Faşist Mussolini İtalyası ile Türkiye Cumhuriyeti ilişkileri; İtalya’nın 1911’de Trablusgarp’ı işgal etmesi ile başlamış olan soğukluğun devamı halindeydi. Çünkü o dönemde gerçekleşen Uşi antlaşması ile Ege’deki 12 ada da İtalya’ya bırakılmıştı. Ancak İtalya’nın asıl amacı; Ege’de İzmir ve Adriyatik’te Fume liman kentlerine sahip olmak idi. Bu emperyal düşünceler içinde İtilafMüttefik devletler yanında 1. Dünya Savaşı’na girmiştir. Fakat savaşın sonunda kendisine vaat edilen hiçbir şeyi elde etmeyince hayal kırıklığına düşmüş. Böylesi ortamda Mussolini, 1922 yılında iktidara gelmiş. İtilaf devletlerle ilişkileri düzelterek hedefe varmak politikası gütmüştür.
Oysa savaş sürecinde İtalya; müttefiklerin vaatleri karşılamaması ve özellikle İzmir’i Yunanistan’a vermesi nedeniyle Kuvayi Milliye’ye yakınlaşmış. 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi imzalanmadan önce, sessiz sedasız Anadolu’dan çekilmişti. İtalya halkı ise; sosyal ve ekonomik sıkıntılar içinde zamanın hükümetine muhalif olmuştu. Mussolini de; Napoli’de yaptığı konuşmadan sonra “Roma YürüyüşüLa marcis su Roma” başlatmış. Ve Faşist parti, 30 Ekim’de gerçekleştirdiği darbe ile hükümet olma yolunu açar. Kral, Musolini’yi Başbakan olarak atar. Ama o, dışişleri ile içişleri bakanlıklarını da üstlenir. Müttefiklerle ittifak halinde hareket etmeyi amaçladığını açıklar. İngiltere Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile Fransa Başbakanı Raymond Poincaré’ye birer “dostane” telgraf gönderir.
Mukabil telgrafla Fransa “Muhipler Heyeti Reisi” de; “iki Latin kavmi arasındaki birliğin Avrupa Medeniyetini kurtaracağına eminim” der.
Türkiye-İtalya arasında göreceli olarak daha herhangi bir olumsuz hava yoktu. Fakat “Hindistan Merkezi Hilafet Encümeni” Mussolini hükümetini kutlamak için gönderdiği talgrafta, Anadolu Milli Mücadele sırasında Türkiye’ye gösterdiği yakınlık nedeniyle İtalya halkına da teşekkür eder. Lozan görüşmeleri, bundan kısa sonra başlayacaktır. Ama İtalya’nın tavrı hala belirli değildir.
“Doğu Sorunu Lozan’da çözülür” diyen Mussolini; Fransa ve İngiltere arasındaki müttefikliği ihya etmek amacıyla Lozan’a gideceğini açıklar. Daha sonra görüşmelere de katılır. İngiltere ve Fransa gibi imtiyazların sürmesini ister. Trablusgarp sürecinde başlayan Türkiye-İtalya gerginliği yeniden ortaya çıkmaya başlar.
Mussolini, Türkyie ile ilgili birçok şart öne sürer: “Hırıstıyan azınlıklar korunmalı. Boğazlar ve çevresi tarafsızlaştırılmalı. Türkiye’nin Avrupa’daki toprakları silahsızlandırılmalı. Osmanlı borçları ile ilgili uluslararası idare sürdürülmeli. Türk demiryollarının birleştirilmesi konusunda Trakya’da halk oyuna baş vurulmalı. Yabancıların yargılanması konusunda Türk mahkemelerine yardımcı uluslararası komisyon kurulmalı. Musul ile ilgili Türkiye, hiçbir girişimde bulunmamalı…”
İtalya’nın Türkiye’deki elçisi (Garonni) de; “Türkler’e karşı müttefiklerle hareket edilmesi doğru olacaktır; Türklerin Yunanlıları mağlup etmiş olmaları İtilaf devletlerine karşı da zafer kazandıkları anlamına gelmiyor. İtilaf devletler savaş gemilerinin başkentten ayrılmaması gerekir” açıklaması yapar. Birkaç gün sonra İstanbul’dan ayrılırken de basına ılımlı söylemlerde bulunur…
Bu sıralarda İsmet Paşa, Lozan’a gelen Mussolini ile görüşmek ister; gerçek niyetini anlamaya çalışır.
Anılarında; “Mösyö Mussolini ile görüşmek istedim. Buluştuk. İtalya’nın nokta-i nazarına teşhis koymak istiyordum. Sulh olacak mı diye sordum. -Olacak- dedi. Boğazlarda harp açma konusunda hevesli olmadıkları intibaını aldım. Tahliye edecek misiniz diye sordum. –Tabi tahliye edilecektir- cevabını aldım. Gelibolu’da kimse kalmayacaktır ifadesiyle sözlerimi tamamladım” der. Barış yanlısı ve Türk tezlerine hak verir şekilde konuştuğunu, adalar mevzusunun halledilmiş olduğunu belirttiğini; mağrur ve kendinden emin tavırlı vs şeklinde ifade eder.
Türkiye; Lozan’dan sonra bütün ülkelerle barışçıl ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Ancak 1923-1939 sürecinde İtalya ile olan ilişkiler endişeli ve güvensiz olmuştur. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk; İtalya’nın Rodos’a yığınak yapmasından kaygı duyar. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’nün Ankara Palas’ta Büyükelçiler verdiği resepsiyona, teamüle aykırı olduğu halde habersiz gider. Arnavutluk elçisi Asaf Bey’in yakınında ve bütün salonu görebildiği bir masaya oturur.
Asaf Beye; “gazetelerde birtakım resimler görüyorum; Arnavutluk’ta operet mi oynanıyor” diye sorar. Kral Zoğo’nun resimlerini kast eder. Devamla; “cumhuriyetten ne zarar görüldü ki Arnavutluk’ta krallık ilan edildi? Hem de takip edilen politika tehlikelidir. İtalya’nın Arnavutluğu Balkanlarda basamak yapması uzak ihtimal değildir…” der.
Asaf Bey itiraz etmek ister. Ama Atatürk; “haber aldığıma göre Roma’da bazı öğrenciler elçiliğimiz önünde gösteri yapmış, Antalya’yı istemişler. Antalya sigara paketi değildir ki elçi cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyrun alın. Hem benim bir teklifim var: Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa, Mussolini hazretlerine izin verelim. Rodos yerine Antalya’ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur” der.
Elçi; “ekselans bu bir savaş ilanı mıdır?” diye sorar.
Atatürk de; “hayır. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye’de savaş ilanı TBMM kararıyla olur. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Millet Meclisi Türk milletinin duygularına tercüman olmakta gecikmez” cevabını verir.
Bunun üzerine Başbakan İsmet Paşa’ya telefon edilir. Atatürk ise; “hükümet geliyor, biz gidelim” diyerek otelden ayrılır. Çankaya’ya vardığında ise; “artık İtalya ile savaş tehlikesi yok; yapılan yığınak, Habeşistan’a yöneltilecektir” der. Gerçekten de Rodos yığınağıyla oraya saldırılacaktır.
Daha sonra Atatürk; Mussolini için “iyi bir hükümet, kötü bir devlet adamı” diyecektir.
Nitekim İtalyan gemilerinin mühimmat yüklü olarak denize açılmalarını izlemiş, nereye vardıklarını öğrenmeden yatmamış. Mussolini’nin İtalya gençliğine deniz aşırı imparatorluk vaat etmesi üzerine Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü ile Vasıf (çınar) beyleri çağırarak İtalya’nın izlenmesini istemiş. Vasıf’ın Mussolini ile –hangi süre içinde olursa olsun- bir röportaj yapmasını; tarih belli olunca da Tevfik Rüştü’nün İtalyan elçisini çağırmasını; her birinin “balkondan gençliğe deniz aşırı imparatorluk vaadi içinde Türkiye de hedef midir” diye sormalarını istemiştir.
Bu soruya cevap Roma’dan; Mussolini’den gelir: “Namusum üzerine söylüyorum ki Türkiye bizim hedefimiz değil” diyerek güvence vermiştir (Volkan Gümüş, “Faşizm” s. 74-75).
***
Almanya Faşizmi de 1. Dünya savaşı sonucunda ortaya çıkmıştır: Almanya, ekonomik ve siyasal kaos içindeyken, 1918’de DAP (Alman İşçi Partisi) kurulur. Adolf Hitler Genel Başkan seçilir. Parti, iki yıl sonra adını NSDAP (Nasyonal Alman İşçi Partisi) olarak değiştirir. 1923’te darbeye teşebbüs eder. Bu yüzden Hitler bir yıl hapis yatar.
Almanya, savaş sonunda Versay Barış antlaşması imzalar. Ama bu, almanya’nın parçalanması olur. Sosyal ve ekonomik kargaşa getirir. NSDAP da Yahudilerin ekonomideki rekabetciliğii nedeniyle Yahudilik ile sosyalizm düşmanlığını ve “cermen” ırkı üstünlüğü ilkelerini kabul eder. Bununla meslek gruplarının sempatisini kazanır. Parti yükselme sürecine girer.
NSDAP iktidar olunca, akademisyen Theodor W. Adorno’nun çalışma iznini iptal eder. Faşizm üzerine önemli çalışmaları olan Theodor; 1.Dünya Savaşı sonrasında orta sınıfın ekonomik yokluk ve bunalım içine girdiğini; bunun de insanları faşist rejime itaate yönlendirdiğini; otoriter kişilik ve sadist) karakter kazandığını savunuyordu.
Alman faşizmi-Nasyonal sosyalizm, kan unsuruna dayalı ırkçı bir politika geliştirir. “Üstün ırk” teorisiyle Hitler, tek adam haline gelir. İtalya’dakinden daha katı ve sınırlayıcı bir milliyetçilik anlayışı kabul görmeye başlar. Ülke ekonomisinin kurtuluşu kapitalist sisteme bağlanır. İşbaşına gelmeden önce kapitale karşı ve devrimci görülen nasyolanizm; farklı politikalar uygulamaya başlar. Kültürel, tarihsel ve sosyal bakımdan farklılık gösteren faşist yönetimler gibi, farklı özelliğe bürünür. İtalya faşizminin aksine katı bir milliyetçi ilke uygular. Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) öne çıkarılır. Sefalet ve umutsuzluktan kaynaklanan öfke, Yahudi ırkına yöneltilir. Alman halkı, Nazilerin bu propagandasını benimser. Çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle Yahudi yaşamı kısıtlanır. “Ari ırk-üstün cermen ırk” mensubu olmayan Yahudiler ile Çingelerin katli başlar.
Bu konuda Michael G. Roskin, şu saptamalarda bulunur: “Kimileri için Nazi parti üyeliği, iyi bir iş veya bir üniforma demekti. Pek çok eski Nazi, partiye, sadece kariyerlerini ilerletmek için katıldıklarını ileri sürmüşlerdi. Belki de birçokları doğru söylüyordu. Zira bir tiranlığın oluşturulması için insanlara ihtiyacımız yoktu. Oportinistler de layıkıyla işe yararlar. Nazi Almanya’sının ürkütücü yanı, soğukkanlı kitle katillerinin normal insanlara nasıl dönüşebildiğidir.”
Hitler’in kişiliğinde kitlesel bir pisiko-patolojik süreç meydana çıkar. Nitekim yetkeci kişiye (Hitler’e) itaat, körlük derecesinde dine inanan ve fakat ötekiye nefret duyan kitle oluşur. Kişi, mazohişst duygular içinde yenilmezliğine inandığı yetkeci kişilik içinde eriyip kaybolmuş; tek başına ayakta duramaz olmuştur.
NSDAP, yükseliş sürecinde parti ilkelerinin yarattığı kollektiflikle teşkilatlanmıştır. Teşkilatlanmayı, 10 basamak halinde gerçekleştirmiştir. Bu basamaklar; NSDAP, Führer, Führer vekili, Reich ve yöneticileri, Eyalet yöneticileri, Bölge yöneticileri, Yerel Grup yöneticileri, Birim yöneticileri, Blok yöneticileri ve Parti üyeleri şeklindeki basamaklardır. Ayrıca “Kadınlar Kuruluşu”, “Memurlar Birliği” gibi mesleki örgütlerle toplumsal destek arttıılrmış. 12 yılda parti üyeleri 1.4 milyondan 5.5 milyona çıkarılmış. Ordu ve parti, birer savaş makinası haline dönüştürülmüştür.
Bütün bu gelişmelere karşın Alman Faşizmi, Hitler’in Sovyetler Birliği ile “saldırmazlık paktı” imzalamakla tasfiye sürecine girer. Zira bir hafta sonra başlatılan “Barbarossa Harekatı” ile aynı Sovyetler Birliği işgal edilir. Başarısız kalan bu harekattan sonra da “itilaf-müttefik” devletler Alman Hükümetinin varlığına son verir. 1945 Şubat’ında Almanya’yı 4 ayrı bölgeye ayırır. Böylece Alman Faşizmi, “üstün Alman ırkı üstünlüğü” hayalini gerçekleştirmeye çalışırken; Büyük Almanya hayalini yok etmiştir. Yenilginin getirdiği psikopatoloji içinde NSDAP yöneticileri intihar eder. Ama galip devletlerin müsamahasında Papalık’ın sağladığı “fare yolu” ile çok sayıdaki Nazi, Latin amerika’ya kaçar.
***
Birinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan müstebit-faşist rejimlerden biri de “Salazar” yönetimidir. Kansız bir darbe sonucunda kurulması, benzerlerinden daha yumuşak olduğu söylentisine yol açmıştır.
Antonio de Oliveira Salazar, Hırıstiyan eğimli muhafazakar bir liderdir. 1926’da Portekiz bir darbe gerçekleşir. 1928 yılında Salazar, darbe hükümetinin maliye bakanı olur. Yapılan seçim sonunda da başbakan olur. 1933 yılında yapılan anayasa ile Salazar, “tam yetkili” kılınır. Böylelikle Portekiz faşizm dönemi başlar.
Devlet rejimi olarak kabul edilmemekle birlikte Portekiz rejimine; “Salazar” veya “Yeni DevletEstado Novo” denmiştir. Birey özgürlükleri, artık “milli yarar ve birlik” anlayışına feda edilir. Ancak tutucu ve baskıcı niteliğine rağmen İtalya ve Almanya faşist yönetimlerinden farklılık gösterir. Irkçı, totaliter veya aşırı milliyetçi kaygı taşımaması, daha kansız olmasını sağlamıştır.
En uzun yaşayan faşizm rejimi olan Portekiz faşizmi, ülkenin II. Dünya savaşına girmesini –tarafsızlık ilanıyla- engellediği için başarılı olarak görülmüştür. Bu durum, II. Dünya savaşı sonrasında tasfiye sürecine girmesini de önlemiş ve daha uzun yaşamasını sağlamıştır.
Salazar, türdeşleri gibi “3 F” kavramlarına başarıyla başvurmuştur. “Fado, Fatıma, Futbol” enstrümanlarını rejimin uzun yaşamasına payanda yapmıştır.
Fado; dinsel ve kaderci temalı müzik ve kültür ile kitleleri uyutmanın adıdır. Fatıma ise; dinsel bir motif olarak “aydınlanma çağı” mirası olan Kominizm ideolojiye karşı dini kullanma yöntemi adıdır. Futbol da; ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun, halkı coşturmak, yönetimi alkışlatmak, ipnotize etmek yöntemi olarak uygulanmıştır.
Her şeye rağmen Portekiz faşizm yönetimi; tasfiye sürecine girmekten kaçınamamıştır. Nitekim “Karanfil DevrimRevoluçao dos Cravos” ile tasfiye olmuştur. Kansız olarak 25 Nisan 1974 tarihinde askeri darbe gerçekleşmiş. İki yıllık değişim sürecinden itibaren demokrasiye geçiş aşaması başlamıştır.
“Karanfil” adı; MFA örgütünün Lizbon Çiçek Pazarında bulduğu karanfilleri silah ve tankların namlularına takmasından almıştır. Devrim; 24 Nisan 1974 günlü Eurovizyon yarışmasında Portekiz’i temsil eden “Paulode Carvalhoé’nun “E depoi do adeus” adlı parçanın çalınmasıyla start almış. 25 Nisan 1974 günü saat 12.15’te de radyoda “Grandola, Villa Morena”nın çalınmasıyla mesajı alan silahlı güçler; harekete geçerek kritik noktaları denetim altına almış. Sıkıyönetim ilan etmiş. Fakat yine de halk sokaklara çıkarak darbeyi desteklemiştür. Düşük rütbeli subayların gerçekleştirdiği harekatta, LGS’nin (siyasi polisin) 4 kişiye ateş açıp öldürmesinden başka kan akmamıştır.
Darbeyle birlikte “Ulusal Kurtuluş CuntasıJunta de Salvaçao Nacional” göreve başlamış. Temsili parlamentonun açılması, anayasanın hazırlanması, yurttaş ve demokratik hakların güçlendirilmesi, özgür seçimlerin yapılması, sömürgelerde barışın sağlanması vb için harekete geçmiş. Eski yöneticiler ise, Brezilya’ya kaçmış. Eski rejim partisi olan “Ulusal Halk Eylem Partisi” ile “Siyasi Polis TeşkilatıDireççao-Geral deSegurança-DGS” ile sansür kaldırılmış ve siyasi tutukluluk sona erdirilmiştir.
Aslında rejimde zafiyet, 1950’lerden hissedilmeye başlanmıştır. Çünkü 1930’lardan beri süregelen “Estado Novo” otoriter yönetimi; sömürge topraklarında ciddi sorunlar yaşamaya başlamıştır. Hindistan; Hint kıyılarındaki “Goa, Daman, Diu” adlı sömürge toprakları statülerinin belirlenmesini ister. Fakat görüşme isteği faşist yönetimce ret edilir. Bunun üzerine Hindistan kuvvetleri 17 Aralık 1961 tarihinde üç bölgeyi işgal eder. Afrika’daki sömürgelerde de kargaşa başlar, 1961 yılında Angola!ya sıçrar. 1963 yılında da Gine Bissau ve sonraki yıl Mozambik’e ulaşır.
Faşist yönetim, Şubat 1965 tarihinde muhalefet lideri Huberto Delgado’nun öldürülmesiyle oluşan gerginliği gidermeyi başarmaz. 25 Temmuz 1965 tarihinde gerçekleştirdiği seçimle rejimin adayı amiral Americo Tomas başkan seçilir. Faşist yönetimi 1926’dan beri sürdüren Başbakan Salazar, 16 Şubat 1968 tarihinde iktidarı bırakır. Marcelo Caetano, demokratik söylemlerle Salazr’ın yerini alır ve aynı yolda yürümeye başlar.
1970’lerde Portekiz’de “Estado Novo” anlayış hala sürüyordu. Ama sömürgelerde işler tersine dönmeye başlamıştı. Gine Bissau’da milliyetçi unsurlar kendi yönetimlerini kurmaya, Portekiz yönetimine karşı gerilla direnişlerine başladı. Portekiz ordusu kentlerde etkin olurken Angola kırsalına isyancılar egemen olmaya başladı. Mozambik’te de Fremilo adlı biri, ülkenin kuzeyine egemen oldu. Sömürgelerdeki davranışı nedeniyle Birleşmiş Milletler, Portekiz’i Kasım 1972’de ikinci kez kınadı. Böylelikle Portekiz yönetimi Afrika’da diplomatik bakımdan giderek yalnızlaştı.
Faşist yönetim, askerlik süresini 4 yıla çıkarttı. Bu karar, asker kaçaklarını arttırdı. Katolik Kilisesi de yönetime karşı soğukluğunu ortaya koymaya; toplumsal muhalefet yükselmeye başladı. 28 Ekim 1973 tarihinde muhalefetin sokulmadığı seçim; Marcelo Caeta’nın “Ulusal Halk EylemiANP-Aççao Nacional Popular” milletvekillerinin tamamını kazandı. Fakat sömürgelerdeki başkaldırılar ile mücadelenin getirdiği ekonomik yük, dayanılmaz bir sorun olmuştu. Buna rağmen bütçede savunma gideri büyüyordu. Yaşam standardı, ortalamanın altına düştü. Grevler ile öğrenci hareketleri faşist yönetime sarsmaya başladı.
Bu ortamda, Şubat 194’te General Antonio de Spinola; sömürge sorunlarının sadece askeri olarak değil, siyasi olarak çözümlenmesi gerektiği açıklaması yaptı. Görevden uzaklaştırılmasına yol açtı. Ancak artık rejimin bir askeri güç ile değişeceği kanısı yaygınlık kazanıyordu. Silahlı kuvvetler içinde sol görüşlü bir hareket olarak MFA (Movimento des Forças Armadas) adlı gizli bir örgüt de oluşmuştu.
Faşizm yönetimi ile birlikte Portekiz’in idari ve silahlı personeli geri çekilir. “Sömürge siyaseti” sona erdirilir. Kopmuş olan Gine Bissau, ilk bağımsızlık ilan eden ülke olur. “Sao Tomé” adalarındaki hükümet devrilir. Aralık 1974’te Hindistan’ın Goa, Daman ve Diu üzerindeki egemenliği tanınır. Ocak 1975’de harekete geçen Angolalı milliyetçiler Kasım’da bağımsızlık ilan eder. Mozambik; 25 Haziran 1975’te imzalanan Antlaşmayla özgürlüğe kavuşur. Portekiz’in Aralık 1975’te çekildiği Doğu Timor ise, Endozya tarafından ilhak edilir.
Halen Portekiz’de 25 Nisan günü, “Özgürlük GünüDia da Liberdade” olarak kutlanıyor.
***
Bir başka faşist yönetim ise; İspanya Franco rejimidir.
İspanya tarihi gelişimi, dünya tarihini değiştiren İtalyan denizci Cristof Colomb’un 1492’de Amerika’yı keşfiyle birlikte değişmiştir. Halen 12 Ekim, “İspanya Ulusal Günü” olarak kutlanıyor.
Savaş teknolojileri ve salgın hastalıklarla boğuşan eski kıta (Avrupa, Asya, Afrika); bulunan “Yeni Kıta (Amerika)” ile nefes almıştır. İspanya, ilk küresel imparatorluk ve geniş kaynaklar sahibi olur. Fakat Amerika’daki devletler ile yerli halk bakımından kıyamet nedeni olur. “KreolBeyazlar” sömürüsü, ancak 1808’lerden itibaren başlayan savaşlar sonunda değişecektir. Amerika’da uyanan halk, yine beyazlar önderliğinde bağımsız devletlere ulaşması süreciyle başlar. 1836’da kıta Amerika’daki İspanyol egemenliği sona erer. İspanya, kolonilerle uzlaşma antlaşmaları yapar.
1898’lerde Küba, Porto Riko, Filipinler, Ekvator Gine’si, Batı Sahra, Fas kıyılarındaki küçük Enklavlar, Pasifik’teki adalar vb daha İspanya sömürgeleriydi. Bir vilayet statüsünde olan Küba’da bağımsızlık yanlıları harekete geçmesiyle süreç başlar. Ciddi ekonomik çıkarlara sahip Amerika ile de gerilim başlar. Nihayet 1898’de savaş patlak verir ve denizaşırı İspanya imparatorluğunun Küba egemenliği son bulur. Ardından Porto Riko, Filipinler ve Pasifik adalarındaki kontrol; ABD’ye geçer (satılır).
ABD-İspanya savaşı sonunda Amerika kıtasından uzaklaşan İspanya İmparatorluğu, Afrika’daki birkaç küçük sömürgeyle yetinmek zorunda kalır. Zaten 1820’lerde İspanya güç ve gurur kaybetmiş olarak iç kamuoyunda da küçülür. İspanyol seçkinlerinin 1898’den itibaren uğradığı itibar kaybı, askeri yenilgiler ve ekonomik kayıplar bir travma yaratmıştır. Bunun sonucu olarak farklı görüşlere sahip bir entellektüel “98 Kuşağı” ortaya çıkmıştır. Bölgesel, sınıfsal ve siyasal karışıklıklara rağmen 1930’lar zihninde özgün bir yer edinmiş. İspanya düşünürleri, geçmişle çağdaş Avrupalılık nüansı ayıran hal almış. Farklı görüşlerden gelen bu kişiler; Costa, Umanımo, Piğ Baroja, Maeztu, Machado, Ortega Gasset vb kimselerdir. 18. yüzyıl aydınlanmacıları gibi, İspanya’nın gerilemesini kendilerine dert etmişler. İdeal durumun “inziva” olduğunu söylemelerine rağmen; iki temel görüş savunmuşlar: 1) İspanya ataletin ancak çabuklukla Avrupa etkisine (Japonya gibi) girmekle giderilir. 2) Japonya gibi kabul, İspanya’nın sonu olur yetersizliği, bireyciliği ve aşırıcılığı gibi kalıpçı karamsarlıktan vaz geçme). Her halde İspanyol değerlerle bütünleşmenin gerekliliğini savunmuşlar.
1898’lerde kimlik tartışmaları ile öne çıkan bir kavram; “hispanoamericanismo” kavramıdır. Latin Amerikalıların İspanyolca ve sosyo-politik olarak bütünleşme romantik hayalidir. Fakat ekonomik ve siyasi bir karşılığı olmamıştır. İspanyolların uluslararasında kendilerini tanımlama kavramı halinde kullanılmıştır. Latin Amerika milletlerinde, bağımsızlaştıkları ilk yıllarda İspanya kolonyal geçmişine karşı bir antipati oluşur. İspanya ve değerleri küçümsenir. 1898’de, savaş sürecinde “latin ırkın bütününe yönelik bir aşağılamadır. Ancak savaş sonrasında İspanya-Amerika arasında yakınlaşma da başlamış. Diplomatik ve ticari ilişkiler sınırlı kalmış; “Hispanoamerikan” idealizmi gerçeğe dönüşmemiştir.
İspanya’nın Fas-Akdeniz kıyılarındaki birkaç enklavı, İspanya’nın 1898 savaşında aldığı yaraları sarar boyutta değildi. Oysa İspanya’nın büyük olabilmesi için bu Avrupa’da etkin egemen olması gerekiyordu. 1912’de Faş’ta kurulan Fransız protektorasının İspanyol yönetimine bırakılması, sadece Fransa ile İngiltere arasında Almanya’ya karşı bir tampon anlamındaydı. “Rif” denilen bu bölgedeki yoksul ve fakat bağımsızlık konusunda dirençli olan aşiretler; İspanya açısından bir yük oluşturmuştu. Nitekim 1921’de bu kabileler karşısında alınan mağlubiyet, Fas macerasını eleştiri ve tartışma konusu haline getirir. 1868 yılından bu yana ve I. dünya savaşından itibaren kamuoyu, muhafazakar ve liberal muhalefet ile Kral tarafından güvensiz bulunuyordu. Bu koşullarda General Miguel Primo de Rivera; Eylül 1923 yılında Barcelona’da bir “muhtıra” yayınlar. Kral XIII. Alfonso, generali başbakanlığa atar. Fas krizinin tetiklediği İspanya oligarşik yapısı, demokratik yapıya evrilmeye başlar. Fakat karşısında General Rivera diktatörlüğünü bulur.
Göreve geldiğinde üç ayda normalleşileceğini söyleyen General Rivera, oluşan kargaşa ortamına restorasyon dönemi siyasetçilerinin neden olduklarını öne sürmeye başlamıştı. Bunları dışladı, ama yerine umduğu apolitik yöneticiler bulup koyamadı. Apolitik elit var etmeye çalıştı. Görece ılımlı, ama patriyarkal niteliği öne çıktı. Dinsel ve ulusal muhafazakar bir iktidar sürdürdü. Sınırlı olarak reform çabalarında da bulundu. Örneğin “yol” ve “sulama” işine önem verdi. Dış politikada itibar arttırmaya çalıştı. Birleşmiş Milletler’in İspanyolca’yı kendi dilleri arasına almasını, Latin Amerika’ya önem vermesini, Dışişleri Bakanlığında bir Latin Amerika biriminin kurulmasını vb sağladı. 1929 yılında Sevilla’da “Büyük Libero-Amerika Fuarı” ile “Hispanik Blok” kurulması adımlarını attı. Yine de ABD ile sürtüşmeleri önleyemedi.
General Rivera’nın ekonomik ve siyasi deneysizliği ve I. Dünya savaşı sonrasında toplumsal gerginlik artmıştı. Bu ortamda hükümete muhalefet de yükselmiştir. Rivera, Kral ve ordu desteğini yitirdi. Katalonya’da başlamış olan huzursuzluk derinleşti. Monarşi; özellikle büyük kentleri yönetmekte acze düştü. 1931 seçimlerinde Cumhuriyetçi muhalefet, zafer kazandı. Kan döküleceği kaygısı ile Kral XIII. Alfonso tahttan çekildi.
Cumhuriyet’in yolu açılmıştı.
1931 yılında sol cumhuriyetçiler, sosyalistler ve bölgesel partiler anlaşarak Cumhuriyet ilan ettiler. Katolik Kilisesi’nin ayrıcalıkları ortadan kaldırılmak istediler. Sol siyasi hareketler zaten devrimci söylemlerde bulunuyordu. “Dindar-gelenekçi kırsal nüfus” ve “toprak sahipleri” ile “ılımlı-muhafazakar orta sınıf”, Cumhuriyet yönetimine karşı tavır almaya başladı. Cumhuriyet; savrulan sol ve dış politikalar nedeniyle sorunlar yaşamaya başladı. Fransa ile İngiltere de, Cumhuriyet’in sosyo- ekonomik reformlarıyla kendi vatandaşlarının yatırımlarını tehdit ettiğini öne sürdü. Teyakkuza geçen Vatikan; din-devlet ayırımı ve Kilise’nin devletçe kontrol politikalarına karşı Madrid’de tepkiler açıkladı. İtalya ile Almanya da İspanya’nın “Cumhuriyet rejimi” kurmasını kendileri için “tehdit” olarak ilan ettiler. Latin Amerika ve Meksika devletleri dışında İspanya, dünyada yalnızlaştı. General Rivera’nın “Hispanik Blok” arayışı karşılık bulmadı.
Merkez ve muhafazakar partiler, 1930 seçimlerinden sonra gerçekleşmiş bazı reformlardan geri döndü. 1934 yılında bazı grevler kanlı şekilde sonlandı. Ülkede sağ-sol gerginlik tırmandı, derinleşti.
Reform girişimleri ve ordunun küçültülmesi gibi nedenler yüzünden ordu da sol partilere karşı tepki içine girdi. Oysa 19 yüzyıldan beri ordu, hep hükümetlerin kurulmasında temel etken olmuştu. Sivillerin ordu ile ilgili adım atmaları, ordu için itibarsızlaştırma anlamı taşır oldu.
Bütün bunlar, iktidara karşı itaatın zayıflamasını getirdi.
1936 seçimlerini az farkla da olsa sol ittifak kazanınca, ordu içinde kıpırdamalar başladı. Cumhuriyet hükümeti bu durumu önemsemedi. Ama Temmuz 1936’da ordunun ayaklanmasına, iç savaşın başlamasına engel olamadı.
3 yıl süren iç savaş, 1936’da Cumhuriyetçilerin yenilgisiyle sonuçlandı. İspanya da Franko liderliğinde faşist yönetim iktidar oldu. Franco, İspanya’nın toparlanmasını dünyada barışın gerçekleşmesine bağladı. Halbuki Avrupa’da savaş çanları çoktan çalınmaya başlamıştı.
İspanya; kendisi gibi otoriter, muhafazakar ve Katolik olan Hollanda’nın Almanya ile SSCB tarafından işgal edilip paylaşılacağı kaygısı taşıyordu. Böylesi bir tehlike karşısında güçsüz olan Franco, “barış çağrısı” yapmaktan öte bir yol bulamıyordu. Tarafsızlığını ilan etti. Savaş sürecinde zaman zaman Almanya’ya yakınlık duysa da; tehlikeden uzak olabilmek için savaşanlar arasında bir denge kollamaya özen gösterdi.
Buna rağmen II. Dünya savaşının galipleri, Franco’nun Hitler’e el altında verdiği desteği cezasız bırakmak istemezdi. Bunların başında Stalin gelir. Postdam görüşmelerinde İspanya’ya müdahale edilmesi önerinde bulundu. Fakat özellikle İngiliz Başbakan Chuchil olmak üzere, müttefikler tarafından kabul edilmedi.
Müttefik devletler, İspanya’nın BM’e alınmasını istemiyordu. Ancak BM Genel Kurulu, 1946’da aldığı bir kararla “diplomatik izolasyon” ile cezalandırmakla yetindi. Ancak izolasyon çağrısına çok az ülke kayıtsız kaldı.
Bunun karşısında Franco; ülke yapısının olumsuzluk taşıyan diktatörlük unsurlardan arındıracak kurumlaşma adımlarını atmaya başladı. İspanyol Parlamentosunu 1943 yılında “yasama” olarak değil, “danışma” organı olarak yeniden kurdu. 1945 yılında bir anayasa yürürlüğe koydu. 1945’te rejimi, daha bir kralı olmayan “monarşi” olarak ilan etti. “Faşist diktatör yönetim” yerine “geleneksel otokrat yönetim” yutturmaya çalıştı.
Franco, oldukça talihli koşullar yaşamıştır. Kendisini kurtaracak koşullar meydana gelmiştir. Kendisini cezalandıran müttefik devletler arasında anlaşmazlıklar doğar. Soğuk savaş dönemi başlamış; Franco ikinci plana düşmüştür. ABD, 1946’dan itibaren Truman doktrini gereği Marshall yardımları başlatmış; yararlandırılacak ülkeleri listelemeye başlamıştı. Gerçi Batılı müttefiklerden itirazlar yükselmiştir. Ancak 1950’den sonrası başlayan Kore Savaşı, ABD elini güçlendirdi. Sovyet yayılmacılığı karşısında İspanya’nın Batı Savunma sistemi içine alınmasını gündeme getirdi.
Bir taraftan da Franco, tecridi aşma politikaları geliştiriyordu. Antikominizm prototipi olarak kendisini “çağdaş faşist yönetimin emredici lider” konumuna koymuştu. Franco rejimi, Batı karşısında diplomatik bir etkinlik kazanıyordu. Buna rağmen Kuzey Avrupa ülkelerinin vetosunu aşamaz; ABD tarafından NATO’ya dahil edilmesini sağlayamaz. Çünkü Almanya’daki Führer, İtalya’daki “Duçe” gibi, kendisini “El Coedillo” olarak konumlandırır.
İspanya’da 1939 yılında iktidara gelmiş olan Faşizmin, “3 F” kuralını özenle yerine getirmiştir. O kadar ki Franco, “bana 100 bin kişilik uyku tulumu yapın” emrini verir. 14 Aralık 1947’de Real Madrid için “Barnebau Stadı” inşa eder. Salazar’dan fiili destek alır. Mussolini, Hitler ve Salazar deneylerinden yararlanır. Sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlar içinde bunalan halkı; “yüz binlik beşiklerde uyutuyorum” der. Onları, bir matadorun tutkunları haline getirir. Kitle ile matador arasındaki yoğun ilişkiyi kendisiyle halk arasında kurar.
İspanyol faşizmi, Franco’nun 20 Kasım 1975 yılında ölmesiyle sona erdi. Yerine Prens Don Juan Carlos kral ilan edildi. Demokrasiye adım atıldı. Ancak halk, rol model olarak Franco benzerini aramaktan kolay vaz geçmemiştir.