Medya

İlker Kaleli: Poyraz Kareyel'in en korktuğu şey sevgisizlikti

İlker Kaleli Fenomen'in yeni bölümünde Poyraz Karayel dizisinin sahnelerini izledi.

Loading...

İlker Kaleli, Fenomen adlı programın yeni bölümünde, Poyraz Karayel dizisinin unutulmaz sahnelerini izledi. Bu özel bölümde, Kaleli, diziye dair anılarını paylaşarak, Poyraz Karayel karakterinin kendisi için ne ifade ettiğini izleyicilere anlattı.

"Poyraz Karayel ile nasıl tanıştın?"

İlk olarak senaryo gönderildi, ben sonra da Kaş'taydım. İlk orada hızlıca baktım, ertesi gün ise İstanbul'daydım ve ilk toplantımızı yaptık. Poyraz, bir anti kahraman olduğu için derin bir yalnızlığın insanı; hayatta olmak tarafından yüzüstü bırakılmışlık, topluma uyum sağlayamama, varoluşsal buhrandan bahsediyorum. Acı çekmek anlamında. Eee, kurtulmanın en güvenli ve en tertemiz yolunun delirmek olduğunu dizi boyunca öven bir karakterdir.

Rahmetli Özkan Uğur'la oynamak nasıldı?

Çok özeldi kendisi, zaten şahsına münhasır diyerek geçiştirmek istemem. Gerçekten çok özel bir insandı. Onunla çok şey paylaştık; abi kardeş, rol arkadaşı, sahnede baba oğul gibi bir ilişkimiz vardı. Özkan abiyi hep duyardık, nasıl biri olduğunu. Garip bir şekilde, hakkında hiç kötü bir kelime duymadım. Belki de bugüne kadar hakkında  kötü kelime duymadığım tek insandır. Sağ olsun, benim için bir onurdur onunla aynı sahneyi paylaşmak, o süreci birlikte geçirmek. Gerçekten çok güzel bir ilişki kurduk.

'Albay' sahneleri dizi için çok önemliydi

Sahnelerde aslında bir gerçek Albay var, komşusu olan bir de halüsinasyon şeklinde. Adam, aslında finalde nereye varacağının emarelerini dizinin başından beri veriyor. Bu, müthiş bir dokunuş ve Poyraz'a çok büyük bir derinlik katıyor.  Aslında, albayı çıkardığın zaman, sıradan, belki klişe sayılabilecek bir dünyaya atıyorsun adamı; eski bir polis, mafyayla yüzleşen, ajandır, çocuğunu almak ister... Bunlar harika zeminler, ama o adamı, albayıyla konuşan, Oğuz Atay’ı ezberden okuyan adamı o dünyaya attığın zaman işin rengi değişmeye başlıyor.

Poyraz'ın en korktuğu şey sevgisizlik

Poyraz, hayatındaki en büyük tehlikelere, garip durumlara, hatta mafyalara ve ajanlara karşı bile cesurca mücadele ederken, aslında en çok korktuğu şey sevgisizlik, yalnızlık ve terk edilmek. O, parmağında her şeyi oynatabilen, türlü tuzaklar kurabilen biri. Ama duygusal dünyasında o kadar çaresiz, güçsüz ve kırılgan ki, tutunacak birine, bir şeye ihtiyacı var. İşte bu noktada Albay devreye giriyor. Albay’ın varlığı, Poyraz’ın duygusal açmazlarından kurtulabilmesi ve daha geniş bir zemine açılabilmesi için çok önemli. Çünkü o, Poyraz’ın duygusal dünyasında en güvenebileceği ve sığındığı tek liman.

İlker Kaleli, Poyraz Karayel dizisinde Sinan karakterini canlandıran Ataberk Mutlu'yla olan ilişkisini şöyle anlattı:

Sinan karakteri, başta gayet iyi gidiyordu, çok şükür annesine çekmişti bazı konularda, hatta babasını da yadırgıyordu. İlk karakteri kurmaya başladığımda, Sinan bana iyi bir referans oldu, özellikle Poyraz’ı anlamada. Sinan’ın babası olmak, hikâyenin içerisinde hem entegre olması gereken, hem de komedisinin çıkması gereken bir durumdu. Bununla birlikte, baba-oğul arasındaki sıcak ilişkinin gerçek olduğunun seyirci tarafından hissedilmesi gerekiyordu. Ben de ilk başta, Sinan’ı oynayan Ataberk’le ilişki kurmaya başladım. Ataberk’in yüzünde, gözlerinde bana benzeyen yerler var mı diye baktım. Burnunun şekli, göz kenarları, derken bir şeyler hissetmeye başladım. İlk sahneyi çekerken, "Ne tatlı, bana benziyor!" diye düşündüm. O anda, aslında kendimi, sekiz yaşındaki halimi görüyordum. Bir çocuğun tek başına kalması, tek bir koruyucu olmaması, ve onun yaşadıkları bana çok yakın geliyordu.

