Bilgiyi alma, depolama ve işleme yeteneğine sahip sistemlerin fonksiyonlarını, süreçlerini anlamak ve yönetmek... Matematikçi ve felsefeci Norbert Wiener 'e göre insan ve hayvanlarda kontrol ve iletişimi ele almak... Sibernetik diyorlar...
*
"Bilimde nereye gelindi ve insanların yaşam biçimlerine katkısı nasıl gelişiyor?" sorusuna cevabınız nedir ...

Eğer bilim, insanı ele almış ise insanî olmaktan neden uzaklaştık ve  herkes birbirine neden düşman...

Yoksa bilim, insana insan gözüyle bakmıyor mu? Halkın içinde, indinde anlamsız ve değersiz mi kaldı?

 "Bilim ve Halk" birbirini anlıyor mu, acaba?
Veya şöyle soralım:

Cehaletin  önemli sebeplerinden birisi de bilim dilinin halk diline uymaması mıdır? 
Bir anlaşmazlık varsa sebebi ne ola?
Zeka mı akıl mı?
Zeki olmak mı, akıllı olmak mı?
Sonuçta olmak ya da olmamak, gibi bir şey mi?
Hani Oscar Wilde'ın  "Bedava beyin varken gerizekalı olabilmek büyük yetenek ve cesaret ister..." mealinde bir sözünü hatırlayınca, bu insanlar aptal mı, deli mi ki, bilimin etkisinde olmuyorlar, diye sormazlar mı...
*
Peki,  'zeka/akıl' demişken, 
Dünyanın en zeki insanı kimdir, hiç merak ettiniz mi? 
Duymuşsunuzdur, okumuşsunuzdur, üstün zekaları ile adlarını tarihe yazdıran bir  Albert Einstein'ın IQ’su 160, Newton’un ise IQ’su 190.... 
Ama dünya tarihinde IQ’su 250-300 arasında olduğu söylenen fakat bilinmeyen birisi var...
Adı, William James Sidis...
Kısaca not düşelim...
1898’de New York’ta doğmuş, babası psikolog, annesi ise doktor... Daha 6 aylıkken alfabeyi çözmüş, 18 aylıkken gazete okumaya başlamış.
8 yaşına geldiğinde ise Latince, Yunanca, Fransızca, Rusça, Almanca, İbranice, Türkçe ve Ermenice'yi  öğrenmiş, hatta bu 8 dilin karışımı gibi olan “Vindergood” olarak isimlendirdiği bir dil dahi geliştirmiş.

Eğitim ve öğretimde; 1. sınıfı 1 gün, 2. sınıfı birkaç gün, 3. sınıfı 3 ay,4. sınıfı 1 hafta,5. sınıfı 15 hafta, 6. ve 7. sınıfları 40 gün içinde bitirmiş, yani 7 sınıf 7 ayda...

9 yaşındayken Harvard Üniversitesi'ni kazansa da duygusal olgunlukta olmadığı için okula alınmamış ancak 11 yaşına geldiğinde Harvard’a kabul edilen en genç kişi olmuş... Aynı sene içerisinde hem profesörlere konferans hem de üniversiteli öğrencilere matematik dersleri vermiş.. 
Harvard’daki eğitimini başarıyla bitirdiğinde, 40 dil konuşabildiği, 16 yaşında ise hukuk eğitimi almaya başladığı da belli ...
1919 yılında tutuklanarak hapis cezası almış....
Sidis, katıldığı eylemler sebebiyle eleştiriler almış ve halkın gözünden de düşmüş ancak gündemden hiç düşmemiş, 1944’de ise vefat etmiş..
*
Demek ki bazı insanlar özellikli, nitelikli yaratılmış...
Daha 11 yaşında bilimin zirvesine çıkanlar,  diğer tarafta 11 yaşında normal zeka sahibi bir öğrencinin bilgisinden de uzak üniversite mezunu insanlar...  Ama buradaki 'de' yaratılıştan değil...
*
Elbette bilimin kendine has uluslararası bir dili olmalı ama halkın dilini kullanmazsanız, onun anlayışına hatta sevgisine inemez hitap edemezseniz, ki Taş Devri'ndeki Beslenme/Barınma sorunu 2024'ün de sorunu olmaya devam ediyorsa bilim halka karşı kayıtsız kalmış, etkili olamamış demektir. .
*
Oysa memleketimizin insanları da zeki, çilekeş, cefakâr,  yalanı yüzüne gözüne bulaştıran, dürüst, güler yüzlü, umut doluydular, ama fikren ve zikren ulaşılamamış ki..

