Toplumsal Kürsü

Hataların kronolojisi: Zincirleri kırmak!

Suat Umutlu

"Her şeyi zamana bıraktık, zamanımız var mı?"
Zuhal Çalı 
*
1938…
Mustafa Kemal Atatürk hayata gözlerini yumduğunda, ardında sadece bir halkı değil, bir devrimi ve bir ufku emanet bıraktı. Ancak o günden sonra Türkiye, bu emaneti ileriye taşımak yerine her adımda geriye savruldu. Çünkü ihanet yalnızca dışarıdan gelmiyordu...
Bir beden toprağa verildi ama fikirleri ayakta kalmaya çalıştı, devrimleri, henüz ilk kuşağını bile yetiştiremeden sahipsiz kaldı;
Tam bağımsızlık, laiklik, bilim ve özgür yurttaşlık sadece birer kelime değil; çağın mayasıydı, ama o maya tutmadan karanlık yeniden kapıyı çaldı, bir devrim yarım kalırsa, geçmiş değil, gelecek sakatlanmaz mı?
Mustafa Kemal’in Anadolu’da filizlendirdiği Aydınlanma, yalnızca bir milletin değil, insanlığın makûs talihini de değiştirmeyi hedefliyor, cehaletin zırhını parçalayacak, sorgulayan ve onurlu bireylerden oluşan bir toplum düşlüyordu, ki kısa sürdü. Oysa bir devrim, kök salıp meyve verebilmek için üç kuşaklık bir sabır gerekiyordu...

1938’de yalnızca bir insan değil, bir çağ da gömüldü, aydınlanmanın ortasında karanlığa itildik, ki sonrası, bir zincirleme çözülüşün hikâyesidir artık...
"Yarım Kalan Devrim, Aydınlanmaya Kurulan Tuzaklar" başlığı içinde yazmak istedim;
Başlayalım;
*İsmet İnönü, Atatürk’ün yol arkadaşıydı ama onun devrimci iradesini sürdüremedi; Çok partili hayata geçişte tarikatlara göz kırpıldı, Köy Enstitüleri yalnızlaştırıldı, CHP ise halktan koptu,2.Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin tarafsız kalma politikası, ekonomik sıkıntılar ve demokrasiye geçiş sürecindeki zorluklar vs...
*Adnan Menderes döneminde tarikatlar artık siyasetin ana unsuru haline geldi, Laiklik zayıflatıldı, ABD’yle kurulan ilişkilerle tam bağımsızlık terk edildi,  “Küçük Amerika olacağız” bile denildi, hızlı ekonomik büyüme, ancak dış borçlara bağımlılık ve otoriterleşme eğilimleri vs...
*Süleyman Demirel'de tarikatlara alan açtı. Nurcular, Süleymancılar devlete sızdı. Askeri müdahalelere zemin hazırladı, Statükoyu savundu , Koalisyon hükümetleri, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik krizler vs. 
*12 Eylül 1980, Kenan Evren dönemi mi!
Anayasa askıya alındı, aydınlar susturuldu, “İmam hatipleri çoğaltın” anlayışı kurumsallaştı, hatta FETÖ’nün zemini o yıllarda kuruldu vs... 
*Turgut Özal 'la birlikte Neo-liberalizmle birlikte sosyal devlet çözüldü. Serbest piyasa reformları, ancak gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve dışa bağımlılığın artışı adı altında halkın hakları devredildi, yine tarikatlar, cemaatler vs...
*Çiller & Refah-Yol Hükümeti döneminde ise Devlet, Milli Görüş ideolojisine teslim edildi, Tarikatlar kadrolaştı, 28 Şubat, bu yapıları bastırdı ama çözüm olmadı, ertelendi vs...
Çiller, Abdullah Gül ve devamındaki, Küreselleşme, ekonomik büyüme ve siyasi kutuplaşmalar...
*Recep Tayyip Erdoğan ,2002 yılından itibaren ülkenin tek idarecisi... Halkın bir umudu olarak bir metropolün yerel temsilciliğinden, İstanbul Belediye Başkanlığı koltuğundan kalkarak geldi... Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar sona ermeli, dedi. Avrupa Birliği, insan hakları uyum yasaları vs.... Bazı şeyler olmadı, oldurulmadı hatta hiç istenmedi gibi... Mesela;
Cemaatlerle ortaklık kuruldu. FETÖ, devletin merkezine yerleşti. Eğitim tarikatlara devredildi. Laiklik anayasal güvence olmaktan çıkarıldı. Medya, yargı ve akademi tek sesli hale getirildi. Galiba sosyoekonomik ve siyasal çizgideki uygulamalar bizleri hiç sevindirmedi, huzurlu ve mutlu kılmadı gibi, ne dersiniz?
STK’lar, Tarikatlar, Cemaatler Ne Yaptı? diyebilir hatta taraf da olabilirsiniz, ama eğriye eğri doğruya doğru dememiz gerekmiyor mu?
FETÖ, bir terör örgütü olarak Devletin içinde yer almadı mı, dört bir tarafı kuşatmadı mı, içinde sakladığı gerçek sır, niyet ortaya çıkınca darbe teşebbüsünde bulunmadı mı?
Menzil, İsmailağa, Süleymancılar vs. , Devletin çeşitli kademelerinde örgütlenmedi mi, aksini düşünenler, ya da "Yok böyle bir şey!" diyeni duydunuz mu?
TÜGVA, Ensar, TÜRGEV vs.  Kamusal kaynaklarla büyümediler mi? 
Bazı STK’ları toplumu temsil etmek yerine iktidarın aparatı olmadılar mı?
Tüm bunlar yaşadığımız her yerde görünen, bilinen, ulusal ve uluslararası yazılı ve görsel medyada yer alan hususlar değil mi?
Bakınız;
Bu ülkenin başına gelen en büyük felaket, halkın suskunluğudur.
Yalanlara alışınca gerçekler  ağır geldi,  sustuk ya da görmezden geldik.
Ama en çok da "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" dedik ve o noktada kaybettik!
Vicdanlarımızı, onurumuzu hatta birliğimizi...
Ve biz… izledik!
Korkularımızı büyüttüklerinde de, umutlarımızı küçülttüklerinde de...
Kendimize bile yabancılaştık, birbirimize düşman edildik, kutuplara bölündük ama birleştiren de olmadı! Yanılıyor muyuz?
Olup biteni sorgulamaktan vazgeçtik, düşünmek oldu yorgunluk, konuşmak ise riskti artık...
Veeee!
 Bu korkuların gölgesinde bir sessizliğin egemen oluşu...
"Kuzuların Sessizliği" filmi aklıma geldi...
*
Bu şiirsel durumu biraz açalım;
Halk; ne zaman doğruları söyleyen birini görse, önce alkışladı, sonra yalnız bıraktı, ki güçlü görünenin yanında olmanın kolaycılığına alıştı böylece...

