini bizim ve belki de çocuklarımızın ödediği, ödeyeceği 3 köprü, 3-5  havaalanı, birkaç hastane binası, biraz da yol...

Gelelim yokluk ve yoksulluk bölümüne,
evet yokluk ve yoksulluk dönemi geride kaldı doğru(!), artık açlık döneminde yaşıyoruz...

Sözün özü:
Kusura bakmayın, “Ahkam kesmek kolaydır. Bir de kenar semtlerde açlıktan, gıdasızlıktan iğne ipliğe dönen, günlerini hastanelerde derman arayarak geçiren çocukların babalarını bir dinleseniz..."

Aziz Vatan; yokluğu, yoksulluğu geride bırakmadı,  iktidarınızda geri getirdi, eskiyi mumla arıyoruz.

Biz kim miyiz?
Sizin yönettiğiniz Türkiye Cumhuriyeti’nin birer ferdiyiz, bir araya geldiğimizde de bize ‘Halk’ diyorsunuz.

Yeter artık, alay edilmek onurumuza dokunuyor.
*
Kartacalı Komutan Hanibal’ı bilir misiniz?
Anadolu topraklarında yaşamış bir komutan, hatta 
Bitinya Devleti’nin kralı , ordunun başına da getirmiş... Roma İmparatorluğuna teslim edileceğini öğrenince de intihar etmiş.. 

“Tarih dersi mi veriyorsun” derseniz, hayır....

Hanibal’ın gemisiyle savaşa giderken, yemsizlikten huzursuzluk çıkaran atlarına dönüştüğümüz için hatırlatmak istedim.

Nasıl yani!

Hanibal, askerleri ve atlarının olduğu gemileriyle seyrederken kopan fırtına uzun sürünce atların yemi bitmiş, atlar huzursuzlanmış ve tepinmeye başlayınca ‘Yem Borusu’nu çaldırırmış...

İlginçtir, yem borusunu duyan atlar sakinleşir ve bir süre yemlenmeyi beklermiş...Gelmeyince ikinci, üçüncü kez huzursuzluk çıkarsalar da her yem borusunda bir süre sakinleşmişler. Ne zaman ki sakinleşme aralığı 1 saatten yarım dakikaya kadar indi, yeniden boru çalmaya gerek kalmamış... Zira artık gemiler hedefe varmıştır ve problem de kalmamıştır...

Eeeeee!...
Bugün, yeri ve zamanı geldiğinde bize de “Aynı Gemideyiz” diyorlar, çıkacak savaşta savaşçıların bineceği atlar olarak görüyorlar... Her toplumsal sıkıntıda yem borusu çalıyor ve bizi bir süre farklı konularla oyalayabiliyorlar...

Hatırlayın ilk yılları.

Her seçim öncesi, bir yerlerde kömür, uranyum, altın ve benzeri madenler bulundu. 

Trakya’da her seçim öncesi doğal gaz bulundu. Hiçbiri bu güne kadar gün yüzüne çıkarılmadı.

Milli araba, uçak, tank geldi. Ama yangın söndürme uçaklarımızın bile hangarda çürütüldüğünü öğrendik. 

Bazı yem boruları da seçimlerden sonra  gümbürtüye gider ve hepten unutulur oldu... Mesela 3600 gibi, emeklilere yapılan ama maaşlarına kuruş etki etmeyen zamlar gibi.

Melodisi değişse de hemen her gün artık yem borusu çalınıyor, avutuluyoruz ki, yem borusunun bir oyalama aracı haline geldiğini görenler de artık çoğunlukta....‘Acaba’ demeye başladı.

Güzel ülkem ekonomide, demokraside, eğitimde, kültür ve sanatta geriye giderken, sefalette ve cehalette ise çağ atladı.

Gelinen noktada,  geminin kumandasında oturanlar da  boruyu tutan el, boruyu üfleyen nefes bile artık rahatsız. 

Artık, toplum boru sesi duymak değil, inandırıcı adımlar atılmasını ya da yakamızı bırakmasını istiyor. Zira midelerden gelen gurultudan, çalan yem borusunu duymuyor artık bu millet...

"Aynı gemideyiz, kaptana destek olmak lazım. 
Gemi batarsa, hepimiz batarız…” diyenler var, hâlâ...

Hayır kardeşim, yanılıyorsunuz...

Seni bindirdikleri gemi, kaptanını ve rotasını yitirmiş, korsanlarca yağmalanmış, bir halde meçhule doğru ilerliyor.

Onların gemisinde, her akşam yemeği bir balo havasında, ne ararsan var. Sohbetleri bile “Bu yaz alışveriş için Londra’ya uğradığımda” diye başlıyor.

Senin bindiğin gemi ise rüzgarın esmesine ve rüzgarın insafına terk edilmiş.

Artık kaniyim, aynı gemide değiliz.

Sizin dümeninde oturduğunuz ve lüks kamaralarına yerleştiğiniz Titanic, Bermuda Şeytan Üçgenine doğru ilerlerken.. 

Sizi omuzlarında taşıyanların bindikleri gemi ise kaptansız, dümensiz  sürükleniyor, bir meçhule...

Biz ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Bandırma Vapurunda yerimizi aldık ve Samsun’a doğru ilerliyoruz.
*
Eyyy!
Siyasi parti liderleri....
Milletvekilleri, Belediye Başkanları...
Sivil Toplum Kuruluşlarının yöneticileri...
Üst Düzey Bürokrasi...

Daha bu ülkenin başına neyin gelmesini bekliyorsunuz, hangi musibetler geldiğinde hareket etmeniz gerektiğini görecek ve kavrayacaksınız?

Aziz Vatanımız olağanüstü günler yaşamakta ve bölünmeye doğru hızla sürüklenmektedir, farkında değil misiniz?

Ağırlaşan ekonomik şartlar, giderek artan huzursuzluk, yoksulluk, işsizlik, adaletsizlik ve çaresizlik varken,

Ülkenin demografik yapısını etkileyecek düzeye gelmiş göç ve mülteci sorunu büyürken,
böylesi olağanüstü dönemlerde kurumları yönetenlere tarihi bir görev düşmüyor mu?...

 Bir ses veriniz.... Topluma öncülük ediniz...

 Yasalar ve anayasal haklarınızı kullanarak tepkinizi en yüksek perdeden dile getiriniz....

Unutmayın, siyaset kurumlarının ulusal bir işbirliği yapması, kitlelere öncülük etmesi gerekir...

Kapitülasyon dönemlerinde bile bu kadar yalnız değildik...

Cumhuriyetimiz Cemahiriye’ye, demokrasimiz teokrasiye dönüştürülüyor adım adım.

Din silahı kullanılarak, bir Emevi İslam Devleti inşa ediliyor, sessiz sedasız.
*
Biliyoruz ve inanıyoruz, inanmak güvenmek istiyoruz.
Devletin her kurumunda da,  siyasetin herhangi bir kademesinde de görev alan bir isim topluma ‘güven’ verdi ise o kurumun başarısız olma şansı yoktur, başarabiliriz.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bir zamanlar Türkiye’nin en güvenilir kurumlarının zirvesinde değil miydi?...

Türk milleti adına karar veren bir adalet sistemimiz vardı eskiden...

Üniversitelerimiz vardı bir zamanlar,
Bilimin tartışıldığı, bilimsel özerliğe sahip...

Bugün, “Okumuş biri denilince beni hafakanlar basıyor” diyen ilim ve bilim yoksunları kapladı üniversitelerin köşe başlarını...

Odalarımız, birliklerimiz, derneklerimiz, federasyon ve konfederasyonlarımız vardı bir zamanlar...

Mesela, sendikalarımız vardı bir zamanlar, her renkten, her sesten...

Medyamız vardı bir zamanlar; mazlumun, sessiz kitlelerin, ezilen insanların sesi olan...
Şimdi yandaşı, yalakası, üç kağıtçısı el üstünde tutuluyor, gazetecilik namusu ise ayaklar altında...

Türkiye Büyük Millet Meclisimiz, yeri geldiğinde kenetlenen, ülkenin ve toplumun çıkarları için gerektiğinde tek yumruk olan, icraatın aksayan unsurlarını meclis kürsüsünde yerden yere vuran, bakanların gelip hesap verdikleri yer idi...

Bugün ülkemiz ateşten günler yaşıyor...

Demokrasimiz neden tekliyor?
Neden üretemiyoruz?
Neden hırsızlık en yüce makam haline geldi?
Neden cüceler devleştirildi?
Anladınız mı...
*
Gerçekten...
Başarının suç, kalitenin kusur, eğitimli olmanın ağır bir hata, sanatın, kültürün, özgür düşünmenin, fikir özgürlüğünü savunmanın karşılığının ihanet olarak görüldüğü, buna karşılık cehaletin yüceltildiği, kalitesizliğin taltif edildiği, merdivenaltı üretimin kalite ile ödüllendirildiği, liyakat esasının yok edildiği bir coğrafya haline getirildi güzel ülkem...

Artık...
Bu millet, duygularına tercüman olacak bir ses istiyor ve bekliyor.

Vakit siyaset vakti değil ve yaşananlardan rahatsızlık duyan, parti, kurum, yapı, birlikte “Türkiye İttifakı”nı oluşturmak, bu sessiz işgale dur demek zorundadır.

Aksi takdirde, yarın yöneticiliğini yapacağınız parti, kurum ve yapı kalmayacak, bırakılmayacaktır.

Milletin üzerine örtülen, Karanlık Cehalet Örtüsünü parçalamak için.

Yaşanan sessiz işgale ‘dur’  demek için.

Bu milletin 100 yılda biriktirdiklerinin yağmalanmasına ‘Yeter’ diyebilmek için.

Şanlı ordumuzun yeniden, dosta güven, düşmana korku verebilmesi için.

Eğitimin, çağdaş, bilimsel bir yapıya kavuşması için...

Üretim için, huzur için, barış için, kardeşlik atmosferinin yeniden inşaası için...

Gelir Adaleti için...

Daha ne bekliyorsunuz, hangi bela, hangi musibet sizi harekete geçirecek?
*
Eğer yaşadığınız ülkede, geleceğe dair umutlarınız var ise, mutlu olmanın yolunu buldunuz demektir.

Ama eğer umutlarınız da harcandıysa hoyrat ellerce, bayramlar bile yas günü, günlük hayat kabusa dönmüştür artık.

Farkında mısınız, yaşanan onca olumsuzluğa rağmen, milletce ‘Her şey yolunda’ oyunu oynuyor, yaşayacaklarımızı bile bile yine de birbirimize umut pompalıyoruz.

Oysa milletçe çok şey kaybettik, milletçe felakete adım adım gidiyor, ama kendimizi hala kandırmayı seçiyoruz.

Bunu yaparken de, yaşadığımız her olumsuzluğun bir dış sorumlusu olduğuna inanıyor, inandırılıyoruz.
Yani milletçe, ülkece, dosta düşmana karşı “Acımadı ki” dedik...
*
Değerli dostlar, okurlar...
İnanın, anlayın bir çıkmazda , yol ayırımındayız.
Millet olarak, Demokrasiye, Cumhuriyete, Cağdaşlığa, Bilime, Kültüre, Sanata, Edebiyata, üretime, istihdama, Kadın-Erkek eşitliğine, hepsinden önemlisi de Bağımsızlığa giden köprüden önceki son sapağı da kaçırırsak Afganistan oluruz, Pakistan ediliriz, Suriye’ye gıptayla bakar hale geliriz.
Gelin izin vermeyelim bu kahredici gidişe.
Unutmayalım, Taliban Afganistan’ı 3 günde ele geçirdi.
O üç gün gelmeden uyanalım.
Yarın çok geç olabilir.
*
Önce soğursun, sonra çürürsün. Dıştan çürüme iyidir. Farkındalık vardır. Keser atarsın çürüyen yeri fakat içten çürüme en tehlikelisidir. İnsanın kendi bile farkına varamaz çoğu zaman çürüdüğünün. O çürümeyi etrafındakilere temasıyla bulaştırır. Bir diğeri bir diğerine derken çürüme diğerinden diğerine olağan hâle gelir. Derken bir bakmışsınız çağı çürütmüşsünüz! 

"Biz duygusuyla onca insanı  buluşturmanın cezasını çok çektim. " diyor ekliyor Neval Savak...

"Hiçbir şeye dokunmayan bazı aydınlar kont-kontes olup değere bindi, emek veren, ter döken, dişe dokunur iş yapan, yazan çizen toplumcu aydınlara, hak-hukuk-adalet-emek diyen kesimlerden bazıları vurdu ilk sopayı, ilk taşı onlar attı. " diye de ekliyor Neval Savak... 
İsmet Orhan ' da söylemişti.
*
 Demek ki, bir tarafta diplomalı, işsiz, cahil ve gelecekten umut kesmiş bir gençlik ile geleceğin planı hazırlanacak, bunun karamsarlığı var.. .
Diğer tarafta da görevden kaçan umarsızlar...

Yine de bilgi diyelim, ilim irfan diyelim...
 Zira geriye kalan herşey anlamsız değersiz boş hiç...

Ünlü Türk  bilgini, filozof El Biruni ' nin de dediği gibi umudumuzu kaybetmeyelim...
"Bilimin sürekli zenginliğini, gümüşün kısa ömürlü bayağı pırıltısına hiçbir zaman değişmem" 
*
Karanlığa karşı mücadelenin sihirli ipinde cambaz olmaya ne dersiniz...
Aydınlar, sanatçılar...
Kendimizden başlayalım mı?...
---------
(*)Derleme/Değerli katkıları için Sayın Ahmet Zorlu, Kenan Özek, İsmet Orhan, Neval Savak ve Sedat Demirkaya 'ya teşekkürler...