Değerli okuyucularım kuşkusuz hepinizin de bildiği gibi dünya ve Türk tarihinin en önemli olaylarından biridir, Çanakkale Savaşı.
Çanakkale Muharebeleri dünyanın en büyük ordularının, kara, hava, deniz ve denizaltı unsurlarıyla saldırıları karşısında çok sıkıntılı bir dönem geçirmekte olan Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirmiş olduğu büyük direnişi simgeler.
Bu direniş başta Mustafa Kemal olmak üzere silah arkadaşlarıyla birlikte eli silah tutan Türk evladının vatan sevgisiyle, kanı pahasına zaferle taçlanmıştır.
Ne yazık ki o büyük direnişi yapan atalarımızın torunları bugün bu vatanı karış karış talan etmeye sanki ant içmiş.
Başta belediyeler olmak üzere kamu kuruluşlarındaki talan hat safhaya ulaşmış durumda. Burada saymaya kalksak sayfalar yetmez. İlerleyen günlerde onlara da tek tek değineceğiz. Bugün anlatacaklarım başka.
Bugün ülkede yaşanan yağmadan, talandan pek bahsetmeyeceğim.
Bugün bir babanın oğlunu askere göndermemek için binlerce lira para harcamasından, makam ve mevkiini kullanarak oğullarının ‘sağlık problemi var’ raporuyla askere yollamamasından da bahsetmeyeceğim.
Bugün size cephede 16 yaşında şehit oğlundan helallik bile alamayan bir kahraman babadan bahsedeceğim:
Şu bildiğiniz kamu kuruluşlarında görevli bazı babalara benzemeyen, yüreği vatan ve millet sevgisiyle dolu Doktor Tarık Nusret’ten bahsedeceğim.
Doktor Tarık Nusret
“Bundan tam 108 yıl önce. Bir millet vatan müdafaasında bir çığır açıyor ve emsali görülmemiş bir fedakârlık örneği sergiliyordu. Türk Milleti. Peki sizce Çanakkale Savaşı’nda yokluğu en çok acı veren, olmazsa olmaz olan şey neydi? Tüfek mi? Yiyecek mi? Su mu? Battaniye mi? Evet bunların hepsi olmazsa olmazlardandı belki ama yokluğu kelimenin gerçek anlamıyla en çok acı veren şey ağrı kesicilerdi. Morfin.
Cephe gerisine kurulan Sahra Hastanesi’ne her gün binlerce yaralı Mehmetçik getiriliyordu. Hatta bazen bu sayı on binleri buluyordu. 6-22 Ağustos tarihleri arasında sadece şehitlerin sayısı bile 18 bini geçmişti. Yaralıların sayısı ise 30 bini. Kurulan sıhhiye çadırları yaralılarla dolup taşmıştı. Doktorlar, sıhhiyeciler, hemşireler günlerdir uykusuz görev yapıyor, sadece yaraları sararak hizmet vermeye çalışıyorlardı. Ellerindeki az miktarda bulunan morfini sadece kurtarabilecekleri, eğer ki ameliyat edilirse yaşatabilecekleri askerlere veriyorlardı. Kurtarılması zor hatta imkânsız olan askerleri ise çadırın dışında bir alanda topluyorlar, kolu kopmuş, bacağı kesilmiş, iç organları dışarı çıkmış olanları ameliyat edemiyorlardı. Çünkü bu hem hekimlerin zamanını hem de kısıtlı imkanları tüketmek demekti. Amaç eldeki sınırlı olanaklarla, çok sayıda yaralıyı kurtarıp, askerlerin belki de yıllar sürecek olan savaşa yeniden katılabilmelerini, cepheye dönebilmelerini sağlamaktı.
Doktor Tarık Nusret görevli olduğu cephede, gelen her yaralıyı sıhhiye çadırının hemen girişindeki bir masa üzerinde değerlendiriyor ve hayatının en zor günlerini yaşıyor, en zor kararlarını veriyordu. Sıhhiyecilere çok kötü durumda olanları çadır dışında bir açık alana götürmelerini söylüyor, ayaktan gelenleri de hemşirelerin bakımına gönderiyordu. Ameliyat edildiğinde kurtarılabilecek olanlara hemen bir ağrı kesici iğne yapıp, arkada bulunan ameliyathaneye gönderiyordu. Ama ne var ki herkesin ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Ölecek de olsa o bir candı. Mehmetçiğin son anlarını acı içinde kıvranarak geçirmesi herkesin canını çok yakıyordu. En çok da Doktor Tarık Nusret’in. Ama yapamazdı, herkese ağrı kesici yapamazdı. Çünkü ilaç çok azdı.
Sürekli olarak doktorun önüne yaralı askerler konup, kaldırılıyordu. Sırada bir sürü asker sedye üzerinde beklediğinden dolayı hızlı bir şekilde muayene yapılıyordu. Bu sırada doktorun önüne 16-17 yaşlarında yaralı bir asker daha getirildi.
Doktor Nusret: “Bu yaralıyı da arkaya götürün” dedi.
Ağır yaralı askerlerden biriydi. Bacaklarından biri kopmuş, bağırsakları dışarı çıkmış çok kötü durumda olanlardan biri.
Görevliler tam kaldıracakken asker kısık, inleyen bir sesle: “Baba, baba benim dedi. Ben Tahsin!”
Doktor Nusret, masada ağır yaralı bir şekilde yatan, yüzü gözü toprağa ve kana bulanmış askerin yüzüne dikkatlice baktı. Dehşete düştü. Masada yatan öz oğlu Tahsin’di. Doktor, aylardan beri cephede olduğu için evden haber alamıyordu. Savaşın verdirdiği ağır kayıplar her gün binlerce yeni askerin cepheye çağrılmasına neden oluyor ve eli silah tutan her genç adam seferberliğe katılıyordu. Doktor Nusret’te oğluyla aynı cephede savaştığını o anda öğreniyordu. Oğluna doğru eğilerek ona sarıldı, hıçkırıklara boğuldu. Ciğerparesine son bir defa ümitsizce baktı. Sırada bekleyen yaralılar her geçen dakika artıyordu bu yüzden kaybedecek zaman yoktu.
Sıhhiye erlerinden birini çağırarak emir verdi: “Oğlumu arkaya götürün, ağacın gölgesine yatırın” dedi. Morfini yapmadı.
Doktor görevine devam ederek arkadan gelen yaralılarla ilgilenmeye başladı. Sıhhiyeler doktorun oğlunu alarak bir gölgeye yatırdılar. Masaya hemen bir yaralı Mehmetçik daha yatırıldı. Sonra bir tane daha ve bir tane daha…
Aradan biraz zaman geçmiş ve doktor görevini diğer meslektaşına devretmişti. Hemen arkaya ağır yaralı askerlerin olduğu bölgeye gitti. Ağacın gölgesinde yatmakta olan oğluna doğru yaklaşıp baktı. Çoktan şehit olmuştu. Doktor oğlunun cansız bedenine sıkıca sarılıp ağlamaya başladı. Diyeceği tüm sözler boğazına düğümlendi. Oğlundan bir helallik bile alamamış, ona veda edememişti. Son anlarını acı çekmeden yaşaması için gereken ağrı kesiciyi bile yapmamıştı. Yapamazdı çünkü biliyordu ki ameliyat edilse bile yaşamazdı. Onun görevi elinde az bulunan ağrı kesiciyi hayatta kalabilecek olanlara kullanmaktı. Evladı da olsa vatanın her şeyden daha mühim olduğu tartışılmazdı.”
İşte bu vatan böyle fedakarlıklar sonucu kazanılmış. Umarım devletin ve kamunun malını talan edenler Doktor Tarık Nusret’in fedakarlığından ve özverisinden utanırlar…