Baskının altında ezilen milyonlar, bir noktadan sonra ya sinmeye ya da kendini kurtarma telaşına düştü, ki bu telaş, toplumsal hafızayı değil, bireysel kaygıyı diri tuttu.

Sessizliği tercih etti, zira sesini çıkardığında başına ne geleceğini çok iyi biliyordu;
Bir öğretmen konuştuğunda sürgün edildi. Bir öğrenci itiraz ettiğinde gözaltına alındı. Bir gazeteci yazdığında susturuldu. Bir sanatçı eleştirdiğinde linç edildi.
Bu yüzdendir ki sessizlik bir tercih değil, zamanla mecburiyet, zamanla alışkanlığa sonra bir yaşam biçimine dönüştü, ki artık insanlar konuşmuyor mırıldanıyor, dert yanmıyor iç geçiriyor, yüzleşmiyor sırt çeviriyor ve asla sorgulamıyor herseye razı geliyordu...
Böylece, o sessizlik, sadece bir sonuç değil; bir yönetim biçimi oldu;
Baskıdan doğan korku, korkudan doğan sessizlik ve sessizlikten doğan biat...
İşte kısır döngü böyle tamamlandı, diye düşünüyorum.
Ama unutulan bir şey var gibi;
Sessizlik bulaşıcı olduğu kadar, cesaret de bulaşıcıdır. Bir kişi konuşursa, bir kişi direnir, bir kişi “hayır” derse...O zincirler çatırdamaya başlar. Ve işte o an, gücün kimde olduğunu hatırlarız.

