DEMOKRATİK DÜŞÜNMEYEN, DÜŞÜNENLE BİRLİKTE OLUR MU?
Dünyada uygulanan siyasal rejimlerin en az kötü olanı, demokratik rejim olarak bilinir. Çünkü bu sistemde halk; belli aralıklarla ve sandık yoluyla yönetenlerini}\hükümeti değiştirebilme hak ve olanağına sahiptir.
Hak ise, en büyük değerdir.
Sandık, elbette tek başına hakkın kullanılması ve demokratik sistem için yeterli değildir. Zira, yurttaşın oy kullanarak gösterdiği “milli irade;” çeşitli entrikalarla tam tecelli etmeyebilir. Ülkemizde gerçekleşen son referandum ile İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde olduğu gibi; iktidar vesayeti ile oylamanın bağımsız ve doğru gerçekleşmesi engellenebilir. Bu nedenle sandığa ek olarak kurumsal güvencelerin; hukuk üstünlüğünün olması zorunlu görülür. Yasama, Yürütme ve Yargı diye biline güçler ayrılığının ve ayrıca belli kurumların özerk işlevi gerekir.
Yargıç güvenliğinde yapılan referandum veya seçimlerde yaşanan milli iradenin tecellisini engelleme uygulamaları; sandığı majestelerin hükmetme aracı haline getirmiştir. Çünkü adli bağımsızlığın olmadığı, emre göre kararların verildiği kanısı yaygınlaşmıştır. Başta AYM ve AİHM kararlarına uyulmaması ve Merkez Bankası, TRT, YÖK, Basın İlan, TÜİK gibi kurumların bağımsız ve tarafsız işlememesi; sosyal hukuk devleti olma konusunda ciddi güvensizlik yaratmıştır.
Hepsinden önce; siyasi iktidarın, demokrasinin olmazsa olmazı olan muhalefeti ciddiye alması ve önemsemesi lazım gelir. Eğer bir hükümet; başta “ana muhalefet” olmak üzere parlamento içindeki ve dışındaki muhalefetin sesini samimiyetle duymaz ve üstelik basınla birlikte baskılayıp susturur ise; orada bir demokratik sistemin olmasından söz edilemez.
Kuşkusuz her iktidar; yaptıklarını halka şirin gösterme hakkına sahiptir. Ama muhalefet ve basın da, aynı oranda eleştirmek hakkına sahiptir. Zaten demokratik rejimin üstünlüğü de iktidar karşısında tenkit hakkının kullanılması anlamındadır.
Keza hükümetin parlamentodaki oy oranını, köy meydanındaki kavgada olduğu gibi sopa çokluğu şeklinde değerlendirmesi; demokratik sistemin katledilmesi anlamına gelir. İktidarı elden bırakmamak için her şeyin “mübah” görülmesi anlamına gelir.
Laiklik ve hukuk üstünlüğü tanımayan her yönetim; demokratik rejimden uzaklaşma amacı güden otokratik bir yönetim anlamı taşır.
Muhalif sese gereğince kulak vermeyen ve muhalefete geçip kendini reorganize etmek istemeyen iktidar anlayışı varsa; o ülkede “milli irade” ve demokratik sistemden söz etmek olanaksızlaşır.
Başbakanlık aktivitesinin Cumhurbaşkanlığı tarafsızlığına tercih edildiği bir ortamda; er hangi bir parti genel Başkanı nitelikle herkese söz edilir. Karşılığında gelen tepkiye; “cumhurbaşkanına hakaret” saptırmasıyla dava konusu edilirse; demokrat kişilikle uyuşmuyor demek olur!
Keza, demokrasinin gereği olarak her yurttaşın yöneticisini sorgulama, bilgi edinme, kötü uygulamaları haber yapma hakkı; yargı eliyle “ulaşma engeli” getirilemez.
Bu tür “istibdat” anlayışın demokrasiye uyan yanı olur mu?
Ya da demokratik düşünmeyenle demokrasiyi içselleştiren birlikte yürür mü?
***
Monarşik yönetim döneminden Cumhuriyet dönemine geçenlerden biri; Dr. Rıza Nur’dur. Demokrasi kültürünü özümsemek ve özümsememek konusunda tipik örnek oluşturur. Lozan delegasyonuna atanlardan bir kişidir (Lozan’dan sonra ihtirasına yenilmiş, umduğu makamlar elde etmeyince Mustafa Kemal Paşa’ya düşman olmuş. Annesi hakkında vicdansızca iftira edecek kitap yazmış. Halen Londra müzesindedir!)!
Bu kişi, Osmanlı yönetimi sırasında Makedonya sınırına atanmış. Osmanlı ordusunun Bulgaristan’dan ithal etmekte olduğu unları incelemekle görevlendirilmiş. Çünkü padişaha ulaşan ihbarlara göre, unların “veba mikrobu” taşıdığından şüphe edilmiştir.
Doktor Nur; bu şüphe veya iddiaların doğru olup olmadığını anlamak için incelemeye başlamış. Osmanlı tıbbiyesinin en yaşlı komutanı olan Nazif Paşa’ya başvurarak gerekli araç ve gereç ile “bir mikroskop” talep etmiş.
Paşa ise; “sen mi kaldın bunu düşünecek? Akılsız adam; git maaşını al. Bak bana, gözünü dört aç; mikrobu görürsün alet neymiş, mikroskop neymiş…” diye cevap vermiş.
Bu anekdotu neden anlatma gereği duyduğuma gelince: Günümüz iktidarı da benzer anlayışla hareket ederek Lozan ile demokratik Cumhuriyet rejimini ihtirasa kurban etme kuşkusu verdiği içindir.
Kendisini iktidara taşıyan seçim sandığı sonuçlarına; Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemelerinin kararlarına gerekli saygıyı göstermemesi nedeniyledir.
Oysa demokratik rejimin fazileti; lehine olmasa da seçim sandığı sonucuna saygı gösterilmesidir.
Uzun süre iktidar olmanın güç sarhoşluğu getireceğini hatırlamaktır.
Güç sarhoşluğunu ve ön görü körlüğünü aşmak yolunun, muhalefet görevi almak ve kendini yenilemek gerekliliğini kavratmaktır.
Bu takdirde her şeye rağmen seçim kazanma hırsına kapılmamaktır.
Sorulması gereken soru; devlet gücünü iktidar-parti yararına kullanarak gerçekleri saptırmanı veya yurttaşları sindirmenin demokrasi ile uyuşan yanı olabilir mi?
***
AĞLANACAK HALE GÜLÜYORUZ
Her şeye rağmen iktidar olmak anlayışı; kendini eksiksiz görmek anlayışından kaynaklanır. Nitekim ülkemiz; dış dünyada dayanılmaz bir yalnızlık yaşıyor. Ve aynı zamanda da ekonomik bunalım yaşıyor. Ama iktidar, iktidarda kalmanın düzenlemeleri uğraşısındadır.
Merkez Bankası’na müdahaleciliği; piyasa ve döviz dünyasında ciddi güvensizlik getirmiş. Kısa sürede köşe dönme aracı olan “betoni” yatırımlar; ekonominin üretkenliğini ölü yatırım israfına dönüştürmüş.
Geleneksel barışçıl dış politika yerine komşuların içişlerine müdahaleyle kahramanlık destanları yaratma egoizmi; ekonomiye ciddi askeri yükü getirmiş. Diplomasi ile emperyal anlayış karıştırıldığından, dünya ülkelerinin güveni yok edilmiş!
“Sığınmacı” gerekçesiyle Suriye’nin “ihvancı” halkına sınırlar açıldı. Hem Türkiye’de hem Suriye’de binlerce kişi, Suriye’nin silahlı muhalefeti (ÖSO) ile iaşe ve teçhiz edilerek 50 milyar doları aşan bir başka yük getirildi.
Bütün üretim kurumları-fabrikalar; sıcak para uğruna yok pahasına elden çıkarıldığından; üretim ve istihdam yok edildi.
İşsizlik ordusu büyüdükçe, mutfaklarda ve pazarlarda yangınlar söndürülmez hal aldı. Türk parasının satın alma gücü tükendi. Çare olarak; porsiyonların küçültülmesi; peygamber gibi mideye taş bağlanması, öğün azaltılması, pazar alış verişine akşam saatlerinde gidilmesi vs gösteriliyor! “İtibardan tasarruf edilmez” ifadesi de bir ayet gibi, hafızalara çakılıyor!
Türkiye güneyde sınır komşusu konumuna getirilen Rusya ile Amerika arasında sıkıştırılırken; Ege ve Doğu Akdeniz’de seyirci durumuna düşürüldü.
“Faiz sebep enflasyon sonuç” ısrarıyla şahlandırılan döviz yıkıcılığı karşısında aciz kalındı. Türkiye, Lübnanlı Hariri’den sonra “FETÖ finansörü” olmakla suçlanan Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri’nden kurtuluş arar hale getirildi!
Zeytinyağı gibi üste çıkmak için; yol göstericilik olarak anlaşılması gereken eleştirel her ses; “teröristlik” ile suçlamak; çözüm sanıldı.
“Biz gelene kadar Türkiye’de buzdolabı mı, bulaşık makinası mı, TBMM’de kadın mı vardı?” saptırmasıyla seçmen konsolide edildi. Kendi ayıpları muhalefete mal edildi. FETÖ birlikteliği, 17-25 Aralık olayı, “vesayet” diye diye FETÖ darbesi koşulları benzeri kirliliklere rağmen devlet gücü parti lehine kullanılarak gerçekler gözden kaçırıldı.
Dahası; Türkiye Devleti ile siyasi hükümet özdeştirildi. Hükümet veya yönetici günahları devlete, sevaplar partiyee atfedildi.
Bütün bu uygulama ve anlayışın, demokrasinin gereği olduğu algısı yaratıldı.
Ağlayacak mıyız, gülecek miyiz?
Umutsuz emminin dediği gibi, “işimiz Allah’a kaldı” gibi!
***
KADIN HAKLARI VE CİNAYET
Her gün bir kadının katledildiği haberiyle ürperiyoruz. Oysa kadının insandan sayılmadığı bir yer ve dönemde İslam dini; bugün yetersiz görülebilen haklar getirmiştir. Ama ne yazık ki erkek egemen anlayış; kadını ikinci sınıf olarak görmekten ısrar ediyor.
Sanki erkekle her gün birbirlerini öldürmüyorlarmış da kadınların neden öldürüldüğünü sorguluyoruz. Bunun demokrasi kültür yoksunluğundan kaynaklandığını görmek istemiyoruz!
Türkiye’de İslam’a dayanılarak, kadınların da erkekler kadar hak ve yetkilere sahip olmalarına karşı çıkılıyor. Bu yüzden hükümet, parlamento tarafından kabul edilmiş olan “İstanbul Sözleşmesi”yi bir tek imzayla terk etti! Siyasal İslamcılar tatmin edildi!
Ülkenin yararına mı oldu?
Halbuki her toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de her iki yurttaşın birisi kadındır.
Hala kadın ikinci sınıf insan olarak görülüyor.
Buna rağmen 5 Aralık 2021 itibarıyla Türk kadınlarının siyasal haklara kavuşmasının 87. yıldönümü kutlanıyor. Konuyu, tarihsel gelişimi içinde irdelemeye çalışacağım:
Kadın; anne, kardeş, sevgili ve evlat olan varlıktır. Evlat olarak erkekleri var edendir; onurlandırandır. Cennet anahtarının ayakları altında olan kutsaldır.
Buna rağmen erkek egemen toplum; kadını erkekle eşit hak sahibi olarak görmek istemiyor; sindirmiyor!
Toplumumuzda kadın hakları tartışması, teokratik bir devlet olan Osmanlı Devleti’nde ve Tanzimat’tan itibaren başlamıştır. 1839 ile 1876 yılları arasında çeşitli şekilde gündeme gelmiştir. II. Meşrutiyet’ten (1908-1918) itibaren de gündemden düşmemiştir.
Çünkü kadın dernekleri kurulmaya, kadın dergileri yayınlanmaya başlamıştır. Kadın hakları konusunda siyasal hakların olmazsa olmazı olarak değerlendirilmiştir. Zaten dünya Savaşı sürecinde erkekler cephelerdeyken ev ve çocukların yönetimi, geçimin sağlanması, işlerin yürütülmesi kadın gücüne kalmıştır.
1919 yılında Meclis-i Mebusan seçimleri gündeme geldiğinde; kadınların siyasal hakları konusunda Vakit Gazetesi bir anket gerçekleştirmiştir. Ancak herhangi bir kazanım elde edilmemiştir. Bu süreci takip eden Kurtuluş Savaşı sırasında ise; 1921’de yayınlanmaya başlayan “Kadın Dünyası” adlı dergiyle kadınların seçme ve seçilme hakkı gündemde tutulmuştur.
15 Kasım 1921 günü TBMM “Köy ve Bucak Yönetimi” ile ilgili kanunu görüşürken; kadın hakları da gündeme gelir. Çünkü nüfus sayımında kadın nüfus dikkate alınmıyordu. Bu nedenle Erzurum mebusu
Hüseyin Avni Bey söz alır (TBMM Zabıt Cderidesi, D 1, C 14, s.221):
“20 haneli bir köyde üç erkek bulunuyor, fakat geri kalanlar kadındır. Kadınlar hayata katılıyor, vergi veriyor. Şuraya kadınlarımız da aza olarak girmelidir. Kadınlardan aşar alındığı gibi hukukunu da vermek lazımdır. Köylerde erkek kalmamıştır. Erkekten daha faziletli kadınlar vardır. Yüzlerce kadın bugün üç dört haneye bakıyor. Aile reisi olmuştur. Büyük Millet Meclisi aile reisi olan kadının intihap hakkını teslim etsin” der.
Ama Kırşehir mebusu Müfit Efendi; “kaç karın var?” diyerek sataşır.
Hüseyin Avni Bey; “pek çok anam var” diye cevap verir.
Karesi mebusu Hasan Basri Efendi ise; “Hüseyin Avni Beyin feministliğini tebrik ederim” istihzasıyla tartışmaya katılır.
Bolu mebusu Tunalı Hilmi Bey de; “şu dakikada Meclis kürsüsünde bütün Türklük ve Müslümanlık alemine doğru bir ses aksetmiş bulunuyor. Ki bu sesi bu mecliste ilk çıkartan Hüseyin Avni Beydir. Kensini tebrik ederim. Hissiyata kapılmayalım” diyerek destek verir.
Buna da birçok mebus, “ne hissiyatı Allah aşkına” diye itiraz yükseltir.
Tunalı Hilmi Bey cevap olarak: “Henüz yeni doğmuş koca Azerbaycan’ın kadınları seçime iştirak ettirmesi, bize ne büyük ders olmalıdır” der.
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuraan Büyük Millet Meclisi’nde kurtuluşa kan veren kadınlara haklarının verilmesi önerisi; hoca efendileri çileden çıkarır. Bunlardan Konya mebusu Hoca Vehbi Efendi; “bizim memleketimize Bolşeviklik girmedi Hilmi Bey” sözleriyle konuyu saptırır.
Tunalı Hilmi Bey, serinkanlılıkla taşı gediğine koyar: “Bolşeviklik değildir Hoca efendi hazretleri. Katiyyen Bolşeviklik değildir… Bakınız… dinleyiniz” der.
Fakat Hoca Vehbi; “Neyi dinleyeceğiz, neyi Hilmi Bey” diyerek engellemeyi sürdürür.
Tunalı Hilmi; “bir hakikatı dinleyeceksiniz hoca efendi” der.
Hoca Vehbi; “rica ederim, bu hakikat değildir” der.
Tunalı Hilmi; “Vehbi beyden işitmişimdir ki, bilhassa batıya doğru olan köylerimizde kadınlardan bugün muhtarlar vardır. Erkeksiz köyleri idare eden o insanlar, Müslümanlığın tamamıyla anası olan o analar temsilcilerini nasıl seçecekler? Dışarıdan erkek getirip de mi seçecekler? (…) Kadınlar aza seçilmesin, anladım; fakat ne için (oy) vermesinler?” diyerek savunmayı sürdürür.
Konya mebusu Musa Kazım efendi de itirazcılara katılır: “Müsaade buyurun, erkeklerin seçim hakkını tamame edemediğimiz bir zamanda kadınların seçiminden bahsetmek kadar cinnet olamaz” der.
Tunalı Hilmi Bey de; “Reis Bey, burası tımarhane değildir” diyerek dolaylı cevap verir. Musa Kazım; “tımarhaneye sizi gönderiyorum” diyerek çıkışır. T. Hilmi Bey de, “hissiyatı galip geldi hocanın” sözleriyle müstehzi şekilde cevaplar.
Sonunda Musa Kazım, baklayı ağzından çıkarır: “Seçim hakkını zaten (kadınlar) kendileri istemez. Evet, toplum hayatında kadınların bir hakkı var. Hatta kadınlar muharip de olabilir. Harp safında da bulunur. Bunu İslamiyet kabul etmiştir. Fakat zarurettendir. Yani erkeklerimiz yetmediği zamanda bu kadınlar devreye girer. İhtiyaç olmadığı zamanda ise erkekle karışması hiç bir zaman caiz değildir. Binanleyh bunu ret ediyorum” der.
Ardından Malatya mebusu Lütfü Bey söz alır: “Bazı vekiller kadınların da bu seçime iştirak etmesini ileri sürdüler. -Dinüna binnukulla billukul dinimiz naklidir- ilkesini kesin olarak kabul etmeyen her bir şey, nazarımızda ayıptır, iğrençtir. Kadınların tesettürü ahkam-ı şeriatı garra iktizasındadır…” der.
Hüseyin Avni Bey şöyle cevap verir: “Şeriatta kadınların seçim hakkı yoktur diyen bir hüküm biliyor musunuz? Lütfen bunu izah ediniz. Şeriat başka, seçim başka…” der.
Lütfü Bey; “Ben şeriat namına ret ediyorum” diyerek kadınlara seçim hakkı verilmemesini ister.
Sonunda, kadınlara seçme hakkı tanınmadı!
***
Cumhurbaşkanı Gazi Paşa, Lozan antlaşmasının sonuçlanması ve Cumhuriyet’in kurulmasına kadar sabır göstermiştir.
Tunalı Hilmi Bey, 3 Kasım 1923 tarihinde kadınların da nüfus sayımında sayılmalarını önermişti. 16-17 Ocak1923 tarihinde de İzmit’te Atatürk basın toplantısı yapıyordu. Vatan gazetesi yazarlarından Ahmet Emin Yalman, “Halide Edip Hanımefendiyi milletvekili görebilecek miyiz” diye sordu.
Bu soruya Gazi Mustafa Kemal Paşa şu yanıtı verdi: “Kanunlara göre 50 bin erkek nüfusa 1 milletvekili çıkmıyor mu? Şimdi genel olarak 50 binde 1 milletvekili dersek, o zaman bu şekilde erkeklerle birlikte kadınlar da söz konusu olur. Bu tabirle kadınlara da seçim hakkı verilmiş olur” sözleriyle yanıtlar.
Halide edip de söze karışır: “Paşam, bu kararı bu meclis m verir; yoksa ikinci bir meclis mi verir?” diye sorar.
Bu soruya da Cumhurbaşkanı; “bu noktayı ben bazılarıyla konuştum. Buna henüz itiraz edenler var. Fakat er geç olacaktır (…) Bizde her yerde fazla mı taassup vardır, nedir…” şeklinde cevaplandırır.
Bundan sonra 1923’ten itibaren hazırlanan anayasa taslağının 10. Ve 11. maddeleri düzenlendi. 10. madde; “18 yaşını dolduran her Türk, milletvekili seçimine katılma hakkına sahiptir” şeklinde hazırlandı. 11. madde ise; “30 yaşını dolduran her Türk, milletvekili seçilme hakkına sahiptir” şeklinde düzenlendi.
Böylece, daha 1923 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmek istenir. Ancak 1. Meclisteki şeriat yandaşları engeller. O nedenle zamanı beklenir.
Nitekim 16 Mart 1924’te Melis’in anayasa hazırlık çalışmalarında gündem konusu olur. Kadınların seçme-seçilme hakkı yukarıdaki maddeler olarak önce kabul edilir (TBMM Zabıt Ceridesi, D ‘, C 7, s 541). Sonra da Şefik (Bayezid) Beyin müzakere edilmeden kabul edilmesine dikkat çekmesi üzerine tartışma açılır.
Karesi mebusu Ahmet Süreyya Bey; “kadınlara yer verilmediğini, her Türk derken yalnız erkekler düşünüldü” der.
Kütahya mebusu Recep (Peker) Bey, “dünyada mevcut hukukun en basiti ve en birincisi olan seçmek ve seçilmek hakkının Türk kadınının da hakkı olduğunu ve bu hakkın verilmesi gerektiği kanaatindeyim (…) Biz diyoruz ki Türkiye bir halk devletidir, bir halk cumhuriyetidir. Efendiler, (kadınlar) Türk halkının hiç olmazsa yarısı değil midir? (…) Buradaki her Türk tabirinden Türk kadını istisna edilemez…” açıklamasında bulunur.
Ve Dersim mebusu Fikri Bey ile birlikte, maddelerin kabulünün doğru olduğunu belirtirler (a.g.C).
Afyonkarahisar mebusu İzzet Ulvi Bey de, maddenin “kadın erkek her Türk” biçiminde düzenlenmesi önerisinde bulunur.
Urfa mebusu Yahya Kemal Bey ise; “30 yaşını dolduran kadın-erkek her Türk mebus seçilme hakkına sahiptir” şeklinde düzeltilmesini önerir.
Gelibolu mebusu Celal Nuri Bey de; -Mebusan Kanunu-nunda yalnız erkeklerin kastedildiği” ifadesine dikkat çeker.
Bütün bunlardan sonra yapılan oylamada “her Türk” yerine “her erkek Türk” ifadesi konarak maddeler kabul edildi. Böylece kadınlara seçme seçilme hakkı verilmedi.
Bu sonuç alkışlanınca; Recep (Peker) Bey; “kadına hak vermediniz, bari alkışlamayın “ diyerek üzüntülerini yansıttı.
1924 Anayasası kadınlara siyasal hakları vermemiştir. Fakat genel klasik hak ve özgürlükler getirmiştir. Nitekim bunun ardından kadın örgütlenmesi hız kazanır. Nezihe Muhittin liderliğinde 1923’te kurulmak istenen “Kadınlar Halk Fırkası;”1909’da çıkarılmış kanunu nedeniyle izin alamaz. Fakat bu fırka yerine “Türk Kadınlar Birliği” kurulur. Atatürk’ün desteğinde Türk kadınlarının siyasal haklar kazanması için meclis ile kamuoyu hazırlanır. 1926 yılında “Medeni Kanun” ile sosyal haklar verilir. 1930 yılında “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitapla kadınlara siyasal haklar verilmesinin gerekliliği savunulur. Atatürk’ün manevi kızı olan Afet İnan; halkı bilgilendiren konferansları düzenler.
Ve nihayet 1930’da kadınlar belediye seçimlerine katıldı. 1933 yılında köylerde “muhtar” ve “ihtiyar üyesi” olmaları gerçekleşti. 1935 Genel Seçimlerinde 18 kadın, milletvekili oldu. Ki bu tarihte İsviçre, İtalya, Fransa ve Belçika gibi gelişmiş ülkeleriyle diğerlerin meclislerinde kadının adı yoktu. Sadece “demokrasinin beşiği” olarak nitelenen İngiltere parlamentosunda 14 milletvekili vardı.