Çağdaşlık, huzur ve güven içinde bir toplum, bir Dünya için bir yandan halka hitap etmek, bir yandan da bilim dilini yaymak isteyen bilim insanları da var ama sonuçlar ortada... Sizce de çelişik bir durum yok mudur?
 
İşte Sibernetik de çözülemez gibi görünen sorunlara zamanla gelişen şartları göz önünde bulundurarak çözme alanı olsa da "Çelişik durumlardan çıkmak için iyi bir yol var: kapıları kırmak, yani kafamızın  içine  yerleşmiş,  hükmünü  yitirmiş,  zamandan uzakta kalmış, bizi yöneten kavramlar...." diyor
Abdülbaki Gölpınarlı...
*
Bilimle halkın/insanın buluşması derken arşivimde gördüklerimden; Yerel 'Çivril'in Sesi ' Gazetesinin 22 Nisan 2009 tarihli baskısında, henüz 13 yaşında olan  Bertan Umutlu 'nun, Ferruh Doğan'ın çizgisi ve Herman Amato'dan  bir alıntıya köşesinde yer verdiği, ' Dünya'nın En Akıllı Adamı' başlıklı yazısı...

Buyurun...
Çelişkili/çözülemez ortamlarda hep çözüm bulan olağanüstü bir kabiliyet... Nasrettin Hoca karşımızda...
*
"Bir keşiş dünyanın en akıllı adamını arıyormuş, Nasrettin Hocayı karşısına çıkarmışlar...

Keşiş bir daire çizmiş, Nasrettin Hoca bir çizgi ile bunu iki eşit kısma bölmüş...

Keşiş bu çizgiye ortasından bir dik çizmiş, Nasrettin Hoca'da dörde ayrılmış olan dairenin üç kısmını işaretlemiş...

Keşiş parmaklarını birleştirerek yukarıya doğru birkaç el hareketi  yapınca, Nasrettin  Hoca ise  aynı hareketleri yukardan  aşağıya doğru tekrarlamış...

 Keşiş: "Evet, gerçekten  dünyanın  en akıllı adamını buldum..." dediğinde Hoca'nın eşi dostu, "Nasıl yani?" der merakla...

Keşiş anlatır;
"Dünya yuvarlak mıdır? dedim, hem de ortasından Ekvator geçer dedi. Dünyanın karasu oranı ne kadardır, dedim... Dörtte  üçü sudur  diye  cevap  verdi.  Bu  su  buharlaşırsa  ne olur, diye  sorunca yağmur şeklinde tekrar yeryüzüne döner diye  cevap verdi" der ...

Merakla Hoca'ya gidilir. "Hocam nasıl oldu, ne sordular sana ..." derler.

Nasrettin Hoca anlatır ;
"Bu adam oburun biri, bana bir tepsi  baklava  gösterince,  yarısı  benim  olacak,  dedim.  Baklavaları  dörde bölünce de dörtte üçü Bir benimdir, dedim. Eliyle işaret ederek alevi alttan hafif gelmeli mi dedi. Eeee... Ben de üstüne fındık fıstık ekersek çok nefis olur, dedim" der...
*
İşte aynı  işaretlerin  çeşitli  şekillerde  yorumlanabileceğini  anlatması  bakımından çok ilginç bir fıkra... Bu fıkrayı aynı yaşlarda iken derse ilginin azaldığı anlarda bu tür fıkra, anekdotlarla dikkatimizi artıran, değerli öğretmenim, yayıncı İlhami Arslan'dan dinlediğimi anımsıyorum...

Burada acı bir yön de var: Batı bilimsel düşünceyi benimsemişken, bizim fikir seviyemiz mideden yukarı çıkmıyor demek ağır bir tenkit midir, değil midir ya da "Dervişin fikri ne ise zikri de odur..."  sözünü mü hatırlatmaktadır.... Cevabı sizlerde...

Neticeten, aynı işaretleri çeşitli şekillerde yorumlamak mümkünken bir de işaretlerin  değişik  bir  şekilde  ulaşmasının  ne  gibi  karışıklıklara  sebep olacağını varın  siz  düşünün derken son yaşananlar karşısında endişe duymuyor, kayıtsız kalıyor olabilir misiniz?
*
Bir örnek olsun; 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası.. '
Nihayetinde bir spor organizasyonu...
Bir futbol maçıydı, yenersiniz  ya da yenilirsiniz...
 "Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim" demişti büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, unutuldu mu ...

Avusturya ile oynadık ve yendik ...
Bir profesör twit atıyor, neymiş Viyana’yı almışız...
Avusturya’ya gol atan futbolcumuz iki eliyle bozkurt işareti yaparken, bize gol atan Avusturya’lı futbolcu da haç işareti yapıyor...

Kısa süre önce Kayseri’de istenmeyen olaylarda işyerlerini ve evleri taşlayanlar, bozkurt işareti yapıyor tekbir getiriyorlardı. 

Dikkat ederseniz, Kuzey Suriye’de bayrağımızı yakan, askerimize ateş edenler de  tekbir getiriyorlardı...

İsaretler, semboller ve simgeler bütün yaşamımızı sardı mı gerçekten... Bu durum çok iyi manipüle edilmiş, taa kadim zamanlardaki kabile işaretlerinden bu yana... İnsan sayıca çoğaldıkça sığlaşıyor, basit düşünüyor olabilir mi?

Bilgisizlik ve cehaletin farklılık yarattığını ve bu sonucu doğurduğunu hepimiz biliyoruz...
***
Değerli okurlar, Herman Amato ile devam edelim..
"Başrolde sen varsın..."

‘En uzak mesafe
ne Afrika'dır,
ne Çin,
ne Hindistan,
ne seyyareler,
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...
En uzak mesafe
iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan.....’

Herman Amato’ya ait olan ve Can Yücel’in Türkçeye çevirdiği bu dizeler mesafelerin değil, bakış açılarının insanı yalnızlaştırdığını haykırmasının yanında, mesafelerin nasıl aşılacağının, birlikteliğin nasıl sağlanacağının ilhamını da karşılıklı anlayış ve hoşgörünün her zaman birbirine kavuşmanın bir yolunu bulacağını, isteyene sebep, istemeyene bahanenin her zaman hazır olacağını da öğütlüyor....

Unutmayalım, her birimiz özeliz; yeteneklerimizle, sahip olduklarımız ve olamadıklarımızla... Parmak izlerimiz gibi zihinlerimiz de yaşamımıza yön veren, bizleri farklı kılan değerlerin başını çekmektedir.

Yaşadığımız coğrafya, sosyal çevre, aldığımız eğitimler karakterimizle harmanlanarak bizi biz yapar. 

Yaklaşık 7,5 milyar insanın, her davranışın ve düşüncenin farklı temsilcileri olması doğanın bir gerçeği; aynı anda, aynı konuya farklı bakış açıları ile getirilen yorumlar da bu gerçekliğin neticesidir. 

Kabul etmemiz gereken, her bireyin yaşam sahnesinde kendi rolünü, kendi rengi ve farkıyla sahneye koyduğudur.

Farklılıkları kabullenir ve insanlık paydasında buluşursak en uzak mesafeleri aşmış ve aynı sahnede rengarenk bir oyuna kendi hikayemizle eşlik etmiş oluruz...

Eğer, sahne bizimse, en güzel hale getirmeliyiz oyunumuzu ve geriye yalnızca bir hoş seda bırakabilmek için de duvarları yıkmalı, köprüler kurabilmeli, yüreklere dokunabilmeliyiz.  
 
*
Peki, bunu nasıl yapacağız, başaracağız.. 

İnternet üzerinden sürdürülen dostluklar, ilişkiler var... Kayıtsız kalınan/görmezden gelinen cinayetler, soykırımlar, modern savaşlar, asimilasyonlar, boyun eğilen sömürgeleştirilmeler, günahlar ve dahası varken...

Devlet adamlarının, siyasilerin, orduların yüreklerimize çizdiği hudutlar varken...
Bizlere neyi sevebileceğimiz de dikte edilirken...

Kısaca bizler yalnızlaştırılıyorken, farkındalığımızı hiçe saymayı da  öğretiyorlar ve biz de buna biat ediyoruz. Sanki ilahi bir emir gibi, sınanıyor gibi...

Oysa, hayatlarımızı severek anlamlandırabilir ve yalnızlıktan kurtulabiliriz. Yalnızlığın bir tarafında sevgi, diğer tarafında farkındalık biriktirebiliriz ve aşabiliriz belki de en uzak mesafeleri…
Ne dersiniz?

Carl Gustav Jung bu bağlamda; ‘Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.’ diyor...

Eğer,kendinizi kendinizden çıkardığınızda sıfır kalmıyorsa geriye, yalnız değilsinizdir...  
Hani insansınız 1 yazın, sonra her bir farklılığınız için yanına sağ tarafa 0 ekleyin derler .. Bir bakıma değerinizdir çıkan.... Ama cehalet sonsuz ise ahlâk da yeşeremeyeceği ve olmayacağı için insan da olamazsınız ve ilk yazdığınız 1'i silerseniz geriye bir hiç kaldığı gibi... İnsanî özelliklere sahipseniz saate baktınız, diyelim ki saat üç....Bir hiç iseniz zaten ölüsünüz demektir ve saat hiç'tir...

Arthur Schopenheaur;
 ‘Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.’ diyor ve yalnız değildir, bence...

‘Yalnızlık bağımsızlıktır.’Hermann Hesse...Burada neyi ne şekilde gerçekleştirip gerçeklestiremediğiniz öne çıkar...

‘Taşrada yalnızlık içinde yaşadım ve sessiz bir hayatın monotonluğunun yaratıcı zekayı nasıl harekete geçirdiğini fark ettim.’Albert Einstein'da yalnız değil...

En korkunç fakirlik, yalnızlıktır.’ der Kalkütalı Rahibe Teresa ' da ...Artık siz ona değil, yalnızlık size sahiptir yani! Ve ne acı ki, farkındasınızdır bu acının. Tıpkı Meksikalı şair Octavio Paz’ın dediği gibi; ‘İnsan yalnız olduğunun farkında olan tek canlıdır."İşte önemli olan budur, eğer cahil değilsek....
*
Bakın Prof.Dr.Cihan Dura ne diyor;
İnsanlar çoğu zaman hep kendi bildiğinin, kendi düşündüğünün doğru olduğunu sanır. Oysa, düşünme işi, kafa yorup doğruyu bulma uğraşı kolay değildir. Bilgi ister, düzgün muhakeme, sabır ister. Uzun yılların deneyimini gerektirir. Herkes bu koşulları yerine getiremez. Dahası, muhakeme süreci tuzaklarla doludur. Her birimiz düşünürken hatalar yapar, farkına bile varmayız. 
 
*
Acaba, yalnızlık gibi yok saymak'ta bir sorun mu...
Bilimde, sanatta, tarihte vb.  gelişmiş/gelişen şey’leri görmezden gelip olmamış kabul edenlerin davranış biçimi toplumsal dinamikleri etkiler ve devlet ideolojilerine dönüşürse eğer , iş yok sayılanı yok etme şiddetine kadar varır. 

 İbni Haldun, kendinden öncekileri yok sayma gafletine düşenlere ,“…eksik yaratılışlı, geri zekâlı, kalın kafalı yazarlar…”diyor.

Peki, yok saymak, tarihi kendinden başlatmak mıdır?
21. yüzyıl  düşünürlerinden  Yuval Noah Harari;
“Pek çok insan kendini dünyanın merkezi, ait olduğu kültürü de insanlık tarihinin kilit unsuru saymaya meyillidir.”diyor...

Ve ekliyor;

-Yunanlılar, önemli fikirlerin ve buluşların Atina, Sparta, Kostantinapolis’te doğduğuna inanmakta...
-Çinli milliyetçiler ise Batılılar, Müslümanlar ya da Hintlilerin yapıp ettiklerinin Çin buluşlarının sönük birer kopyası olduğunu düşünmekte.
-Türk, İran ve Mısırlı milliyetçiler, Hz. Muhammed öncesinde kendi soylarının insanlığın medarı iftiharı olduğunu...
-Avrupalılar, Amerikalılar, Japonlar, Ruslar.... Kendi milletleri olmasa dünyanın barbarlıktan ve ahlaktan yoksun bir cahillik içinde kalacağına kanaat getirmişler..
Oysa, “Bunların hepsi tarihi bile isteye hiçe sayan ve ziyadesiyle ırkçılık barındıran asılsız iddialardır.

Yok saymanın, büyüklenmenin, kendi ırkının, kendi dininin yüceliğine inandırılmış insanların bir vahşetin unsuru haline gelebildikleri, Dünyanın bir çok yerinde görülüyor, yaşanıyor.

Örnek mi;
Siyahilerin insan kabul edilmediği,
Kızılderililerin yok sayılıp yok edildiği,
Alman, İtalyan faşistlerinin dünyayı kan gölüne çevirdiği,
Yahudilerin fırınlarda yakıldığı, gaz odalarında yok edildiği,
2. Dünya Savaşı’nda atılan toplam bombalardan daha fazlasının Vietnam halkının üzerine yağdırıldığı...
Hain kere hain, sinsi bir proje olan Büyük Ortadoğu Projesini uygulamak amacıyla Irak’ta iki milyon sivilin yok edildiği,Libya’nın altüst edildiği,Suriye iç savaşının yaratıldığı unutuldu mu....

Halen,  Filistin coğrafyasında yok sayma/yok etme operasyonu dünyanın gözleri önünde acımasızca sürdürülmüyor mu....
Yıllar önce,1995 ' de Srebrenista 'da, Sırp faşistler kadınların ırzına  geçip sekiz bin Müslüman Bosnalı’yı katletmedi mi....

Sanki insanoğlu , kendinden, kendi ırkından, kendi inancından olmayanı yok saymaya, yok etmeye genetik anlamda kodlanmış gibi....
Değil mi...

Babil Kralı Hammurabi, tanrıların kendisine;  "Topraklarında adaletli ol, güçlünün güçsüzü sömürmesini engelle.. " dediğini aktardığına göre 
adaletsizlik, kötülük, güçlünün güçsüzü sömürmesi hep var, hep var ..Güçlü olmak ne menem bir şeydir?
Ki, hep ölüm, hep şiddet, hep açlık ve sefalet var ve bir türlü kurtulamıyor insanoğlu....

 Harrari’nin bir tespiti var ve diyor ki;
“En zengin %1’lik grup dünya servetinin yarısına sahip , en zengin yüz kişinin serveti de en yoksul dört milyar insanın servetine.. ."
Peki bu ahval ve şerait içinde %1’lik kesim, insanlığın içinde kardeşliğin gelişmemesi için her türlü alçaklığı yapmaktan; insan toplulukları, halklar, milletler, uluslar arasına hançer sokmaktan hiç geri durur mu? Ne düşünüyorsunuz!

Bir de yok saydıklarınızı, bazıları kendi çıkarları ve projeleri doğrultusunda var sayarlar ve başınıza örülen çorabı bir türlü çıkarmanıza da izin vermezler.

İşte, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda, Lübnan İç Savaşı’nda, Irak-İran Savaşı’nda, Yemen’de, Suriye’de, Irak’ta, Sudan’da vb. yaşanmış olanların, yaşananların temelinde hep bu yok saymalar, etnik köken jargonu, ırkçılık, milliyetçilik, dinsel yapılanmalar, mezhepler, ötekileştirmeler vb. yatmıyor mu...

 Dünya , %1’lik dilimin şeytani organizasyonlarına kurban edilmekte...Finans-kapital çetesi, etnik köken/ırkçılık, dinsel/mezhepsel inanışlar bağlamında ayrılığı, düşmanlığı her türlü aracı kullanarak tüm dünyada uygulamaktalar...

Dünya, yok saymanın, ötekileştirmenin, giderek yok etmenin sancılarını daha uzun süre çekecek gibi bir yolda sanki ve sebebi de çözümü de basit aslında...

 Cahilleştirilen,sürüleştirilen kitlelerin dincilik, ırkçılık sarmalında birbirini boğazlamasının önüne geçilemediği sürece rahat yok, o halde Sümer kil tabletinden bir alıntı;

“Bir zamanlar ne yılan vardı, ne akrep vardı,
Ne sırtlan vardı, ne arslan vardı,
Ne vahşi köpek vardı, ne kurt.
Ne korku vardı, ne işkence,
Adamın rakibi yoktu.”  S.N.Kramer...

Basit çözüm, herşeyden önce kanıta ve akla dayalı ortak bir saygı kültürünü sürdürebilmek için bilgi edinme konusunda   sorumluluğumuz var...
Kardeşim oku oku oku...

Clifford’ın belirttiği gibi: “Topluma yönelik tehlike yalnızca yanlış şeylere inanılması değil ama yanlış şeylerin inandırıcı hale gelmesiyle, onları sorgulama ve araştırma alışkanlığının kaybolmasıdır”. 
Oku ve sorgula...

Hakikat ve bilginin klasik anlamdaki ideali, bir “fikir piyasası” kavramıdır: düşünen bireyler olarak, birbiriyle çatışan fikirlerle karşılaşırız, onları gerçekliğe en uygun şekilde değerlendiririz ve sonra gerçeklerin inançlarımızın temelini oluşturmasına izin veririz.

Hugo Mercier, “Çoğu zaman, neye inanmamız gerektiğini anlamamıza yardımcı olacak hakikatleri aramıyoruz; mevcut inançlarımızı haklı çıkaracak ifadeler bulmaya çalışıyoruz."diyor.
Oku,sorgula ki hakikati gör...

Bizi ileriye taşıyacak olan yol,  bilginin ve cehaletin anatomisini daha iyi anlamaktır. İkincisi de mantık, ince farklılıklar ve hakikate saygı temeli çerçevesinde doğru olanı aramayı kültürlerimizi tanımlayan bir değer haline getirmektir. 
Hiç bir şey öğrenemediysen de mantık yürüt, kardeşim...

Philip K. Dick şöyle diyor: “Hakikat, ona inanmayı bıraktığınızda ortadan kaybolmayan şeydir”. 

Öyleyse, hakikat ötesi dünyanın sorunu, insanların yalanlara inanması değil, dilin kendisine olan güvenin aşındırılmasıdır. İfadeler para gibidir. Biz değerleri olduğunu kabul ettiğimiz için değerleri vardır. Buradaki tehlike, sahte para ile kandırılmak değil tüm para biriminin çökme ihtimalidir.N. J. Enfield

 *
Yazıya, "Değerler" noktasında İletişim psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu ile devam edelim.

Hocamız bir seminerinde yere bir parça ekmek koymuş ve “Bu ekmeğe basabilecek birisi var mı?” diye sormuş salondakilere....
Hiç ses çıkmamış tabii.
“Sahneye gelip bu ekmek parçasına basana 100 dolar vereceğim” diye devam etmiş.
Salondan yine çıt yok…
Fiyatı artırarak 5000 dolara kadar getirmiş. Bu sırada salonda bulunanlardan birisi, “Hocam, istersen 500 bin dolar ver, yine bize o ekmeği çiğnetemezsin, boşuna uğraşma!” demiş.
Doğan Hocam da, “İşte değerler eğitimi budur” demiş...
Peki buradaki  sonuç nedir?

Yere düşen ekmeği çiğnememek için duyduğumuz hassasiyet, yerlerde sürünen bazı değerlerimiz çiğnenirken kendini göstermiyor, neden acaba?” 

*
"Onların normali akla, bilime, insanlığa,çağa uygun değil,onların dünyasında olmayı, bu insanların da dünyamda olmasını istemiyorum. 

Mutlu bir adam olarak yaşayacağımı hayal ettiğim günlere dönmek istiyorum.Ama asla, huysuz bir ihtiyara dönüştüğüm günlere değil…..Hatta, düne bile dönmek istemiyorum, çünkü dün normal değildi...Yarının iyi olacağını ümit ederek,dileyerek, yarını görmek istiyorum da...
Ya yarın da olmazsa… Olmalı, olacak… 
Bugünden kötüsünü düşünemiyorum. Yarınlar iyi olmalı, ben yarınlara doğru yürümek istiyorum."diyor 
İfral Turgut...
*
Suay Karaman, 2008 'de kaleme almış;
Futbolla uyuşturulduğumuz şu günlerde, sessiz sedasız yapılan zamlara, çıkarılan yasalara, Atatürk Devrimlerinin travma yaptığını söyleyenlere, örtülü ödenekten yapılan örtüsüz harcamalara, sağlığımızla oynayanlara hiç tepki vermemeyi alışkanlık haline getirdik. Bu bilinç uyuşturulmasından sıyrılıp, ülkenin gerçeklerini görmenin ve ülkemize karşı yapılan oyunların farkına varmanın zamanı gelmiştir. Eğlenmenin ve sevinmenin taşkınlık olmadığını anladığımız zaman, ülkenin gerçeklerine eğilip, çözüm yollarını birlikte bulacağımız aydınlık ve güzel günler dileğiyle...
ANLAYANA....
_____
*Değerli yazı ve paylaşımlarıyla katkı sunan Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı ve Doğan Cüceloğlu'na... Eyüp Bülent Yardımcı, Cihan Dura, Suay Karaman, İfral Turgut, Cihat Albayrak, Dilek Şen, Neslihan İnce, Erdal Nal, İlhami Arslan ve Bertan Umutlu'ya teşekkürler...