Çünkü değişim, yukarıdan gelmez; içeriden gelir;
İzleyen değil, konuşan bir halk, korkan değil, cesaret eden bir toplum, şikayet eden değil, mücadele eden bir bilinç gerekir, ama senin sesin olmadan o güç sonsuza dek susar...
 "Ben ne yapabilirim ki?” demeyin, hâlâ yapılacak çok şey vardır ve bu bir insanlık görevidir de...
Toplum, ideolojiye değil, hakikate susamalı ve en önemlisi de korkmamalıdır, zira aydınlanma, bir cesaret hareketidir.
Bu topraklarda Atatürk’ü anmak yetmez; anlamak ve tamamlamak gerekir diye düşünüyorum.
Zira;
1950’den itibaren cehalet kutsandı, tarikatlar devletleşti, siyaset, halk için değil, sermaye için yapıldı ve aklın yerine dogma, liyakatin yerine de sadakat geldi, ki devrimi yaşatacaklarına, karşıdevrime kapı araladılar hep...
Tarikatlar büyütülmedi mi, cemaatler palazlandırılmadı mı, bilim yerine hurafe, halk yerine biat kültürü yerleşmedi mi!
Bugün Türkiye, kimliksiz bir düzenin içinde savrulurken ekonomik krizler, siyasi tükenmişlik, sosyal çöküşü getirmiş ise hepsi bu yarım kalan devrimin yankısıdır bence...

Ne yapılabilir derken;
Tarikat ve cemaatler kamusal alanlardan çekilmeli, üniversiteler özgürleşmeli, YÖK kaldırılmalı ,Anayasa, laiklik ve hukuk devleti temelinde yeniden yazılmalı, yargı bağımsız olmalı, barolar ses yükseltmeli, basın özgürlüğü güvenceye alınmalı, sendikalar emeğin onuru için mücadele etmeli, STK’lar halkın gerçek sesi olmalı, gençlik siyasete katılmalı, lider sultaları sona ermeli gibi bir çok şey söyleyebilirsiniz... Bu arada “Ben ne yapabilirim ki?” diye  belki düşünür ve sorgularsınız da...
Doğru olan “Benimle ne değişebilir?" sorusudur...
Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu durum, geçmişte yapılan hataların bir sonucudur. Ancak bu durumdan çıkmak mümkündür. Atatürk'ün mirasına sahip çıkarak, tam bağımsızlık ilkesini yeniden hayata geçirerek ve toplumun aydınlanmasını sağlayarak Türkiye, hak ettiği yere ulaşabilir. Bu süreçte herkesin sorumluluk alması ve tarihe not düşmesi gerekiyor.
Zira, tarihe not düşmek yalnızca yazanların değil, yaşayanların da sorumluluğudur. Aydınlanma, gökten zembille inmez ki!...
Her yürek bir kıvılcım, bir devrimin başlangıcıdır.
Unutma!
1938'de bir ufuk gömüldü bu topraklara ve Atatürk’ün devrimleri yarım kaldı, yanan o meşale sönmeye yüz tuttu ve halk olarak yine yalnız bırakıldık...
Bir kez daha söyleyelim;
O halk, korkutuldu, yalnızlaştırıldı ve susturuldu ama hâlâ susmayanlar var!
Eğitimle, hukukla, cesaretle, dayanışmayla o karanlık yeniden aydınlanabilir, bir kişiyle başlar, bir sözle büyür ve bir halkla tamamlanır...
“Zincirleri kıracak olan sensin.”, öyle değil mi?
*
Beyinler çürürken, 
Zaman sanki donmuş bir heykel.
İnsan, yalnızca bir hatırlatmadan mı ibaret,
Kaybolan idealler, yorgun bedenler
Ve
Kırık düşler…

Sokaklar sessiz, düşünceler yalnız,
Her şeyin adı var da anlamı yok.
Beyin çürürken , 
Beden hep çalışır, çalışır da
Yürekler kayboluyor, sanki...

Bir zamanlar, 
Toprakla sararmış ellerimizde
Hayat vardı,
Bir yudum su, bir çift gözde umut gibi.
Ne zaman unuttuk biz, gerçekten 
O ilk bakıştaki saf ışığı?
Ayarlarımız mı bozuldu ki
Kelimeler hep suskun ve kollar çalışıyor...
Kalp neyleyip duruyor?

Yavaşça,
Her adımda kaybolan değerlerimiz
Ellerimizin arasındaki toprak kadar kırılgan,
Ve.. 
Biz, hâlâ neyi arıyoruz?

Bu dünyada,
Her bir adımda yok edilen
O büyük hayaller, içimizdeki ışık,
Kendi gölgemizle birlikte kayboluyor.
Ve hâlâ…
Dönmek ister mi insan,
O ilk bakıştaki masumiyete?
İnsanlık adına,
Bir nefes alıp geri dönmeye?

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }