Halk olarak durumumuzun ciddiyetini bir an önce anlayalım![1]
1950’lerde başlayan, 1980’lerde kötüleşen, 1990’larda ayyuka çıkan, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni tamamen yıkma düşüncesine hedeflenmiş olan kitle, canı ve malı ile fiilen savaşmak üzere saldırıyor.
Atatürk’ün İslam'a ve Müslümanlığa karşı olduğu iddiasıyla, emperyalist ülkeleri arkalarına alarak ortaya çıkan bu kitle, Cumhuriyet’in tüm kurumlarını ele geçirdi. Ve toplumumuzun nice maddi manevi emeğiyle kazandığı bilim insanlarını, aydınlarını, öğretmenlerini, askerlerini, doktorlarını, gençlerini, işçilerini, kadınlarını ve çocuklarını türlü yollarla; din, eğitim, sağlık, ekonomi, kültür yoluyla yok etmek üzere, baskıladı, ezdi, paramparça etti. Elbette aralarında, bu işi bugün zirveye taşımış olan AKP’nin, hepsinden daha hain olduğu bir gerçek.
Evet hâlâ bu topraklar üzerinde yaşıyoruz, bu toprakların meyvelerini yiyor, sularını içiyor, havasını kokluyor, her türlü nimetinden elverdiğince yararlanmaya çalışıyoruz. Ama bunların hiçbiri artık bize ait değil ki!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlayarak yaratılan kamu kurum ve kuruluşları 1980’lerde başlayan hükümet politikalarıyla; IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret Örgütü’nün, Avrupa Birliği’nin, ABD’nin istekleri doğrultusunda özelleştirildi.[2] Mesela TİGEM (Türkiye Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü), Madenler, Etibank. Mesela bugün, özel sektörün özelleştirilmesini istediği yerler arasında ormanlar da bulunuyor.
Oysa hepsi hâlâ bizimmiş gibi aldanıyoruz. Koskoca bir ulus olarak, bugün ne maddi ne manevi varlığımız değer taşıyor. Tüm yeraltı, yerüstü zenginliklerimiz bizim olmaktan çıktı.
Aşağıda ‘altın’ madenlerimiz konusunu kısaca, yalnızca bir örnek olsun diye veriyorum.
Yeraltı kaynaklarımızdan ‘altın’ bizim değil!
Topraklarımız yabancı şirketlere kiralanmış durumda. Aşağıdaki bilgileri araştırmalarımdan alıntılarla[3] veriyorum.
Altın rezervleri bakımından Türkiye’nin işletmecilere neden çekici geldiği belli: "Jeolojik yapı ve dünyada altının oluşum modelleri baz alınarak yapılan tahminlere göre, Türkiye’de 6500 ton potansiyel altın rezervi olduğu tahmin ediliyor. Bu rezervin kanıtlanması halinde Türkiye, dünyada altın rezervi bakımından, ikinci sıraya çıkacak."[4]
Altın rezervlerini işleten şirketler, en tehlikeli biçimde, yani açık işletmeler halinde, topraklarımızı sömürüyor, zehirliyor. Erzincan Çöpler altın madeninde gerçekleşen faciayı anımsayalım. %80’i Kanada&ABD ortaklığına, %20’si Çalık’a ait, Erzincan İliç Çöpler Madeni’ni işleten Anagold’u unutmayalım. 13 Şubat 2024 günü, saat 14.40 sularında, günlük altın arama rutini olan dinamit patlatılması sonucu, birikmiş 10 milyon metre küp hacimli toprak, saniyede 10 m hızla, 300 dönümlük kayma alanına yayılmıştı.[5]
Biricik ülkemiz bugün ‘sömürge madencilik bölgesi’ne dönüşmüş durumda. Dünyada hammaddesini ihraç ederek kalkınma sağlamış bir ülke örneği yok, diyor bir araştırma.[6] Oysa biz topraklarımızı, madenlerimizi yabancılara kiralıyor, çıkardıkları altını onlar için ihraç ediyoruz. Kendimiz için üretip, kullanabilseydik, belki kalkınmayı başarabilir, bağımsızlığımızı koruyabilirdik.
Araştırmanın yayınlandığı Metalurji dergisinde; Türkiye’de Altın Madenciliği/İşletmeciliği yapmakta olan, arama ve ön işletme haklarını ellerinde tutan şirketler şöyle: "Newmont (Eurogold) (Normandy); Teck Cominco Ltd. (Cominco) + (Teck); Eldorado [Tüprag, Demir Export (Koç Holding)]; Anglo Tur; Rio Tinto (Anatolia Minerals)."
Bunlardan "Eldorado kendi beyanatlarında, jeolojik potansiyel olarak son derece önemli altın yataklarına sahip olan Türkiye ve Brezilya’da işletmeciliği kolay altın varlıklarının bulunduğunu" kayda geçirmiş.
Bu şirketlerin her birinin arkasında güçlü finansörler var: "Hem üretici/işletmeci, hem de finansman kaynağı olarak etkinler: AAC (Oppenheimer ailesi), NM Rothschild, Rockefeller, Gold Smith (Goldschmidt) gibi gruplar. Sektörde dolaylı payları var, son derece etkinler, aşamaların tümünde (üretim, rafinasyon, pazarlama, fiyat yapıcılık, finansman gibi) aktifler. Bu sayede, işletmecilerin karşılaştıkları çevre ve politik risk ve külfetlerine tabi olmadan sektörün nimetlerinden faydalanabilmekteler. Aynı zamanda, karşılıklı olarak birbirileri ile çapraz mülkiyet ilişkisinin olduğu"da ortaya çıkmış durumda.
Araştırmanın yazarının vardığı sonuç şöyle: "Ülkemizde özellikle yabancı sermaye kanalıyla yapılan/yapılacak altın maden işletmeciliğinin ülke menfaatlerine azami katkıyı sağlayacak şekilde değerlendirilebilmesi için gerekli tedbirlerin bir an önce alınması son derece önemli bir durum arz etmektedir."
Verdiğim ‘altın’ örneği birbirinden önemli onlarcası arasından yalnızca biri.
Biz Türk halkına emanet edilen toprakları kendimizin yapmayı ve korumayı bilemedik. Başımıza geçirdiklerimiz birer mirasyedi gibi har vurup harman savurdular.
Özgürleştirici ufku gelin hep birlikte gecikmeden inşa edelim
Millet olarak her zamankinden çok aldatılıyor, eziliyor, sömürülüyoruz.
Muhalefet, iktidarla ortak zeminde çalışıyor.
Oysa zaman, halkın birliği zamanı.
Girişim özgürlüğümüzü kullanabilir, kentsel, kırsal koordinasyonlar kurarak, ideolojik ağırlık merkezimizi cumhuriyetçi demokratik birlik yapabilir, bu birliğin inşasında doğrudan koyabiliriz.
Sömürülenler ve ezilenler olarak, ‘özgürleştirici bir dinamiğin başlatılmasında’ rol almalıyız.
Birliği kurma çalışmamızda, siyasi kararlarımız üzerinde parça parça çalışmak yerine, bunları kolektif düşüncemize katkı yapacak görüşler olarak kullanalım.
Fikirlerimizin tam anlamını bulabilmeleri için, küresel perspektifte ve diğerleriyle ilişkilendirerek, hiyerarşi olmadan ve çoğunluk dayatmadan düşünelim. Bu yöntemle "neoliberalizme karşı, tüm parçaları esnek bir şekilde, bir araya gelmiş bir bütün alan, bir direniş ağı"[7] yaratabiliriz.
Trolleri aracılığıyla an be an ne yaptığımızı gözlemleyen iktidar, dilimizin ya da kalemimizin ucuna onu rahatsız edecek bir söz geldiğinde; acaba "doğru olur mu olmaz mı?" diye düşünmeden, bizleri keyfince cezalandırıyor.
Bunun son örnekleri; Kara Harp Okulu’ndan birincilikle mezun olan subayımız Ebru Eroğlu büyük olasılıkla, onunla birlikte dört teğmen ve iki komutan daha ordudan ihraç edilecekler. AKUT’un kurucularından, dağcı, yazar, 1999 depremi sonrası birçoğumuzun yaşamını borçlu olduğu Nasuh Mahruki ise tutuklandı.
Biz hükmedilenlere dayandığı için, iktidar, bir gün devrilecek
Foucault için "bazı mitleri kenara atmak gerekiyor. Özellikle Devlet'in, sermayenin, hatta ikisinin bağlaşımının, her şeye gücünün yettiği miti, kenara atılmalı."[8] diyor.
Bizler de millet olarak artık yeni bir düşünme, hissetme ve yaşama biçimini keşfetmeliyiz, icat etmeliyiz.
Ülkemizde iktidar ve sermaye, her ikisi birden, bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde, hümanizmanın reddettiği bir şeyi yapıyor: Halk üzerinde barbarlık uyguluyor, bizleri gereksiz acılara sürüklüyor. Halbuki bu ülkenin insanları olarak, iktidarın ve sermayenin karşısında, hukuk kurallarınca, bizler, her birimiz, ‘gücü tanınan kişi’leriz. Kişi denilen de bir ‘hukuksal kavram’.
Ne var ki ‘suçluların gizli ruhu’ nu taşıyan iktidar; içini boşalttığı devlet kurumları aracılığıyla, Türk milletini, birbirine ve topluma bağlayan, onu tutarlı bir bütün yapan ahlak ve hukuk kurallarını birer birer yok etti. Neden mi? Çünkü suçlu olduğunu biliyor ve toplumsal dayanışmadan korkuyor.
İktidar toplumsal dayanışmadan korkuyor
17. yüzyıldan bu yana gelişen siyasal modernite; egemenlik, topraklar, sınırlar, sermaye, halk, ulusal savaşlar, uluslararası ve devletlerarası hukuk gibi kavramların birleşimiyle oluşturulan paradigma, günümüzde küreselleşmenin çalkantılarını yaşıyor. Adeta teste tabi tutuluyor.
Türk milleti, iktidarın bıktırıcı güç gösterisine sürekli tanık oldu. AKP iktidarı halkı oyaladı, kışkırttı, işlerini kolaylaştırır gibi yaptı, zorlaştırdı, açılımlarla genişletir gibi oldu, sınırlandırdı. Sonunda insanların haklarını mutlak olarak kısıtladı, engelledi.
Baskı altındaki milletin, bir gün tüm şiddetini ona yöneltmesi şaşırtıcı olmaz. Bu zavallı, yoksul, yoksun millet, uysallığını ve teslimiyetini bir anda değiştirebilir. Sahip olduğu güçlü yönlerini en iyi biçimde kullanır; görev dağılımını en iyi biçimde yapar, içinde yaşadığı bağlılığı hatta köleliği reddeder. Ki o an, - bir şiddet olasılığı olur-, o zaman işte herkes için ortadan kaybolma riski belirir.
Bugün ne yazık ki toplumumuzun bütün bir bölümü; çevresinde ve üzerinde, sürekli olarak uygulanan hatta kendisi içinde bile otomatik olarak işlemesine izin verdiği, o iktidar otoritesiyle yaşıyor.
Buna muhalefeti oluşturan siyasi partileri de dahil ediyorum!
Ütopik an ve stratejik revizyon[9]
1989'larda başlayan değişim; ekolojik krizlerin ve neoliberal küreselleşmenin etkileriyle, iç içe sürüyor. Sermaye 1980'lerden bu yana, toplumu ve dolayısıyla özgürleşmek için savaşım verilen koşulları, tabandan tavana dönüştürmüş durumda.
İnsanlık niteliksel değişim riski altında: Sosyal krizlerin patlamasıyla yüz milyonlarca, hatta milyarlarca en yoksulların varlığı, tehlikede. Küresel pazarın diktatörlüğünde, artık herhangi bir tartışma ya da toplumsal uzlaşma görülmüyor. Onun yerine depolitizasyon var: Farklı toplumsal çıkarlar yok, yalnızca gözleri piyasaya çevrili, ayrı ve özerk bireyler var.
Neoliberalizm; piyasa diktatörlüğünü uygulamak için, uluslarüstü kurumlar tarafından desteklenen, büyük kapitalist gruplarla doğrudan görüşen “seçkinler” çevresinde, güçlü ve baskıcı devletlerle donatmış kendisini. Giderek otoriterleşen bu devletler, toplumdaki ilişkilere, temel etken olarak uzlaşmayı entegre etmedikleri için, siyasi alanlar da giderek boğucu oluyor.
Türkiye’de iktidar neoliberalizmi, Milli Eğitim, Sağlık, Milli Savunma, Diyanet ve Merkez Bankası’nın yanı sıra, egemen ve baskıcı işlevler için, yüzbinlerce ikna olmuş yöneticinin, cemaatlerin, tarikatların desteklediği, geniş bir bürokrasi işleyişinden yararlanarak işlerini yürütüyor.
Bu milleti ezen düzeni, düzeltmek üzere, başa geçecek olanlar, karşılarında neoliberalizmin yarattığı o koca devlet mekanizmasını bulacaklar.
Bir yandan hayatın devam etmesini, öte yandan sorumluların değiştirilmesini sağlamaları gerekecek.
O koca bütünü yıkmak, işlevlerini yeniden Atatürk Cumhuriyeti’nin ilkelerine, önceliklerine, hedeflerine göre inşa etmek zorunda olacaklar.
Bunları yapabilmek için başa geçeceklerin, çok daha önceden bu değişimi anlayacak, bu ortak hedefe yürümeye hazırlanmış, on binlerce, yüz binlerce insana gereksinim duyacağı kesin.
Atatürk’ün oluşturduğu ‘biz’i bugün bir kez daha gerçekleştirmek için, dünyanın yeni koşullarını iyi tanımış, zorlukları ve sorunları iyi gözlemlemiş olmak gerekiyor.
Günümüzde ekonomik ve sosyal düzeyde, toplumun tüm alanları metalaşmış, kamu hizmetleri özelleştirilmiştir. Teknolojik devrimin yönetimi ve bireyselleşme süreçleriyse, sistemleşmiştir. Tüm bunlar ‘biz’ dediğimizin yaratılmasını karmaşık hale getirmektedir.
İşi örgütleme biçimleri de artık farklı. Büyük işçi yoğunlaşmaları eskisi gibi görülmüyor. Yaygın bir güvencesizlik, bir kitlesel işsizlik var. Şirketlerdeki kolektiflerin yapıları bozuma uğratılmış durumda. Dolayısıyla işçi sınıflarına özgü birleşik direniş çalışmaları zorlaştı.
Neoliberalizm ideolojik mücadeleye başka bir boyut kazandırdı
Çalışan sömürülüyor, üretkenliğini her an üst düzeyde tutmaya uğraşıyor, bunu yaparken de tüm bedensel ve zihinsel değerlerini iş yeri adına tüketiyor.
Öte yandan çalışanın bir de örgütlemesi gereken kendi hayatı var: Ailesi, ev halkı, mal varlıkları, sigorta işleri, emekliliği var. Bunların hepsini ‘bir tür kalıcı iş’ gibi düzenlemek zorunda.
Bugün Türkiye’de iktidarın koskoca bir mekanizmayla bizlere dayattığı neoliberalizmle, başa çıkmaya çalışıyoruz.
Bu biçimlenmeye karşı, bütün bir toplum olarak, her türlü direnişe, seferberliğe, daha önemli bir yer vermek zorundayız.
Çevresine aldığı ‘seçkinler’ grubuyla birlikte, iktidarın, bizi içine soktuğu bu dinamiği tersine çevirmek ve başka alanlar yaratmak için, kendimizi güçlü araçlarla donatmayı gerektiren, bir ideolojik mücadele yürütmek zorundayız.
Doğrudan demokrasinin çözemeyeceği, ulusal ve uluslararası düzeydeki sorunları, mümkün olduğu kadar sınırlayarak, demokratik alanlar arasında iş birliği organize edilmeli.
Bu stratejik süreç boyunca; demokrasi, devrim ve bir eko sosyalist toplumun inşası, merkezi öneme sahip. Kurtuluşumuzu bugüne dek siyasiler, partiler, sağlayamadı. Kurtuluş ancak milletin kendisi tarafından kazanılabilir.
20. yüzyılın başında ‘tek ülkede sosyalizm’ mümkün değildi; bugünse hiç düşünülemiyor.
Neoliberal küreselleşme, devlet üstü karar alma merkezlerine sahip. Ayrıca tümüyle yerküresel üretim, imalat ve ticaret zincirlerinden oluşan bir ekonomiyi yaygınlaştırmış durumda.
Var olan bu düzeni reddetmek demek; toplum için alternatif bir siyasi proje etrafında birleşen, büyük çoğunluğu, sömürülenlerin ve ezilenlerin oluşturduğu bir hareketi gerçekleştirmek demek olacak.
Seçimlerin, parlamenter kurumların dışında, birçok yolla var olduklarına tanık olduk. Var olan düzenin değişebilmesinde en yüksek olasılığın, olağanüstü seçim sonuçlarına sahip bir mücadele gerektirdiğini, toplumsal hareketin de buna nasıl eklemlendiğini, 2019 Yerel Seçimlerinde yaşayarak gördük.
Radikal değişimin gizemi[10]
Aşağıdan yukarıya doğru, herhangi bir doğrudan demokrasi projesi, beş yılda bir yapılan seçimlerden daha etkili olduğunu, somut olarak ortaya koyabilirse, siyasi mücadelede var olabilir.
Şirketlerde, mahallelerde, tabandan, her düzeyde ortak eylem ve kolektif örgütlenme yoluyla, karşı çıkılacak şey, ‘daha yetkin olanların daha iyisini yapabileceği fikri’ dir. Bu fikri bir kenara atmak gerekiyor.
İşyerlerinde, mahallelerde, ezilen gruplarda, kooperatiflerde ve tüketimi, spor faaliyetlerini, yaşamı ve boş zamanları organize eden derneklerde, aşağıdan gelen ortak eylemle gerçekleştiğini gösteren her şey, karşı çıkmak demek olacaktır.
Hayatı düzenlemek için, en iyi çözümleri bulmak, önemli olasılıkların önünü açacaktır. Dolayısıyla, bu yeni seferberlik ve eylem tarzını hesaba katan bir merkezileşme ve temsil biçimi bulmak zorunludur.
Kazanmak için, çoğunluğun desteğine sahip olan bir hareketin, gücünü kullanabileceği siyasi koşulları da yaratması gerekir.
Şu var ki bu taban sınıf, sermayenin yapılandırdığı iç bölünmeler ve çoklu baskılardan (kadınlara yönelik baskı, göçmenler sorunu, ulusal tahakküm vb.) dolayı birleşik değildir.
Bu nedenle asıl soru, stratejik harekete girişmiş, ancak kendisinin bu kadar az farkında olan bu muazzam güç, siyasi olarak birleşmek için, nasıl harekete geçebilir? Dünyayı değiştirmek için haklı olmanın yeterli olmadığı biliyoruz!
Ülkemizde toplumun, bu devrimci dönüşümde, kendisine yol gösterecek yeni bir oluşuma gereksinimi var. Aydınlanmış merkezler varsa da toplumumuzun bu derin süreçlerini etkileyebilecek, popüler sektörlerin yaşamında öncü rol oynayabilecek görünüşte değiller. Kendi aralarında hiyerarşik yapıda kalıyorlar, geleneksel duruştalar.
Dolayısıyla, bir görev edineceksek eğer; toplumsal harekette olsun, direniş kolektiflerinin yapılanmasında, alternatiflerin örgütlenmesinde olsun, demokratik uygulamalara uyarlanmış örgütsel biçimler olarak, birkaç yapılanma ekseni etrafında egemenlik oluşturmaya başlamak olacaktır. Öte yandan bu görev, devrimcilerin fikirlerinin propagandasına girişmek demek değildir. Bundan çok daha önemli bir alan oluşturmalıdır, siyasi mücadele açısından.
Bu siyasal alanın, 20. yüzyılın deneyimlerinden kaynaklanan örgütlenmelerden kopmuş, sömürülenlerin ve ezilenlerin sosyal ve kültürel çeşitliliğini yansıtan, herkesin hangi rolü oynayabileceğini bilmesine olanak tanıyan, bir işleyişe ve tartışma tarzına sahip olması beklenir.
Birleşik bir kültür yaratmak, ideolojik mücadelenin yürütülmesini sağlamak, politik olarak sosyalleşmek, toplantılar çokluğunu değil, birlikte yapılan bir şeylerin kapsayıcılığını gerektirir.
[1]Bu yazıyı Patrick Le Moal’in 25 Ekim 2024’te yayınlanan makalesinden yola çıkarak derledim. https://www.contretemps.eu/prendre-mesure-gravite-situation/
[2] https://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1320510707b.pdf
[3] Mesut Yazılıtaş, "TÜRKİYE VE DÜNYADA ALTIN İŞLETMECİSİ FİRMALAR.
SEKTÖRÜN FİNANSÖRLERİ VE HEDGİNG". https://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi129/d129_1827.pdf
[4] https://www.mahfiegilmez.com/2012/10/turkiyenin-altn-uretimi-tuketimi.html
[5]Berkiz Berksoy. https://www.toplumsal.com.tr/erzincan-copler-altin-madeni-donum-noktamizdir-topraklarimiz-maden-sirketlerinin-somurusunde
[6] Mesut Yazılıtaş. https://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi129/d129_1827.pdf
[7] https://www.contretemps.eu/pistes-problemes-revolution-aujourdhui/
[8] https://shs.cairn.info/revue-idees-economiques-et-sociales-2009-1-page-51?lang=fr
[9]Bu paragrafı yazarken, Patrick Le Moal’in 7 Kasım 2022’de yayınlanan makalesinden yola çıktım. https://www.contretemps.eu/pistes-problemes-revolution-aujourdhui/
[10]Ibid.