Suat Umutlu
Geleceğin dünyasını kurgulayan ve şimdiden yaşamaya başlayan Çin...
Nurettin Akçay anlatıyor:
"Kafaları telefonlara gömülü şekilde yürüyen insanların arasındayım...
Sistem, teknoloji kullanımını öyle ciddi teşvik ediyor ki uzak kalınamıyor ve geleceğimiz toplumun nasıl kontrol edilebileceği üzerine kurgulanmış ...
Vatandaşların davranışları “sosyal güven” başlığı altında sıralanıyor ve puanlama sistemine göre ödül veya ceza veriliyor... İşte,harcama alışkanları, sosyal medya kullanımı, arkadaş çevresi gibi unsurların dahil olduğu bir algoritma kullanılıyor...
Basitçe anlatmak gerekirse; bankaların kara listesi olduğu gibi artık devletlerin de kara listeleri olacak.
Örneğin Çin vatandaşları iyi ya da kötü vatandaş olarak sınıflandırılacak...
Hayal edin, sokağa çıktığınız andan itibaren her anınız gözetleniyor,yaptığınız her şey algoritmalarla çözümleniyor ve sizlere de puan veriliyor, tüm ülkeyi sarmalayan yapay zekâ destekli 200 milyondan fazla kameralar ile ... Bu kameralar yüz tanıma sistemine sahipler...
Size, bilim kurgu gibi gelse de her şey gerçek, bu
sistem aynı anda yüzlerce kişide psikolojik analizler de yapabiliyor...
Kamera görüş alanında bulunan bütün insanları tanımlıyor. Sakin mi sinirli mi olduğunu, yüzündeki mutluluk oranını, üstünde nasıl bir elbise olduğunu, saç rengini, cinsiyetini, adını soyadını hatta ırkını bile anında tespit edebiliyor. Sistem herkesi izliyor, tanıştıkları diğer kişileri belirliyor ve iki hafta boyunca takipte kalabiliyor.
Üstelik sistem sadece yüzünü gördüğü kişileri değil, arkası dönük ve çok uzakta bulunan kişileri de tanımlayabiliyor.
Bunu da şahsın hareketlerinden anlıyor. Herkesin yürüme şekli, kol ve bacak koordinasyonunun farklı olduğu bilgisi üzerinden hareket eden sistem, gün içerisinde herkesten topladığı bilgileri bir havuzda topluyor.
Kısacası Çin, şimdiden geleceği yaşıyor ve çok yakın zamanda bu deneyimleri tüm dünyaya yayılacak ki, devletin birey üzerinde kontrolünün arttığı ve her anımızın gözetlendiği bir gelecekle karşılaşacağız.
Bugün yaşanan bu salgın demokrasi ve insan hakları gibi itirazlarla bu sisteme karşı çıkanları da susturacağa benziyor, çünkü hepimiz bunların gerekli olduğuna inandırılacağız...
George Orwell’in kült romanında 1984’de geçen bir pasaj;
Biz, zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız.
Bize kendi isteğinle uymalısın.
Biz bize başkaldıranları yok etmeyiz.
Akıllarını ele geçirip değiştirir, yeniden biçimlendiririz...
Ondaki tüm kötülüğü yok eder, onu yalnız görünüşte değil, tüm gönlü ve tüm ruhuyla kendi tarafımıza çeker, sonra öldürürüz."
Güçlü olmak bu olsa gerek ...
***
İnsanız, öyle değil mi!
Mesut Tim, bunun bilincinde miyiz diye soruyor.
"Hepimizin bu dünyaya bir geliş amacı var.
Kimimiz ömrünün son nefesine kadar bunun farkına varmaz...
İnsan olarak geldik diyoruz lakin insan olarak yaşamayı biliyor muyuz?
Yaşam amacımızın farkında mıyız?
İnsanın ne olduğunu biliyor muyuz?
Çok çok azımız farkında...
Amacımız öncelikle insan olmak ve kardeşlerimize de rehberlik etmek...
Hölderlin, 1780'li yıllarda yazdığı Hyperion kitabının bir yerinde şöyle yazıyor...
"İnsanlar yaşadığı ortamı kolaylıkla cennete çevirebilecekken, onlar zoru seçiyor ve yaşadığı ortamı cehenneme çeviriyor. Halbuki, çevresindeki insanları hiç olmazsa kendi düzeyine getirebilse insanoğlu, orası onun cenneti olacak..." gibi...
**
Barış ve huzur içinde yaşama ülküsü...
Yaşamın cehenneme dönüşmesi mi...
Aşkım Tan, barış ve huzur niye bozuluyor derken insan olmaktan çıkılmasını öne çıkarıyor ve diyor ki;
Bertold Brecht’in bir sözü ;
Ama barış ağaç değil,
Ot değil ki yeşersin
Sen istersen olur barış,
İstersen çiçeklenir.
Günümüzde barıştan söz edebilmek mümkün mü?
Sevgiden, anlayıştan uzak, insanın insana kırdırıldığı bu evrende barışa ve huzura hasretiz.
Dünya barışını sağlamak ve çatışmaları durdurabilmek için çeşitli kültürler, görüşler ve inançlar arasında anlayış, hoşgörü ile sağlanmalıdır.
Kendime sormadan edemiyorum: “Savaşları bir kenara koyacak olursak; insanlık insan olmaktan çıkıp nasıl bir yaratığa dönüştü ki, canlı cansız her yere ve her şeye şiddet uygulayabiliyor?”
Çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar, öğrenciler, hatta tüm meslek gruplarının mensupları, dahası hayvanlar, hatta doğa doğrudan şiddete maruz kalıyor.
Şimdi biz soralım bizi temsil edemeyen vekillere: “Nedir bu şiddet ve bu celal?”
Hiçbir toplum bu türden basit siyaseti hak etmez, Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Yurtta sulh, cihanda sulh” günleri hayal bile olsa, kendimizden başlamaya ne dersiniz?
Unutulmamalıdır ki fillerin tepişirken çimlerin ezildiği toplumlarda bilinçli olarak aşılanan düşmanlık duygusu filler için kazanç, çimler için kayıptır.
****
Yaşama bakış açımız ne olmalıdır?
Geleceği yaşayabilmek için ne önemli yada ne yapmalı noktasında , küçük görünen ancak büyük bir bakışa örnek....
Aziz Nesin ne diyor;
"Maaşımı her aldığımda, mahallemdeki çocuklarında payını ayırırım
Kel Yusuf'un
Tembel Gülsüm'ün
Haylaz Murat'ın
Enayi der konu komşu bana
Desinler;
Onlar bir çocuğun vazgeçilmez sevincindeki sırrı ne bilsinler.
Olurda ölürsem birgün,
Çocuklar en çok nereye ayak basıyorsa beni oraya gömsünler.
Yaşarken yüreğinde taşıdı,
Ölürken'de sırtında taşıyor desinler."
Sahi, bizim sırtımızdaki yük neydi?
Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapan değil midir... Görevimiz bitti mi?
**
Peki bizler neyi nasıl gördük ve yaşayıp göçüyoruz bu yaşamdan... Duvardaki resim, defterdeki el izi ya da mezar taşındaki belli belirsiz bir isim miyiz?...
Düşün bir kez...
Tamer Dursun diyor ki;
"Aslında onlar ta başından beri doğru değillerdi ama sen onları doğru görmek istedin. Çünkü buna ihtiyacın var. Görmüyorsun sen, bakıyorsun!
Kendini kandırmaktan vazgeç. Hep seni bulan kötüler ve yanlışlar yok. Sadece yalnız kalmayasın diye telaş içinde kendine çağırdıkların ve sarıldıkların var.
Tam da bozuk saatlerin doğru zamanı gösterdikleri bir anda, ''İşte bakın, bu doğruyu gösteriyor.” diyerek kendine yalanlar söyleyen sensin.
Onlar bozuk saatler ve sen saat tamircisi değilsin!
Boşuna yorma özünü.
Gör.
Bakmak yetmez dostum, gör!"
*
Geleceğin dünyası, insan olabilmek ve barış....
Bir tarafta Çin'den başlayıp yayılacak teknoloji ve insani değerlerin sonu da olacak bir kölelik sistemi kapıda...
Diğer tarafta biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dünyadaki yeri ve anlık haleti ruhiyemiz...
Kısaca millet olabilmekten bahsedelim.
Sedat Demirkaya ne diyor;
"Milletlerin omurgasını önemli ölçüde din oluşturur.
Evde, ailede, çarşıda maddi ve manevi konulara, sohbetlerde yaşanan değerlere yalan, hile ve haram katılıyorsa durum vahimdir.
Dinde eksen kayması, millî değerlerden sapma ölümcül bir hatadır. Liderler ve siyasi partiler bugün var yarın yok! Bu yüzden büyük davaların en etkili takipçisi sadece dinlerdir.
Selçukluya, Osmanlıya, Türkiye'ye ve Türklüğe haçlı seferlerinden beri Batı ülkelerinde beslenen düşmanlığın mayasını Vatikan ve Patrikhanede aramak gerekir.
Bir Müslüman kanaat önderi;
" MEHDİ OLMADAN DÜŞMANA KURŞUN SIKMAK CAİZ DEĞİLDİR..." diyebiliyorsa durumun ciddiyetini varın siz düşünün!
1919'da İstanbul'da İngiliz donanması varken Mustafa Kemal, Yunan İzmir'e çıkarken Hasan Tahsin, Maraş'ta Fransız zulmüne karşı Sütçü İmam emir ya da fetva mı bekledi?!
Peki işgalci Yunan’a kurşun attırmayan Yund dağı çevresindeki köylerin şeyhi kimdir bilir misiniz?
Yunan’a kurşun atmayıp da, Yunan’a direnmeyen ve direnmeyi de önleyen, bu şeyh 11 sene Devletine baş kaldıran. Giritli, Nakşibendi tarikatından Derviş Mehmettir.
Menemen’de Kubilay’ı vurup sonra da başını kesen bu haini Atatürk ipe çekmiştir..
Önce gönülleri sonra vatanımızı Cennete çevirmek istiyorsak milli davalarda Türk milletinin aklına ve gönlüne çimento dökülmesine karşı en ön cephede din adamlarımız olmalı ve ahlaklı bir toplum olmak için, taşları yerli yerine koymak için en önde onlar mücadele etmelidir ama..."
Din denilince ne anlıyoruz, biraz sorgulamak gerekmiyor mu? Salt toplum olabilmeyi, millet olabilmeyi, barış ve huzuru sağlayabilmeyi mümkün kılabilir mi?.. Dinimiz İslâm, ama ..
****
Bir din olarak İslamiyet...Bizde nasıl görülüyor, bunun değerlendirmesini Yavuz Alogan yapıyor.
"Yakın dönemin tarihsel tecrübesi siyasî İslam’ın Devlet yönetme, İslamî bir demokrasi ya da diktatörlük kurma kapasitesinden yoksun olduğunu kanıtladı.
Türkiye’de İslamcılar yirmi yıl iktidarda kaldılar, Devlet’in bütün kurumlarını yıktılar fakat yenisini kuramadılar. Çıkarlarını temsil ettikleri sınıf bizzat yarattıkları cemaatçi lümpen burjuvaziden ibaret.
AKP’nin bunca zaman iktidarda kalma sebebi; ekonomide neoliberal kapitalizmi abartılı, sınırsız ve ölçüsüz biçimde uygulamak...
Cemaat ve tarikat şebekelerine aktarılan devlet kaynaklarıyla geniş bir yardımlaşma ağını örgütlemesi...
Ulaşılması gereken ayrı bir İslâm medeniyetinin varlığına ilişkin iddialar ve dinî söylemi ise ideolojik bir propagandadan ibaret.
AKP seçmeni dâhil halk kitleleri gerçeği gördü. Siyasî iktidarın eylemi ile söyleminin farklı olduğunu, ülkeyi yönetemediğini, politikacıların ikiyüzlü ve paragöz, tarikat ve cemaatlerin zengin ve bencil olduğunu, dayanışma ağlarıyla oy ticareti yapıldığını, toplumun dinle aldatıldığını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anladılar.
Günlük hayatın içinde insanlar rejimin yarattığı anominin (geleneksel değerlerin ve toplumsal bağların çözülmesi) ve derin yozlaşmanın hedefi olduklarını, topluca tepki göstermedikleri sürece yaşanan rezilliğin ortağı olacaklarını da gördüler.
Gördükleri, anladıkları hakikati ya kabullenecekler ya da isyan edecekler.
Şunu unutmamak gerekir: Saray Rejimi ülkeyi buhrandan çıkaramayacak kadar zayıf fakat siyasî toplumu manipüle edecek kadar güçlü fakat korktukları tek bir şey var: sosyal patlama... Hesap günü!
Saray Rejimi zamanını doldurdu, altı boş. İktidar çevrelerinde, hatta Saray’ın içinde bile söylem birliği yok. Şaşkınlık ve çaresizlik var.
Muhalefetin korkaklığı, acizliği, yanılsamaları ve elbette dış destek sayesinde ayakta duruyor, ömrünü uzatmaya çalışıyor.
Tartışılması ve düşünülmesi gereken soru ; siyasî iktidar makamı nasıl boşalacak, orayı kimler, hangi programla dolduracaklar? Toplum Sözleşmesi nasıl yapılacak?"
Bekleyip göreceğiz... Barış ve huzuru özledik...
*
Yıllardır yaşadıklarımız nedir?... Benim, senin, onun...
Hep umut içinde inşallah, maşallah derken, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirdik mi?...
İsterseniz biraz özet olsun, Ahmet Zorlu gibi umutsuz olmayalım, çare her zaman bulunur diyelim.
Ahmet Zorlu diyor ki;
"Artık farkındayız, siz de farkındasınız.
Bu sistem, bu milleti yok etme temeli üzerine bina edildi.
Ormanlarımız, kıyılarımız, Milli Varlıklarımız, kadınlarımız, çocuklarımız, aydınlarımız hoyratça yok edildi, ediliyor.
Yeni doğan çocukların hayatı üzerinde bile çıkar çeteleri kurdular.
Sabi, Sübyanı seks objesi haline getiren ahlaksız, kirli bir düzendir bahsettiğim...
Gittiğiniz hastanede doktor size müşteri gözüyle bakar hale geldi.
Çocuğunuzun sağlıklı eğitim almasını istiyorsanız, varsa evinizi satıp onun parası ile okutabilirsiniz özel bir eğitim kurumunda.
Yok buna imkanınız yoksa, cahil bir kişi daha eklediniz demektir ülke nüfusuna.
Ağzınızla kuş tutsanız, 2 üniversite bitirseniz, 3 yabancı dili ana diliniz kadar güzel konuşsanız bile, bir AKP Yöneticisinin kartı yoksa cebinizde 5 pare etmiyor diplomalarınız, bildiğiniz yabancı diller.
Dünyanın Kırmızı bültenle aranan Uyuşturucu Baronları artık ülkede seçkin muhitlerin villa sakinleri ve sahipleri.
Ceplerinde de Türkiye Cumhuriyeti Kimliği taşıyorlar.
Bizimkiler de onların ülkeye yaydıkları zehirle tanışan ilk ve orta talebelerine rehabilitasyon merkezleri kurmakla övünüyorlar.
Yani iktidar politikalarının yarattığı bataklıkta sivrisinek avlayacaklar.
Asgari ücretli, emekli hatta memur ve işsizler tek bir kaygı ile yaşamaya başladı ülkede, o kaygının adı beslenme, o kaygının adı barınma, o kaygının adı sağlık.
Yani taş devrine döndük.
Beşli çeteler sayesinde paramızı...
Korunup kollanan uyuşturucu baronları sayesinde gençliğimizi, geleceğimizi...
Yargı sayesinde masumun suçlu, suçlunun masum sayıldığı mekanizma ile Adalete olan inancımızı... Korunup kollanan katiller, caniler ve dinbazlar yüzünden de kadınlarımızı, çocuklarımızın geleceğini çaldılar..
Partili Başkanlık Sistemi denilen ve bu güne kadar başka hiçbir ülkede denenmemiş bu sistem, henüz 10 yılını doldurmadan ülkemde, zehir kusmaya başladı.
Gün geçmiyor ki, yeni bir skandal, insanlığımızı sorgulatacak boyutta yeni bir cinayet, yeni bir çete haberi, yeni bir yürek yakan intihar vakasına uyanmayalım.
Teslim aldıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tanınmaz hale getirdiler.
Ne ordumuz eski ordu, ne yargımız eski yargı, ne kamu düzenimiz eskisi gibi sağlıklı.
Bir kamu kurumuna gittiğimizde eskiden, sizi karşılayan devlet görevlisini kılığından, kıyafetinden bilirdiniz.
Şimdi ise kamu kuruluşları semt pazarı gibi, kimin satıcı, kimin alıcı olduğu, yani kimin iş takibi için geldiği, kimin devlet görevlisi olduğu belli değil.
Kısacası güzelim ülkeye demokrasi getirmek, özgürlükleri güvence altına almak misyonu ile iktidar edilen bu anlayış, emir komuta merkezinin talimatlarını harfiyyen uyguluyor ve devasa bir ülkeyi adım adım yok ediyor.
Çare olması gerekenler, çare olacaklarına inandıklarımız ise hala bu iktidarın yelkenine rüzgar olmanın ötesine geçemiyor.
En can yakıcı sorunlar, toplumun yaşadığı ahlaki erozyonu hızlandıran uygulamalar, cehaletin kökleşmesine yönelik çalışmalar, ülkenin demografik yapısını değiştirecek gelişmeleri konuşmak yerine, iktidarın gündemde tuttuğu meselelerle avunup duran bir muhalefet yapısı var maalesef.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılı için, hiç olmadığı kadar karamsar, hiç olmadığı kadar endişeliyim güzel ülkem ve Aziz Milletim için..."
****
Korku ve endişeye mahal yoktur, karamsarlık bize göre değil.... Damarlarımızda ki asil kan yok mu oldu...
Metin Aydoğan diyor ki;
"Türkiye’nin içine bulunduğu olumsuz durumdan kurtulması için ne önerdiğimi soruyorlar.
Çıkış yolu vardır ve elimizin altındadır. Kendi gücümüze dayanarak; dış isteklere, siyasi ve ekonomik oyalamalara izin vermemeliyiz... Gerçek dışı sanlar, aldatıcı sözvermeler ve sanal ereklerle halkın kandırılmasını önlemeliyiz.
Bunun tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni öğrenmek ve buna göre davranmaktır…
Türk Devrim ilkelerini güncelleştirip Atatürkçü politikaya dönmek için, ilk elden şunlar yapılmalıdır:
* Tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı toplumun ortak iradesi haline getirilmelidir…
* ’Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne son verilmeli, halk oylamasıyla yeniden temsili demokrasiye dönülmelidir…
* Hukuk düzeni yenilenmeli, yargı bağımsızlığı sağlanmalıdır, ‘mülakatla’ işe alınan tüm devlet görevlileri ise yeniden sınava alınmalıdır…
* Kamu Yönetiminde atamalar liyakat üzerine oturtulmalıdır…
* Eğitimin birliği sağlanmalı; eşit, parasız, ulusal ve laik eğitim ilkokuldan üniversiteye dek her düzeyde gerçekleştirilmelidir.
* Üniversiteler ve TRT özerkleştirilmeli, akademik prosedürü yetersiz öğretim üyelerinin üniversiteyle ilişkisi kesilmelidir.
* Ordu siyasetten arındırılmalı, iç işleyişinde özgür kılınmalıdır. YÖK’e bağlı ‘Milli Savunma Üniversitesi’ kapatılmalı; Harp Okulları, Askeri Liseler ve Harp Akademisi yeniden açılmalıdır. Ordunun sağlık ve hukuk kurumları Genelkurmay’a geri verilmelidir…
* Üretim ekonomisine geçilmelidir. Bunun için ulusal sanayi ve tarım programları hazırlanmalı...
* Özelleştirilen kamu işletmeleri üretim alanındakilerden başlamak üzere devletleştirilmelidir…
* Sanayi yatırımları yapılmalı, ulusal tarım politikasıyla iç göç önlenmelidir.
* İşsizliğe kısa dönemde çözüm olmak üzere kitlesel iş sahaları açılmalıdır…
* Vergi düzeni yenilenmeli...
* Dış ticaret, madencilik, iletişim, enerji üretim ve dağıtımı devletin denetimine alınmalıdır…
* Yabancılara yapılan satış ve kiralamalar iptal edilmeli, yabancılara toprak satışı yasaklanmalıdır…
* ’Orman vasfını yitirme’ adıyla kamu mülkiyetinden çıkarılan orman alanları kamulaştırılmalı, su havzaları ile tarım alanlarındaki yapılaşma durdurulmalıdır…
* Yerli malı kullanma özendirilmelidir…
* Devlet borçları yeniden yapılandırılmalı, ödemeler uzun vadeye yayılmalıdır…
* Batı’yla ilişkiler eşitlik ilkesine bağlı kalınarak yenilenmelidir...
* NATO’dan çıkılmalıdır…
* Komşularla iyi ilişkiler yeniden sağlanmalı, Suriye’nin toprak bütünlüğü desteklenmelidir…
* Suriyeli sığınmacılar ülkelerine geri gönderilmelidir”.
Bunları yapmak işin başlangıcıdır. ‘Buzdağının görünen yüzünü’ görmektir. Atatürk’ün kurduğu düzene ulaşmak, onun yoluna girmek kolay değil. Uzun soluklu çetin bir mücadeleyi göze almayı gerekli kılıyor. Bunun için de örgütlenmek gerekiyor. Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurmanın başka yolu yok. Bunun bir bedeli var kuşkusuz. Ancak bilinen bir gerçektir ki, bedel ödenmeden gönenç elde edilmiyor. ‘Mustafa Kemal’in askeri’ olmak kolay değil...
***
Son söz Gürcan Banger'den;
"Kişi, önce ne istediğini bilmeli. Çünkü kararsız kaldığımızda zamanı durdurmuş olmuyoruz. Zaman, kendi ruhuna uygun biçimde sorgusuz sualsiz akmaya devam ediyor.
Ne istediğini bilmek de yetmez, bazen ..
Aynı zamanda onu neden istediğimizin de bilincinde olmalıyız ve çevremize de anlatabilmeliyiz.
Düşünmenin yararlarından birisi de kendimizi daha iyi tanımak olacaktır, aksi halde değişim ve gelişim konusunda da sağlam adımlar atamayız...
Seçmek, seçmediklerini reddetmektir. Bu nedenle neyi istediğimiz kadar, neyi istemediğimizi de bilmeliyiz. "
____
Derleme..
Nurettin Akçay, Mesut Tim, Aşkım Tan, Tamer Dursun, Sedat Demirkaya, Yavuz Alogan, Ahmet Zorlu,Metin Aydoğan ve Gürcan Banger'e teşekkürler...