Toplumsal Kürsü

Biz ve onlar... Dış'ın düşü varsa iç'in gücü vardır...

Toplumsal okuru Avukat Suat Umutlu, Profesör Dr. Cihan Dura'nın yazılarından derlediği incelemesinde 18'inci yüzyıldan 15 Temmuz 2016'ya, Türkiye tarihini emperyalizm ve işbirlikçilerinin faaliyetleriyle birlikte ele alıyor...

Turist Johnny, Trabzon'da karşılaştığı Temel'e derdini anlatsa da hatta İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Arapça konuşsa da cevap alamayıp biçare uzaklaşırken Dursun'un, hayret ederek "Kaç lisan biliyor, ya biz ...!" dediğinde Temel'in cevabı "Ula Dursun bilmesine bilir de, ne işe yaradı..." şeklinde olur. 

Johnny'nin başarısız kalıp çıkamadığı labirentten, hani Dursun demiş ya, "BİZ....!" diye çıkabilir miydik?
Gerçekten  NE YAPTIK  ya da YAP(A)MADIK?...
Bireyin de, devletin de çağdaş, temel değerleri vardır... Acaba şimdilik dursun, boşverin mi denilmiştir,
sor bi'kez kendine...
 *
On sekizinci yüzyıl sonlarına gidelim.
Osmanlı Devleti Fransız elçisinin gözünde “Fransa’nın bir sömürgesi”dir! 
Yüz yıl sonra ise İngiliz büyükelçisi, “Osmanlı İmparatorluğunu öyle yakından denetliyoruz ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir” diyor.

İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi; eski olan ne varsa, ortadan kaldırıyor, zayıf devletleri “nüfuz alanına” alıyor ve sömürgeleştiriyor... Sömürge demek, yeni pazar ve ucuz hammadde demekti.

O yıllarda ekonomik ve siyasi yapısı itibariyle, Osmanlı Devleti hem büyük hem de kolay yutulur bir lokmaydı. İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya Osmanlı’yı parselleme sürecini hızla hayata geçirdiler.
12 Şubat 1856 tarihli Times: “Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir ülke var. Batı’nın sermayesi bu ülkeye girebilir ve ona sahip olabilir.” diye manşet atıyor...

1858’de ki Arazi Kanunu ile Avrupalı uzun süredir talep ettiği bir imtiyazı daha koparmış, yabancılara toprak mülkiyeti hakkı... 

Avrupa’nın taleplerine sürekli boyun eğen Osmanlı 1838’de ülkeyi serbest ticarete açmıştı. O zamana kadar yıkım daha çok kentlerde idi artık  kırsal bölgeler, köyler de  kapitalizmin yıkımına açılıyordu.

Osmanlı Devleti aynı zamanda dış borç bağımlısı... Borç vermeme tehdidinde bulunan Avrupa’nın baskısıyla, 1863’de kurulan Osmanlı Bankası...Böylece İmparatorluğun para politikası da Avrupa denetimine geçti. 

Ekim 1879’da İngiliz donanması İstanbul önlerinde… Talepleri, Osmanlıların dayatmış oldukları reformlara devam etmesi…

Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi... Berlin Antlaşması’nın ardından, Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İdare, Osmanlı Devlet gelirlerinin yüzde 20-32 arasında bir kısmına el koyması karşılığında Osmanlı borçlarının konsolidasyon işleminin yapılmasını sağladı

Ve anlı şanlı Osmanlı Devleti, Muharrem Kararnamesi ile Avrupa’nın ekonomik vesayeti altına girdi.
Avrupa Düyun-u Umumiye ile, Osmanlının mali bağımsızlığını tümüyle elinden almış oldu...

1900’lü yıllar.... Yabancı yatırımlar içinde en büyük pay Fransız şirketlerine ait....Fransız sermayesi kadar Fransız kültürü ve dili, imparatorluğun her yanında egemen oldu. Sonra Almanlar ve İngilizler.... Şirketlerin ortağı daima gayrimüslim Osmanlılar....

Başka bir  yatırım ise ABD’nin kültür kurumları oldu. İmparatorlukta 17 Amerikan dinî misyonu, 200 misyon şubesi ve 600 Amerikan okuluyla 27 konsolosluk bulunuyordu ki, Osmanlı azınlıkları içinde milliyetçi duyguları harekete geçirerek ve onları eğiterek ayrılıkçılığın bir ideoloji olarak benimsenmesinde bu kurumlar ön planda rol aldı.

Yabancı sermaye ile birlikte toplumdaki çelişkiler giderek derinleşti. Devlet, neredeyse bütün vergi gereksinimini fakir köylünün ödediği Aşar ile karşılıyordu. Gayrımüslim azınlıklar iç sömürü yoluyla gelirlerini artırıyorlar; vergi ödemedikleri, büyük sayıda işçi kullanan sınai üretime geçmeyip ürünleri ithal ettikleri için topluma katkıları çok sınırlı kalıyordu.

Osmanlı’nın emperyalist devletlerle ekonomik ilişkileri ortaya farklı ve ayrıcalıklı bir kapitalist sınıf çıkardı: Bu sınıf tümüyle dışa bağımlıydı. “Avrupa uzantısı azınlıklar”la kimi “Avrupalılar”dan oluşuyordu. Türklere karşı geniş imtiyazlarla donatılmıştı.

Sömürü düzeninin kurumları ise kapitülasyonlar, Duyun-ı Umumiye İdaresi, yabancı bankalar, İstanbul Borsası, Aşar vergisi ve imtiyazlı yabancı şirketlerdi.

Osmanlı topraklarında azınlıkların Batılı eğitim kurumlarını örnek alarak kurdukları okullar, çağdaş bilgilerle donanmış bir gayrimüslim sınıfın ortaya çıkmasında önemli rol oynadı.  Bu azınlık, “modern” yaşam biçimiyle toplumsal hiyerarşinin “tepe”sine yerleşti. Başta kırsal bölgelerde  yaşayanları olmak üzere Müslüman Türklerin büyük bir kısmı, “modernleşme”nin dışında kaldı. Ülkenin yönetiminden de dışlandılar. “Avrupalılar ve azınlıklar” giderek zenginleşirken, Müslüman Türkler yoksullaştı. Yerli, emek-yoğun sanayiler çöktü. Üretim hızla azaldı. İşsizlik arttı

Sonrası ise, çorap söküğü gibi geldi: 1918 Sonbaharı… Birinci Dünya Savaşı’nın sonu… Mondros Mütarekesi… Osmanlı kayıtsız şartsız teslim oluyor. 

Ağustos 1920 Sevr Antlaşması… Osmanlı Devleti üzerinde “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor. Devlet-i Aliye egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını tümden yitiriyor. Çok geçmeden ülke fiilen işgal ediliyor.

Cehaletten, göklere çıkardığınız Osmanlı gerçekte ne acınacak hallere düşmüş.   Kısa bir özet:

Osmanlı… Avrupa’nın kolay yutulur lokması, parsellenecek ülke ve danışmanların istilasına uğraması, sürekli imtiyazlar koparılması; serbest ticaret dayatmasıyla ekonominin çökmesi; dış borç bağımlısı devletin, borçlarını ödeyemeyince, gelirlerine el konulması....

Para politikasının Avrupa denetimine geçmesi;  Osmanlının mali bağımsızlığını tümüyle elinden alınması....

Avrupa uzantısı azınlıkların,  Türklere karşı geniş imtiyazlarla donatılmış bir kapitalist sınıfa dönüşmesi; gayrımüslim  sınıf giderek zenginleşip refah içinde yüzerken, Müslüman Türklerin yoksullaşması; yerli sanayilerin çökmesi, bütün vergi yükünün fakir köylünün sırtına yüklenmesi.

Sonunda kapitülasyonlar, Duyun-ı Umumiye İdaresi, yabancı bankalar, İstanbul Borsası, Aşar vergisi ve imtiyazlı yabancı şirketler gibi kurumları olan bir sömürü düzeninin kurulması; devletin Avrupa’nın ekonomik vesayeti altına girmesi. 

Fransız kültür ve dilinin, ülkede egemen olması; ABD’nin kültür kurumlarının yerleşmesi, Osmanlı azınlıkları içinde ayrılıkçılığın bir ideoloji olarak yayılmaya başlaması; toplumsal hiyerarşinin tepesine yerleşen çağdaş bir gayrimüslim sınıf ortaya çıkarken, Müslüman Türklerin modernleşmenin dışında kalması, ülke yönetiminden dışlanması.

Ve sonunda siyasi çöküş: Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın kayıtsız şartsız teslim olması; Sevr Antlaşması, Osmanlı Devleti üzerinde “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kurulması, Devletin egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını tümden yitirmesi; çok geçmeden ülkenin fiilen işgal edilmesi. İşte “reklam” öncesi de bu, “pranga” öncesi de!...

Bu tarihî olayların hemen hemen aynısı, aynı yapı ve sırada günümüzde de, yani “devri saltanatınız”da da tekrarlanıyor...
Bilim ne diyor: Aynı faktörler bir araya gelince, sonuç da aynı olur. Einstein ne demiş: “Aptallığın en açık kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp değişik sonuç almayı beklemektir.”

Hiç tarih okumuyor, düşünmüyor ders almıyor musunuz? diye de soruyor Prof.Dr.Cihan Dura...
*
Şimdi de Millî Mücadele yılları…  
Bir Amerikan heyeti Anadolu’da yetimhaneler, örnek çiftlikler, hayır kurumları açmak için İçişleri Bakanlığı’na başvuruda bulunmuş. Talep Mustafa Kemal Paşa’ya bildiriliyor. Gazi Paşa, 3 Ocak 1921’de şu yanıtı veriyor:

Gerek uzak gerekse yakın geçmişte bize gayet pahalıya mal olan acı tecrübelerden dolayı, bazı çekince kayıtları belirtmeye kesin lüzum vardır. Şimdiye kadar ülkemizde siyasi, ekonomik ve bilimsel maksatlarla çalışan kurumlar veya yabancı şahıslar özellikle aşağıdaki gayeler peşinde koşmuşlardır:

1) Yaptıkları çalışmalardan, insafsız bir kâr sağlamak! Bizim için en az zararlı olanlar bunlardır.

2) Bir bölgede elde ettikleri ekonomik ayrıcalıklara dayanarak, ilerde, oraya sahip olma hakkını da elde etmeye çalışmak… Bu gibilerin, ülkemizde çalışmalarına kesinlikle izin verilmeyecektir. Bu şekilde hareket etmekle yalnız kendimize değil, bütün insanlığa, çok büyük bir hizmet yapacağımıza inanıyoruz. Çünkü, hiç şüphe yoktur ki, Dünya Savaşı’nın başlıca müsebbipleri, bu gibi gayeler peşinde koşan kapitalist grupları ve onlara alet olan politikacılardır.

3) Ekonomik, bilimsel ve insani maksatlar altında ülkemize gelip ilerde istilalar hazırlamak için, çeşitli unsurları gerek hükümete, gerek birbirine karşı tahrik etmek… Bu gibiler, hem Dünya Savaşı’nın, hem de ülkemizdeki feci boğazlaşmaların başlıca müsebbiblerindendir.

4) Sırf bilimsel ve insani gayelerle ülkemizde çalışmakla beraber, ruhlarında yerleşmiş bulunan Hıristiyanlık güdüsüyle, hemen sırf Hıristiyan azınlıklarla meşgul olmak. Onlara ister kasıtlı, ister kasıtsız, arasında azınlıkların da yaşadıkları Müslüman kitlelerinden ayrılmak arzusunu aşılamak… Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek -sözde iyiliğine çalıştıkları- Hıristiyan azınlıklarına, içinde yaşadıkları İslam çoğunluklarına makul olmayan tahakküm arzusunu aşılamakta ne kadar insanlık dışı bir şekilde hareket etmiş bulundukları açıktır. Bu yüzden meydana gelen boğazlaşmalardan manen sorumludurlar. Hükümetimiz bu gibilerin de, çalışmalarına serbestçe devam etmelerine müsaade ettiği takdirde, Müslim ve gayrimüslim bütün tebaasına karşı, pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş olacaktır.

Atatürk’ün uyarısı burada bitiyor.

Görüyoruz ki, Emperyalizm bir ülkeye çeşitli yolları kullanarak nüfuz eder. Bu yollardan biri de tarihte ve bugün olduğu gibi “insani yardım” bahanesidir. Hedef ülkenin ekonomik kaynaklarını, pazarlarını ele geçirmektir. Başka bir deyişle savaşların, işgallerin sebebi ekonomiktir. Yok efendim, demokrasiymiş, özgürlükmüş, insan hakları, azınlık haklarıymış; bunlar asıl amacı gizlemek için kullanılan maskelerden başka bir şey değildir.

Yapmamız gereken,Atatürk’ü örnek almak uyanık olmak... Bu uyanıklığı sağlayacak olan da vatan sevgisidir....


***


Onlar bizim hakkımızda ne düşünüyor sanıyorsunuz....

- Woodrow Wilson (ABD Başkanı, 1919): “ Amerika’da Türk düşmanlığı inanılmayacak ölçüdedir. Türkiye haritadan silinmelidir.” diyor, 100 yıl önceki emelleri....

-Thornburg Raporu (1947): "Türkiye Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır. " Wilson'u 30 yıl sonra doğrulayan düşünce...


- Richard Podol (ABD görevlisi, 1975): “Amerikan yardım programı artık meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da bir iktisadi kamu kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır.” Boşuna mı yardım ediyoruz, diyorlar...Ederken insanî, üstelik...

-Judith Yaphe (ABD Milli Savunma Akademisinde Öğretim Üyesi): “Türkiye tehlike algılaması konusunda artık homojen değil, stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Artık tek Türkiye yok. ABD işi bitirdi bile!”...Sona geldik diye düşünüyorlar...

-Barack Obama (ABD Başkanı, 2012): “Kendisiyle gurur duyduğum beş liderden biridir; R.T. Erdoğan’ın söylediklerine inanırız. Taahhütlerde bulundu, o doğrultuda ilerleyeceğine inanıyoruz. Amerika'nın çıkarları ve ilgileri konusunda titiz davranacağını biliyoruz.” Gurur duyması da sahte, mühim olan insanlık! öyle değil mi...

-Rockefeller (1956): “Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımda özel amaç, o ülke ekonomilerinin kilit noktalarını ele geçirmektir.”... Başardılar mı, gerçekten....

-J. F. Kennedy (ABD Başkanı, 1962): “Dış yardım ABD’nin dünyayı denetleme ve etkileme araçlarından biridir.” Gerçek olan denetleme mı, ele geçirme mıdır, diye soralım...

-Graham Fuller ve Paul Henze (CIA ajanları, 1980’ler): “Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli, çok ırklı bir yapıyı dönmelidir. Bunun için en iyi yol Ilımlı İslam’dır. Etnik kimlikler kendilerini ifade edebilmelidir.” Atatürkçülüğün asla ölmeyeceğini hatırlatma zamanıdır....

Ramazan Kurtoğlu (İktisatçı ve Uluslararası Finans Uzmanı): “Amerika’nın yeni milli güvenlik konsepti; kendi içinde homojenliği beslerken, dışarısı için her ülkenin kendi içinde etnik ve dinsel mikrolaşmayı, cemaatleşmeyi ve çatışmayı öngörüyor.” İşte gerçek ve doğru tespitlerde birisi...İstiyorlar ki küçülelim, parçalanalım, birbirimize düşelim...Yok öyle yağma Abede...

- Marc Parris (ABD’nin Türkiye Büyükelçisi, 1997-2000): “Türkiye’nin kenarda kalması savaşı birkaç hafta daha geciktirir, ancak ondan sonrası var. ABD’den yardım istemeye kalktığınızda, Beyaz Saray’ın telefonları hep meşgul çalar.” Tehdit, şantaj gani . .Yersen...

- Paul O’Neill (ABD Hazine Bakanı,2001): “IMF programlarının başlatıldığı ülkelerde, hükümetlerin, istediğimiz adımları atmaları; yapacağımız yardım programından önce gelmeli. Önce reform, sonra para!” Tamam reformlar yapılsın da, para ne iş. . Reformları yaparsak zaten seni de sollarız.  Öyle ama ...

-Albert Wohlstetter (Amerikan Savunma ve Savaş Stratejisti, 1980): “Humeyni Devrimi’ne Türkiye’de cevap vereceğiz.” (Çevirisi: Türkiye’de Amerikan İslam’ı kuracağız.). İslam'ın Amerikalısı diyor, bu ne ola ki...

- Joseph Biden (ABD Başkan Yardımcısı, 2009. Türkiye’nin Filistin davasını destekleyici tutumu üzerine): “Türkiye’nin etrafını ateş çemberine çeviririz.” Şimdi o bir Başkan, maşallah dört tarafımız da ateş var, yok ediyor canı cananı... Kendisiyle gurur duyuyordur, belkim...!

-Brad Sherman (Ermeni soykırım tasarısına "evet" oyu veren Amerikalı Demokrat Senatör):"Birkaç gün kızar ve unuturlar. Fransa'ya da kızdılar... Ama şimdi iki ülke arasındaki ticarete bakın. Ticaret hacmi tavan yaptı." Bize kısaca Balık Hafizalısınız diyor, peh peh peh....

-Barack Obama (ABD Başkanı): “Asıl olan ABD devletidir. Ben mizaç olarak Bush’dan farklı olabilirim, ancak ABD’nin hedefleri değişmez.” Ben insanî baksam bile, ABD için insanlıktan çıkarım mı, diyor diye anladım. .

- Mustafa K. Atatürk: “Sakın kapıyı aralık bırakmayın, farkına varmadan, ardına kadar açılır.” Merak etme, kaygılanma, yok etmek istedikçe küçülüyorlar, O ruh varolduğu sürece girselerde  o kapıdan çıkış yok Atam... Burası Türkiye Cumhuriyeti, buradan çıkış yok ...

*
Günümüze gelelim ..

Politik yozlaşma...   
Toplumu, devleti kemirir.
Sosyal ahlakı bozar. 
Kaynak israfına yol açar, gelir dağılımını olumsuz etkiler. 
Halkı devletinden soğutur, sosyal çatışmaları tetikler. Dayanışmayı, ulusal birliği zayıflatır.
Örnek mi,  rüşvet, rant, irtikâp gibi ...
Ayrıca Kleptokrasi denilen bir sistem mi var, bakalım...

Yıl 2012...
Rüşvet ve Yolsuzluk Arttı; Bizde üst düzey yöneticilerin yüzde 52’si, iş hayatında rüşvet ve yolsuzluğun çok yaygın olduğuna inanıyor ve bunun sebebi olarak ekonominin kötüye gitmesi diyenler ise yüzde 56.... 

2B Rantı; “orman vasfını kaybetmiş arazilerin hak sahiplerine satışı”nı öngören bir yasa 2B ... Devletin kendisinde olması gereken haritalar el altından rantçının, çıkarcının ve yasadışı iş yapanın eline geçmiş...

KPSS Hırsızları;ÖSYM’nin hali...Artık bu kurumun  üzerine şüphe bulutları çökmemiş bir sınavı var mıdır... 2010 yılında yaşanan KPSS hırsızlarının hâlâ ortaya çıkarılmamış olmasıdır. Sorular 5 gün önceden binlerce adaya servis edilmişti.

TMSF Bürokratlarının Marifetleri;Harcamaları , bürokratların ne kadar zevkusefa içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyor...

Gelelim kleptokrasi 'ye...

Bir ülkede yöneticiler yolsuzluğa batmış durumda ise, orada hâkim olan rejime kleptokrasi adı verilir.

 Bir bilim adamımız, Prof. Dr. S. Kemal Erol “kleptokrasi”  hakkında; “bir ülkede iktidarı ele geçiren bir siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soymaları şeklinde kendisini gösteren bir hırsızlar rejimi”dir. Kleptokrat ise “hırsızlar rejimini yürüten, ülkede güç sahibi olan politikacı”dır.

Kleptokrasilerin belirgin bir özelliği;
Yerli üretimin büyük ölçüde çökmüş olmasıdır.
İç pazar ithalata dayanan ve iktidar olanların yandaşlarının da yer aldıkları büyük sermaye gruplarının eline geçmiştir.
Yurt içinde, ekonominin yürütülebilmesi için, halkın yararına olan tüm birikimler ve yeraltı kaynakları pazara çıkarılarak haraç mezat, yok pahasına satılır: özelleştirme.  
Öte yandan işsizlik sürekli artar. 

Devletin anayasasında “sosyal devlet” taahhüdü olsa bile, bu ancak yazıda kalır; çünkü devlet artık onu her şeyiyle peşkeş çekenlerin eline düşmüştür. 

İnsan haklarını her alanda çiğneyen kleptokrat yönetim; rüşveti, bürokraside bir kural haline getirir. Bir işin rüşvetsiz olarak yapılma imkânı tamamen ortadan kalkar.

Hırsızlığı demokrasi içerikli söylemlerle kamufle ederek yoksul kesimleri soygunlarıyla daha da fakirleştiren bir çete iktidarı; ülke içinde devletin kurmuş olduğu iletişim kurumlarını, limanları, sanayi yatırımlarını ve yeraltı zenginliklerini yerli ve yabancı kapitalistlere peşkeş çekerler. Bir yandan da gerçekte fakirleştirdikleri ülkeyi, o zamana kadar görülmemiş şekilde kalkındırdıklarını ileri sürerler. Buna katılmayıp karşı çıkanlar acımasız bir şekilde cezalandırılır, defterleri dürülür. Tutukevleri dolup taşar. Herkese dinleme ve fişlenme uygulanır. Bunun sebebi kleptokratın önlenemez korkusudur.

Karşıtlarının yok oluşundan haz duyan kleptokrat, kendi güvenliği açısından endişelere kapılarak zırhlı koruma birliklerini artırır; bir polis devleti kurma çabası içine girer. Hep korku içinde olduğundan, bilinçsizce herkese saldırır. Ülke sorunları büyüdükçe, bundan başkalarını sorumlu tutar. Kimseye güvenmez; kararları hep kendisi almak ister, ama her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır.

Dinci otoritenin devleti ele geçirdiği teokrasilerde, kleptokrasi ile sarmaş dolaş bir yönetimin olması ihtimali yüksektir. Din kisvesi altında gizlenerek devleti ve halkı soyan yönetimlere tarihte çok rastlanmıştır. Kişisel hak ve özgürlükler dinî kurallara göre ayarlanırken, devletin ve halkın malları yağma edilmiştir.

Kleptokratlar, kimi zaman sosyalist/komünist, kimi zaman faşist, kimi zaman teokrat, kimi zaman da sosyal demokrat görüntü altına gizlenebilirler. Endonezya’da Suharto, İtalya’da Mussolini, eski Yugoslavya’da Slobodan Miloseviç, Filipinler’de Ferdinand Markos, Mısır’da Hüsnü Mübarek,… bunlardan sadece birkaçıdır.

Daima korku içinde yaşayan kleptokrat, oyuncağı olduğu dış güçlerin devlet başkanları yanında yalakalaşır; onların elini, güç almak istercesine, uzun süre sımsıkı tutup bırakmadığı fotoğraflar verir. Bir şeyin kullanılarak işe yaramaz duruma geldiğinde çöpe atılması gibi, dış güçlerin ve emperyalistlerin kuklası olan kleptokrat, tarihin çöplüğündeki yerini önünde sonunda alır.
*
Tarih, 29 HAZİRAN 2016....
Yurdumun ekonomisine, maliyesine, siyasetine, kültür hayatına bakıyorum. Neler görüyorum? Hemen her alanda gerileme, çözülme, bozulma… Milli irade felç durumda... Milli Egemenlik yine bir grubun, neredeyse tek bir şahsın eline geçmiş. Sürekli yabancı müdahalesi... Geçmişte yaşananlar yine karşımızda.

Tarih tekerrürdür derler, doğrudur, ancak kimler için? Elbette aklını kullanmayanlar için, elbette geçmişten ders almayanlar için...

Türk Milleti, kendine gel, egemenliğine sahip çık! 
Ne zaman başına felaket gelmişse, kendi talihini ve geleceğini hep başka birinin eline bırakmandan gelmiştir.
 Egemenliğinden vazgeçen bir ulusun sonu musibettir, felakettir.

 Ve sen, ey Cumhuriyetimizin bekçisi! Sana düşüyor görev… Bu soruna el koy. Halkını aydınlat, uyar. Örgütlen ve harekete geç. 
*
15 gün sonrası yaşananlar ise hâlâ cevaplanamayan sorularla karşımızda değil mi ....... 
Tekrar edelim :Bireyin de, devletin de çağdaş,temel değerleri var dedik, soru ve sorunların çözümü için,  şimdilik dursun, boşverin mi denilmiştir,soralım  bi'kez daha....

Veya Temel ve Dursun iki katlı otobüse binmiş, yer olmadığı için üst kata çıkan Temel  cep telefonu ile Dursun 'u arayıp  "Nasıl gidiyorsunuz!" dediğinde, Dursun " Vallahi şoför dikkatsiz ama gidiyoruz.  " deyince Temel;"Valla siz gene iyisiniz, bizde şoför de yok Allah'a emanet gidiyoruz." der...
Siz ne düşünüyorsunuz....
-------
(*)Bilim İnsanı, değerli dostumuz Prof.Dr Cihan Dura, geçmişi de geleceği de gerçeklerle, bilimle anlatmış, diğer vatansever insanlarımız gibi....

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }