Seçim yarışı değil savaş siyaseti

21 Aralık’ta Partisinin grup toplantısında konuşan Erdoğan, “İktidara geldiklerinde yaptığımız köprüleri, şehir hastaneleri yıkacaklarını söylüyorlar. Yakında Karadeniz'de çıkardığımız gazı havaya salacakları, sınırlarımız boyunca kurduğumuz güvenlik koridorlarını yaracakları gibi performansları bekleyebiliriz,” dedi.

Erdoğan tümüyle gerçek dışı bu sözleri muhaliflerine değil, tabi ki kendisine her koşulda inandığını düşündüğü tabanına söylüyor. Bu kitle sadece iktidar medya kaynaklarından enforme edildiği için muhalefetin ne deyip demediğini bilmiyor, zaten (inançları zayıflamasın diye) bilmek de istemiyor.

Erdoğan’ın söylem ve eylemlerini tam anlamasalar da, sorgulamadan ve inanarak destekliyorlar. İktidar kontrolündeki yaygın medya olanakları ile oluşturulan bu kanaatleri kişiler ‘kendi kişisel görüşleri’ zannediyorlar. Sokak röportajlarında gördüğümüz “saç-baş yoldurtan” bu kesimin “tamam her şey kötüye gidiyor, ama bunları düzeltecek olan yine de Reis’tir, başka lider mi var ki?” demeleri, AKP’nin siyasal iletişim tekniklerinin başarılı bir sonucudur.

AKP TABANININ MENTAL VE BİLİŞSEL POTANSİYELİ
AKP tabanı sürekli muhatap olduğu tabansız, uydurma söylemleri anlayarak ve algılayarak dinlemiyor. Reis “bunlar bizim yaptığımız köprüleri, şehir hastanelerini yıkacaklar” dediğinde, “yok canım, bunları niye yıksınlar ki?” diyebilecek mental ve bilişsel kapasiteden maalesef yoksunlar. Daha önce oluşturulmuş kanaat ve inançlarını beslemek üzere dinliyor ve anlamaya ihtiyaç duymadan alkışlıyorlar.

İktidarın oy tabanının temel hak ve özgürlükler, hukuk ve demokrasi gibi dertlerinin pek olmadığı, ülkedeki genel siyaseti pek yakın takip etmedikleri biliniyor. Ancak Erdoğan’ın uzun dönemli tekrarladığı söylemlerden etkilendikleri, muhalefetin ülkeyi yönetmeyi beceremeyecekleri iddialarına ikna oldukları anlaşılıyor.

Bu tarz irrasyonel, gerçeklikle bağını koparmış seçmen oranının yüzde 30-35’ler civarında olduğu biliniyor. Yüzde 65-70’lerdeki asıl büyük kitlenin aklını ve vicdanını korumaya devam etmesi bizi bir nebze ferahlatabilir. Ancak seçmenin ortalama üçte birinin bu durumu ülkemiz için yerince karanlık bir tablo değil midir?

KAVRAMLARIN İÇİNİ BOŞALTIP BAŞKALAŞTIRDILAR
Erdoğan kitlesini etkilerken kullandığı temel kavram ve kelimelerin içeriğini de kendisi belirliyor, taban da bu kavramları Erdoğan’ın tanımladığı anlam ve içerikte kabul ediyor. Mesela demokrasi, sandık, özgürlük, adalet vb. gibi kavramlar bizim anladığımızdan çok farklı hale gelebiliyor.

Demokrasinin sandıktan ibaret olduğu anlayışını Erdoğan topluma büyük ölçüde kabul ettirdi. Bu çok sorunlu demokrasi anlayışı bile artık kendisi için riskli hale gelince sandığa saygıyı, içinden ancak kendisinin çıkması koşuluna bağladı!

Baskı ve yasaklarla mücadele iddiaları ile iktidara gelip güçlendikten sonra, bu kavramların içeriğini de radikal biçimde değiştirdi. Geçtiğimiz günlerde “biz görevde olduğumuz sürece hiç kimse Türkiye'yi eski baskıcı, yasakçı günlerine geri döndüremeyecekdiyen Erdoğan’ın “baskı ve yasak” kavramlarından ne anladığını biliyoruz.

Bu özgürlük anlayışları, 6 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismardan yargılanan tarikatçılara destek için Çağlayan Adliyesi bahçesindeki sarıklı cüppelilerin eylemlerine hoşgörü sağlıyor. Ancak; örneğin “kadına şiddete hayır” diyenlere hoşgörü gösterilmesi, onların “özgürlük” anlayışlarının kapsamı içine giremiyor.

Dini inancın kısıtlı bir yorumu çerçevesinde inanç ve yaşam özgürlüğüne (anayasaya aykırı olsa bile) sınırsız alan açan “özgürlük” anlayışları, kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyenlere soluk alma imkânı tanımıyor.

ERDOĞAN KENDİNCE BİR 'SAVAŞ' YÜRÜTÜYOR
Erdoğan artık siyasi bir mücadele değil, kendince bir “savaş” yürütüyor ve onun anlayışına göre savaşlar adil, eşit ve meşru koşullarda olmak zorunda değil! Kendisini iktidarda tutmaya istekli veya ikna edilmişlere de bu savaşın bir mecburiyet olduğu hissini vermeye çabalıyor. Bu gayeye ulaşmak için her tür hukuksuzluğa ve gerekirse sopalı seçimlere de destek olmalarını istiyor.

İktidar (meşru-gayrimeşru) tüm güçleri yanında toplayarak bu “savaş”a girerken, her bir aktörden farklı hizmetler bekliyor. Bir yanına Bahçeli, Soylu, milliyetçiler ve ulusalcıları alarak “vatan, millet, toprak, kızıl elma” diyor… Bir tarafına tarikatlar ve cemaatleri alarak “ezan, başörtüsü, Ayasofya… Bunlar gelirse kazanımlarınızı kaybedeceksiniz…” diyor. Bir taraftan devlet hazinesi, kamudan beslenmiş ve semirmiş devasa holdingler ve Anadolu sermayesi ile tabana açıktan seçim rüşvetleri dağıtıyor… Bir taraftan kolluk gücünü ve yargı sopasını, bunlar yetmezse Çakıcı, Kürşat Yılmaz, Ağar, derin devlet ve yer altı dünyasını devreye sokuyor…

Tüm bu ve diğer güçleri ile girdikleri savaşta ilk hedefleri, muhalefet seçmeninin umut ve inancını kırmak oluyor. Muhalefetin hem moralini bozmaya hem de “ne yaparsak yapalım bunlardan kurtulmak mümkün değil” algısını yerleştirmeye çalışıyorlar.

Her gün yaşadığımız bu savaş siyasetinin bir örneği de geçen hafta Derince’de yaşandı. İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’na destek için “Daha Yeni Başlıyoruz, Asla Yalnız Yürümeyeceksiniz' yazılı afişi asan CHP İlçe Gençlik Kolları Başkanını gözaltına alıp para cezası kestiler.

İmamoğlu’nu siyaset dışına itip, seçimle artık alamayacakları İBB kaynaklarına çökme çabası da bu savaş siyasetin bir sonucudur.

İBB’YE ÇÖKMEK İÇİN YENİ KUMPASLAR
Ekrem İmamoğlu hakkında verilen siyaset yasağı kararının hukuki değil tümüyle siyasi olduğu konusunda herkes hemfikir. Bu karardan bir gün önce Erdoğan’ın kurmayları ile yaptığı toplantıda “İmamoğlu ceza alırsa bizi nasıl etkiler?” konusunu tartıştıklarını İsmail Saymaz’ın yazısından öğrendik. Cumhurbaşkanının İmamoğlu zirvesi, sonucu baştan belli olan bu davada Türk Milleti adına değil, Beştepe adına hüküm verildiğini ispat ediyor. Olur da bu karar İstinaf ve Yargıtay’dan döner veya kesinleşmesi gecikirse diye, İmamoğlu’nun görevinden her an alınabilmesine zemin oluşturmak için şimdi de sözde “terör” soruşturması üretildi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geçtiğimiz haftalarda, İBB’de 1668 kişinin veya yakınının “terörle irtibatlı ve iltisaklı” olduğunu öne sürmüştü. Müfettişler raporlarını hafta içinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etti. Bu müfettişlerinden birisinin AKP’den milletvekili aday adayı olduğu, daha önce de İmamoğlu’nu soruşturduğu ancak açık bulamadığı öğrenildi.

Belediye Kanunu’nun “Görevden uzaklaştırma” başlıklı 47. Maddesi, İmamoğlu’nun mahkûmiyeti kesinleşene kadar görevinden alınmasına gerekçe olamamaktadır. Çünkü Yasada Görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma veya kovuşturma açılan belediye organları veya bu organların üyeleri, kesin hükme kadar İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılabilir” hükmü bulunmaktadır.

İmamoğlu’nun hakaret suçu sebebiyle aldığı ceza görev suçu olmadığından, karar kesinleşene kadar arzuladıkları sonucu doğurmamaktadır. Savcılığın bu “terör” dosyasını adli kovuşturmaya çevirme kararı üzerine, İç İşleri Bakanının İmamoğlu’nu görevden alma bahanesi yaratılmış olacaktır.

Hukuku siyasetin emrinde araçsallaştırmak, halkı aldatmak, hile ve kumpaslarla rakipleri ekarte etmek siyasetin başarısı mıdır peki? Bu sorunun yanıtı, siyasetin amacını ne olarak tanımladığınıza bağlı olarak değişir.

Demokratik siyasetin temel amacı, toplum sözleşmesini daha çok refah ve özgürlüklerle güçlendirmek ve bunları gelecek nesillere taşımaktır. Ancak siyaseti bu asli amaçtan uzaklaştırıp sadece iktidarı sürdürmeye indirgerseniz, tüm vahşi siyasal manevralar ve iletişim taktikleri bu "savaşta" mubah ve meşru hale gelir.

Muhalefet ve özellikle altılı masa ittifakı tüm bu gerçekliğe karşı her zamankinden çok daha istikrarlı ve bütünlük içinde olmak zorundadır. Altılı masadan kamuoyuna yansıyan çekişme ve dalaşmaların bu ülkede en çok kimi mutlu ettiğini görmeyen var mı?

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }