Bir tarafta insan, küçük dünyasında yaşar, olanı görür, duyar, ona göre düşünüp davranır, tepki verir. Onu hayatını idame ettirmek, mutlu olmak ve ölüm ilgilendirir, mikro dünyada....

Öte yandan, öyle olgular vardır ki doğrudan göremez, duyamaz, fark edemez, o dünyaya göre düşünüp davranamaz, tepki veremez, makro dünyada...

İnsan,  eğitim düzeyine bağlı olarak mikro dünyada bilinçsizlik durumundadır ve dünyayı anlamak için makro düzeyde bilgiye ihtiyacı vardır ve akıl yürütmesi gerekir. Çünkü orada olup biten, onun küçük dünyasını, onunla ilgili bilgilerini aşmaktadır...

Gerçekleri açıklasanız da, büyük olasılıkla başarı sağlanamayacaktır. Çünkü eğitim-öğretim uygulamasının, ona bu bilinci kazandırmış olması, medyanın, siyasetçilerin, aydınların açıklaması, uyarması, bilinçlendirmesi gerekirken ... 
Olmayınca olmuyor işte....

**

Diğer tarafta, insanlık tarihini belirleyen iki temel eğilim vardır: 
-İnsan yaşamak, daha iyi yaşamak ve
-Yaşadığı evrenin gerçeklerini öğrenmek ister...
Kuşaktan kuşağa bilgi bilgiye eklenmiş, yanlışlar ayıklanmış, doğrular alıkonmuş, sağlanan birikim değerlendirilip sistemleştirilmiş, zamanla da matematik, fizik, kimya, astronomi, psikoloji, tıp, sosyoloji, iktisat gibi bilimler ortaya çıkmıştır...

“Gerçekleri öğrenmek  temel bir içgüdü..." ise
"Gerçek nedir ve nasıl bulunur?"...
Bilimler sayesinde öğreniyoruz: Gerçek dediğimiz de olguların nitelikleri ve bunlar arasındaki değişmez ilişkilerdir.
Bilim genel teoriler ve yasalar ortaya koymaya çalışır, ki gerçekler dediğimiz de bunlardır...

Bilim, gerçekleri  bilimsel metotla keşfeder. İnsanlar hayal gücünü çalıştırmış,  bir takım yakıştırmalar, hikâyeler, masallar vücuda getirmiş, daha sonra bilimsel metotları keşfetmiş, aklını ve duyularını kullanmaya, doğru tespitler yapmaya, neticede büyük başarılar elde etmeye başlamıştır ve kuşaklar boyunca, bir ‘gerçek’ten, daha doğru olan başka bir gerçeğe geçmiştir. Çünkü her yeni bilginin, bir öncekinden daha doğru, dünyanın gerçeğine daha yakın olduğunu görmüş, öğrenmiş, uyum sağlayarak da yaşamını sürdürmeye çalışmıştır...

Gerçeği araştırırken izlenecek en güvenilir yol, “doğa karşısında deneyci ve akılcı” bir tutumdur, yani bilimsel yöntemle araştırmak...
Bu görev kimindir, elde edilenler kimin eseridir?
Elbette bilim insanlarının…

Unutmayalım ki, Atatürk özgür akıl, pozitif bilimlere hakimiyeti, matematik bir akla sahip olması, dünya siyaseti ve devletler arası ilişkileri iyi okuması  ve insan sevgisiyle , bağımsızlık aşkıyla başardı.

Ama, insan aklı ve duyu organları mükemmel değil, gerçeği doğrudan, kolayca görüp bulamıyor. Engeller çıkıyor, yanlış veya çıkmaz yollara giriliyor.

Yanılmalar, düşünme hataları oluyor. Bu engeller günümüzde de varlığını sürdürüyor: En büyük engellerden biri dinlerin gerçek diye ileri sürdüğü görüşlerdir. Dinler gerçek konusunda iddialı, dogmatik ve katı… Farklı, gözleme dayanmayan bir yöntem uyguluyorlar. Bu farklılık nedeniyledir ki, bilimlerin bulduğu gerçeklerle, görüşlerle çatışabiliyorlar.

Kimsenin yadsıyamadığı bir gerçekse Batı’nın bilimde ve teknolojide ulaşmış olduğu muazzam üstünlük… Peki, neden böyle oldu?
 Batı’da felsefe, bilim, sanat gibi alanlarda eser ortaya koyanlardan çoğu Yahudi asıllı...
 Albert Einstein, Sigmund Freud, Karl Marx, Benjamin Rubin, Peter Schultz, Stanley Mezor, Leo Szilard ve daha niceleri…

Bu insanlar, pozitif bilimlerde büyük başarı gösterdiler, bu yoldan inanılmaz teknolojiler keşfederek veya bunların önünü açarak Batı’yı neredeyse dünyaya hükmeder konuma getirdiler? 

Diğer dinlerin mensuplarıysa bu açıdan başarısız oldular... Neden?

İşin sırrı tam burada kendini ele veriyor: Yahudileri dünyayı gözlemlemeye, bilimsel olarak araştırmaya yönlendiren, teşvik eden; doğrudan doğruya mensup oldukları din, inandıkları kutsal kitapları olmuş... Akıllarını kullanmaya yönlendirdiğine, bu aklı dünyayı ve hayatı anlamak ve araştırmak için kullanmalarını istediğine inanmışlar, bu zihniyeti  göç ettikleri Avrupa’ya da taşımışlar, başarılı olmuşlar...


Buna karşılık diğer ülkeler, örneğin İslam dünyası ne yazık ki, böyle bir yönlendirmeden ve destekten yoksun kalmış.

Dinler yüzyıllar boyunca insanlığı kuşatmış ve belirli bir anlayışa yönlendirmiştir. Toplumların kültürlerini, dillerini, düşünüş biçimlerini, zihniyetlerini belirlemiştir. 

Etkileme günümüzde de devam ediyor. Bu belirleyiş doğal olarak Musevilikte farklı, diğer dinlerin toplumlarında, örneğin Müslümanlıkta farklı olmuş..

 Bilimsel devrim İslam’da neden olmadı? İngiliz Filozofu Bertrand Russell’a  göre, “ateş yakar” diyen biri, bilimsel metot gütmüştür; gözlem ve muhakeme ederek bir yasaya ulaşmıştır...

Peki “ateş yakar” sorusunu Gazali nasıl yanıtlıyor? Gözlem değil dedüksiyon yoluyla yanıtlıyor, hayır “ateş yakmaz, yakan Allah’tır” diyor. Realiteyi, gözlemi, buna dayalı olarak yapılan muhakemeyi reddediyor, ânında fizikötesi güce, Allah’a bağlıyor,daha ileri bir adım atmaya gerek duymuyor, “peki, ateş neden, nasıl yakar” diye sormuyor. Çünkü cevap baştan verilmiş, hazır…  Gazali’ye göre “Ateş yakar” diyen, günah işlemiştir. Böylece yaradılışın en mükemmel hediyesi olan insan beyni âtıl bırakılmış, Evren’in araştırılması, bilimsel metot, akıl, insanın duyuları işlevsizliğe terk edilerek, daha baştan dışlanmış oluyor. Oysa, onlar -Yahudiler ve Batılılar- başkalarından üstün veya müstesna insanlar değildi. Yalnızca dinleri; onları, Yaradan’ın insana en değerli bağışı olan duyu ve beyinlerini işletmelerini engellemedi, tersine teşvik etti. 

Onlar belki de şu zihniyetle hareket ettiler: Yaradan'ın Kitabı bütün bir Evren'dir. Görülecek, düşünülecek, anlaşılacak, okunacak ve kılavuz alınacak olan, ancak odur.

İngiliz hekim ve fizikçi William Gilbert de 16.yy da şöyle der :

"Bilgiyi kutsal kitaplarda değil, objejerin(nesnelerin) kendinde aramak gerekir. Kutsal kitaplar, gerçek bilginin kaynağı değildir. Artık gerçek bilginin kaynağı nesnelerin kendisidir ki bu da deney ve gözleme dayalı araştırma ile bulunabilir."

Yani bilimsel bakınız , aklınızı kullanın diyor...

**
 Farkında mısınız; bilim, astronomi küreselleşme bir tarafa,sanattan, edebiyattan, şiirden de pek konuşmuyoruz. Varsa yoksa telefonda mutlu saatler.... Uyuşturucu, şiddet, taciz tecavüz vakaları ... Bunların faili de, mağduru da, duyanı da , okuyanı da bir tür bağımlılık yaşıyor ve psikolojileri alt üst ... Psikoz içinde ama arada gelen küçük bir sevinç mutluluğunu zirveye çıkarıyor... Başka bir şey yok ..Yoksulluk,yolsuzluk,yasaklar, eğitim , mülteci sığınmacı, demografik yapı, dört tarafında güvenlik mücadelesi gibi gibi yığınla problemin içindeyiz, siyaset bataklığında  debeleniyoruz...Bu bataklık toplumu çürütmüş, kabalık, hadsizlik, görgüsüzlük toplumun büyük kesimine hakim olmuş...Acı olan ise sadece eğitimsiz kesim değil, eğitimli dediğimiz kesimin de bu yozlaşmadan büyük oranda pay aldığı gerçeği...Bir toplum, bir halk işte böyle karanlığa gömülürken topluma ışık, rehber olacak düşünür, bilge insanlar yetişmiyor artık.Kendi vatanı ve insanıyla harman olmuş aydın yetiştiremiyoruz. 
İnsanı insan yapan değerler erozyona uğramış ,yozlaşma da çoğumuza bulaşmış durumda....

Özgün düşünce üretemeyen akıl, sistemin bir aparatı olmaktan başka bir işlevi olmaz, olamaz. Kısacası, çözümün değil, sorunun bir parçası olur, ki tamda 
o noktadayız...

Neticede mikro dünyasında yaşayan,
yalnızca fizyolojik ihtiyaçları ile güvenlik ihtiyaçlarının tatmini derdinde olan çoğunluk....
Politik davranışını, parti tercihini de bu ihtiyaçların tatminine göre ayarlar, ki açsa, çıplaksa, barınacağı bir evi yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık görüyorsa; insan hakları, özgürlükler, düşünce özgürlüğü, ülke sorunları deyince öylece bakar bakar bakar ...

İnsan makro dünyanın bilgisine ise yani düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine, ülke sorunlarının varlığına ihtiyaç tatmininin üst basamaklarına tırmandıkça ulaşır.

Bu da eğitim ister, yeterli gelir ister.
Aç ve çıplak olan, evsiz, sağlıksız olan, özgür olamaz; haklarının farkına varamaz, yurt sorunlarıyla ilgilenemez.

Sen bunun dışında ne yapsan fayda etmez; istediğini vaat et, istediğin kadar uyar, ne bir tepki alırsın, ne bir sonuç.
Başka hiçbir şey etkilemez seçmenlerin büyük bir bölümünü: Ne vatan, ne millet, ne laiklik, ne egemenlik, ne bağımsızlık, ne bölünmez bütünlük, ne yolsuzluk, ne rüşvet...
İşte bu durumu bilen  siyasetçiler de bir taraftan
halk yığınlarını yoksul bırakır, cahil bırakırken
bir taraftan da sadaka dağıtır, oy toplarlar ...
Böylece “Halkın sesi hakkın sesi” olmaktan çıkar,
halk yoksulluk şartlarında tutularak iktidarın yardımlarına muhtaç bırakılır...
Aslında neresinden tutsan dökülüyor;
“işte demokrasi bu…” diyeceğimiz bir şey kalmıyor elde.Millî İrade felç olmuş, çünkü Millî Egemenlik iç ve dış sömürücülerin eline geçmiş.
Milletin tüm kaynakları onların emrine verilmiş.
Ama demokrasi der, başka bir şey demezler; övgülerin, methiyelerin sonu gelmez.
Çünkü onlar için önemli olan tek bir şey vardır: Servet yığmak, koltuk kapmak, yiyip içip boşaltmak….

Özetle,halkın büyük kısmı  bilinçten yoksun bulunuyor ve  bu eksikliğinden yararlanılıyor, bu eksikliğine güveniliyor güç alınıyor, yönetim açısından, halkın desteği  eğitim düzeyi düştükçe artıyor, eğitim düzeyi yükseldikçe azalıyor. Düşük eğitim sonucu sokaktaki adam genellikle toplumsal olaylardan habersiz yaşıyor. Yönetim bunu biliyor, buna göre davranıyor. “Ben böyle işler yaparım, oy da kaybetmem, bana oy verenlerin büyük kısmı yaptıklarımın, kendi aleyhine olduğunu fark etmez” diyor.

Diğer taraftan , Dünya Güzeli Demokrasi dedikleri Dilberin kusurlarından;
Birileri var ki, temelidir bu sistemin: Seçmenler!...
Onlar da kusursuz değiller, sütten çıkmış ak kaşık değiller.
İngiltere’de bir düşünür “10 kişiden dokuzu aptaldır, nasıl olur da, seçim sandığından keramet beklenir!” demiş...
Bir ünlü yazar da: 10 kişiden 6’sı aptaldır, demedi mi?
Gelin biz insaflı olalım “10 kişi de 1’i” diyelim,
Yani yüzde 10!...
Ki, bu bile 50 milyon seçmende 5 milyon eder.
Ve neler değiştirir bu neler, hangi seçim sistemi olursa olsun,hele bir de baraj varsa, değişmez iktidarsın...

**

Tamam, halkın oyu ile bir makama gelinebilir ama sırf seçim sandığını koymakla demokrasi olmaz...
Halkın bilinçli, bilim ve ahlak terbiyesi görmüş olması gerekiyor ki, seçtiği vekiller de bilgili ve ahlaklı olsun...

Atatürk , okuma yazma oranı yüzde 10 iken   millet meclisini topladı,meclisin namuslu ve yurtsever kişilerden oluşmasına büyük özen gösterdi, yönlendirdi, sürekli bilgilendirdi, aydınlattı, uyanık tuttu; doğru yol üzerinde ikna etti, cumhurbaşkanıyken, iki kez de demokrasi denemesi yaptı geri adım attı. Çünkü biliyordu halkın durumunu, Meclis’e kimlerin geleceğini…

Bunun içindir ki, sandıkla yetinmedi: Ülkede okuma yazma oranını artırmak için devrimler yaptı, okullar açtı, halkın yetişmesi için halkevleri kurdurdu, köy enstitülerinin kurulması çalışmalarını başlattı. Liyakatli, ahlaklı insanlarla çalıştı. Ülkede sosyal ahlakın yerleşmesi için uğraş verdi....

Çok başarılı oldu, dış güçler hemen devreye girdi:

"Atatürk'ün liderliğindeki Genç Türkiye Cumhuriyeti bilimsel yolda almış olduğu ivme ile her alanda çok fazla gelişme göstermektedir, bu bizim ileride Ortadoğu'da çok pasif kalmamızı Türkiye Cumhuriyeti 'nin de bölgede çok güçlü bir şekilde söz sahibi olacağının göstergesidir. Türkler üstün kabiliyette bir millet ancak yolları İslam ile kesilebilir.Bu milleti ne kadar karanlığa itersek bölgedeki çıkarlarımıza o kadar hizmet etmiş oluruz ..Ancak bu yolla Türklerin yolu kesilebilir..." 
Joseph Grew, ABD Türkiye Büyükelçisi ...

Ne diyor Coni; "Türkler, bilimle fenle ilerliyorlar buna dur demek gerekiyor.  Ancak din yoluyla yoldan çıkarabiliriz, karanlığa itebiliriz." Bak bak bak....
Bu kişi Lozan Konferansı sırasında ABD'yi de temsil etmiş...


SON SÖZ;
Bilimsel gerçeklerin yönlendirmediği, sosyal ahlakın zayıf olduğu seçmenlerle, demokrasi rejiminin meyvesi hastalıklı olmasın istiyorsak laf ebeliği değildir ihtiyacımız olan.....İhtiyacımız olan şey bilime inanmak güvenmek.... Bu yolda adım atmak...

Eğitimde/Öğretimde yılların yeterince değerlendiril(e)memiş olması, bize çok pahalıya mal olsa bile ...
Kısa vadede çözüm yok gibi olsa da ...

Görev namuslu aydınlara düşüyor. Halk zamanla bilinçlendirilebilir. Ancak ne yazık ki iyi yetişmiş, yüksek ahlaklı aydınlarımız azdır. Kısacası, aşılması zor bir çıkmaz içindeyiz.

Oysa,

Elin kalem tutuyorsa , barışı yaz ... 
Fırça erbabı isen insanlığı aşka boya...
Müzikten yanaysa marifetin,
saf sevgiyi çalsın notaların...
Ve "Bilimden ötesi yok..." diyecek kadar aydın isen
Yol ver Işığa ...
Gönüller aydınlansın,
Düşünceler aydınlansın,
İnsanlık aydınlansın...

*

Şevket Süreyya Aydemir 'den;
"Efendi, dedi, bize niçin böyle konuşmazlar? Niçin böyle anlatmazlar? Bu milletin bütün derdi cahilliktir efendi. Bunu bil. Bunun suçu ise bizim değil, hükümetindir...."

Dostlar, " Cehaleti Yenelim Felaketi Yaşamayalım...."
 
*Değerli Prof.Dr. Cihan Dura'ya ve Zahide Uçar 'a teşekkürler...