Bir çocuk olarak benim başıma gelmiş olan şeylerin bazılarının onun başına gelmemesi için ne yapardım diye düşündüm. O zaman, içimde bir koruma içgüdüsü gelişti. Bir anne-babanın çocuğuna karşı hissettiği o savunma, koruma duygusunu hissetmeye başladım. Artık sahnelerde Ataberk’le, yani Sinan’la, aramızda başka bir bağ oluşmuştu. O bağ, sadece bir baba-oğul ilişkisini değil, bir koruma içgüdüsünü de barındırıyordu.

"Tarih sence de sadece mutsuzları mı yazar?"

Tabii, ama bence tam olarak öyle değil. Mutsuzlar tarihin sayfalarını çevirir, güçlüler ise yazıyı yazar diyebilirim. Poyraz’ın Ayşegül’e olan aşkı, hastalıklı bir aşk değildi; merkezini çok derin bir yalnızlık oluşturuyordu. Poyraz aslında bir aile sahibi olmaya çalışıyor, sevilmeye, takdir görmeye, işe yaradığını ve mutlu olduğu bir yerde var olmayı arzuluyor. Aşkı, belki de bir kurtuluş, bir sığınak gibiydi.

Aslında o "nefret edeceksen de benden et" dediği sahne, mesela kağıt üzerinde okuduğunda, "Bu ne kadar rahatsız edici bir adam" diyebilirsin. Ama burada önemli olan, bu sözün nasıl söylendiği, ne zaman söylendiği ve hangi durumda söylendiğidir. O sahne, o ilişkinin devamı için çok önemli bir mihenk taşıydı. Şimdi, bu lafı düz bir şekilde, gözünün içine bakarak ve kısık bir sesle söylesen, kadının hemen kaçması gerekirdi; "Bu adam büyük bir bela çıkaracak" diye düşünebilirdi.

Ama o sahnede, Poyraz bunu gözyaşları içinde, güçlü görünmeye çalışmadan, içindeki duyguyu tüm çıplaklığıyla göstererek söyledi. O zaman ben, duygusunun arkasında duran, buna gerçekten inanan ve bunun olmasını isteyen bir adam görüyorum. O yüzden "hastalıklı" diyemem. O bir insanın derin yalnızlığının, çaresizliğinin, var olma arzusunun dışa vurumu.

Aşk:  Kendinden soyunma halidir

Aşkın türlü türlü hali var, biliyorsun. Tabii ki, yaşadığını ve ne hissettiğini, seni bağlayan bir şeydir. Bana göre, aşk, bir nevi kendinden soyunma hali. Çünkü gerçek aşk, sadece kendini değil, karşındakini de içten içe kabul etmeyi, ona kendini açmayı gerektiriyor. Aşk öyle her an, her yerde olan bir şey değil; özellikle belli yaşlardan sonra, insan karşındakinin mutluluğuyla gerçekten mutlu olabiliyorsa, önce "ben" demek yerine "önce sen" diyebiliyorsa, korkudan ödün verip bir adım geriye gitmek yerine karşındakiyle durabiliyorsan... İşte o zaman, aşkın en gerçek halini yaşıyorsun demektir. 

Ve bu karşılıklı bir şekilde yaşanıyorsa, o aşk, dünyadaki sayılı en güçlü duygulardan biridir. Hem bedenen, hem ruhsal olarak iki insanın birbirine en derin bağla bağlanması, birbirlerinin en kırılgan yerlerine dokunması demek. Bence işte bu, aşkın en yüksek hali.

Haber/ Elif Garip

Tarık Mengüç: Bana varoşların Tarkan'ı diyorlardı Tarık Mengüç: Bana varoşların Tarkan'ı diyorlardı

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }