Bugün 27 Mart.
Ortalık viran, sokaklar boş.
Yalnızca birkaç insan oraya buraya koşuşturuyor. Esnafların çoğu kepenklerini indirmiş. Kepenkleri indirmeyenler ise umutsuz, çare arıyorlar... Ne bir müşteri var ne de gelip geçen birisi...
Boyacı Mustafa...
Her zamanki gibi aynı meydanda, boya sandığının başına oturmuş müşteri bekliyor. Meydan dediysek, öyle Taksim Meydanı gibi değil. Burası Çeliktepe Meydanı… Buranın da kendine has güzellikleri ve değerleri var. Burada insanlar birbirini tanır, gördüklerinde selam verir, sohbet eder, hal hatır sorar... Çeliktepe Meydanı’nın işte böyle kendine özgü bir sıcaklığı ve samimiyeti var.
Güneş, yine tüm ihtişamıyla doğmuş. Güneşin parıltıları arasında maviyle beyazın dans ettiği bulutlar, insanı öyle büyülüyor ki bu yalancı bahara kanmamak elde değil. İnsanın bir an gömlek ya da tişörtle sokağa çıkası geliyor.
Güneş, altın ışıklarıyla meydanı aydınlatırken, Mustafa'nın boya sandığı eski, yorgun bir gemi gibi duruyor. Ahşap sandığın her bir köşesi, yılların yorgunluğunu taşıyor. Rengarenk boyalar, müşterilerinin ayakkabılarına umut taşıyan küçük renkli kutular, birer sessiz bekleyiş içinde. Mustafa'nın gözleri, meydanın her bir köşesini dikkatle tarıyor. Belki bir müşteri çıkar, belki bu boş sokaklarda bir ayak sesi duyulur umuduyla.
Meydanın köşesindeki yaşlı çınar ağacı, yapraklarını hafif bir rüzgarın nazik dokunuşuna teslim etmiş. Kuşlar, dallarında cıvıldaşarak bu sessizliğe kendi melodilerini katıyor. Çeliktepe'nin insanları, bu meydanda bir araya gelip dertlerini, sevinçlerini paylaşırlardı. Şimdi ise herkes evlerine çekilmiş, hayatın ağır yükünü taşıyorlar.
İnsanlar, bu meydanın bir parçası olmuştu. Her birinin hikayesi, çınar ağacının dallarında, Mustafa'nın boya sandığında, güneşin ışıklarında saklıydı. İşte o hikayeler, Çeliktepe Meydanı’nın ruhunu oluşturuyordu. Ve her sabah güneş doğarken, bu ruh yeniden canlanıyordu, hayatın tüm zorluklarına rağmen.
Yanına yaklaşarak, soğuk kış havasında burun deliklerimden çıkan buğuların arasında Mustafa’ya, “Merhaba!” dedim. Mustafa, oturduğu işkembenin üzerinden üşüyen ellerini ovuşturarak ayağa kalkıp toparlandı ve gülümseyerek “Merhaba, gazeteci ağabey!” diye karşılık verdi. Çeliktepe’nin dar sokaklarında herkes birbirini tanır; kim ne iş yapar, ne eder, bilir… Mustafa da benim gazeteci olduğumu biliyordu. Hemen ardından, “Boyayacak mıyız ağabey?” diye sordu. “Boyayalım Mustafa,” dedim.
Mustafa, gözlerinde beliren bir parıltıyla hemen boya sandığını açtı ve içinden mavi plastik terlikleri çıkardı. “Ağabey, bunları giy,” dedi. Ben de ayakkabılarımı çıkartıp dikkatlice Mustafa’ya verdim. Mustafa, özenle ayakkabılarımı fırçalamaya başlamıştı. Ben de bu fırsatı değerlendirip uzun zamandır yapmak istediğim röportajı gerçekleştirmeye karar verdim.
Mustafa’ya dönüp, “Epeydir ortalıkta yoktun, neredeydin?” diye sordum. Mustafa, biraz tereddütle, “Ağrı’ya, köye gitmiştim ağabey,” dedi. Soğuk havanın etkisiyle ellerini ovuşturuyordu. "Mustafa, hasta olacaksın. Sadece kazakla mı çıktın evden?" diye endişeyle sordum. "Yok ağabey, aha montum var benim," diyerek yanındaki poşetten lacivert bir mont çıkardı ve hızla giydi. "Ha şöyle be kardeşim! Üşüyüp hasta olacaksın yoksa," dedim.
Bir elli, bir elli beş boylarında, kavruk yüzlü olan Mustafa’ya tekrar sordum: “Yahu Mustafa, neden köyden geldin? Ortalığı görmüyor musun? Virüs yüzünden bak, ortalıkta kimseler yok; hasta olursun, keşke kalsaydın köyünde!” dedim.
Mustafa, gözlerindeki derin keder ve çaresizliği saklamaya çalışarak, “Ağabey, bende var altı nüfus; dört çocuk, bir hanım, bir de ben,” dedi. Sesi hafifçe titriyordu. Mustafa'nın haklı olduğunu düşünerek, “Mustafa, köyde yapacak başka hiçbir iş yok mu? Bir süre idare etseydin be kardeşim,” dedim.
Mustafa, yüzünde yılların biriktirdiği hüzünlü bir gülümseme ile, “Ağabey nerede?.. Ben tam tamına 36 yıl önce gurbete gelmişem. İstanbul’a, şu Kâğıthane’ye geleli tam 36 yıl oldu. Ağabey, 36 yıldır bu Çeliktepe Meydanı’nda ayakkabı boyamışam. Beni buralarda herkes tanır evelallah. Allah’a şükür, kendime ve aileme yetecek üç beş kuruş bir şeyler kazanmışam. Aha şu gördüğün dükkânlar kaç kez el değiştirdi, kaç kez batan çıkan oldu. Ben hep buradaydım, halen de buradayım…” diye anlattı. Bu sözler, onun zorlu yaşam mücadelesini ve meydanın değişen çehresine tanıklığını yansıtıyordu.
Başımı sallayarak, “Mustafa, esnafın hali harap. Vergi, kira, çalışan personel… Haliyle bütün bunların altından kalkamayan ya iflas edecek ya da iflasa gitmeden başının bir hal çaresine bakacak. Sana göre kolay, senin ne kiran ne de bir vergin var!” dedim.
Mustafa, biraz alınmış bir ifadeyle, “Öyle deme ağabey, ben de kira veriyorum!” dedi.
Şaşkınlıkla, “Nasıl yani? Buraya kira mı veriyorsun Mustafa?” diye sordum.
Mustafa, gözlerindeki hafif bir parıltıyla, “Yok yok ağabey, ev kirası ödüyorum,” dedi.
Merakımı yenemeyerek, “Kaç para kira ödüyorsun Mustafa?” diye tekrar sordum.
Mustafa, biraz mahcup bir şekilde, “Altı yüz kayme kira ödüyoruz ağabey,” dedi.
Bu cevap beni daha da meraklandırdı. “Ödüyoruz derken?..” diye tekrar sordum
Mustafa, bu sefer gevrek gevrek gülerek, “Ağabey biz üç arkadaş bekâr evinde kalıyoruz, adam başı iki yüz kayme veriyoruz,” diye açıkladı. Bu sözlerle, onun neşeli ve dayanıklı karakteri bir kez daha ortaya çıkmıştı.
Bu sırada, hava her ne kadar güneşli olsa da, güneşin ısısı yavaş yavaş azalmış, soğuk kendini hissettirmeye başlamıştı. Çeliktepe Meydanı’nın telaşı ve gürültüsü, bu soğukla birlikte daha da belirgin hale gelmişti. İnsanlar, kışın erken gelen soğuklarından kaçmak istercesine hızlı adımlarla yürüyordu. Mustafa’nın ayakkabı boyacılığı yaptığı köşede, yılların yorgunluğu ve mücadelesi bir kez daha belirginleşmişti.
Mustafa'ya sordum “Koronavirüs seni de etkiledi mi?” diye.
Mustafa iç çekerek, “Etkilemez olur mu? Ağabey, bir haftadır sen üçüncü müşterisin. Bak berber Saadettin ve kardeşi Hasan, dövizci, Siirtli balıkçı, yandaki dürümcü, fırının yanındaki çiğ köfteci, Ofluoğlu Simit Kafe… Hepsi kapalı, nasıl etkilemesin ki ağabey?” dedi.
Merakla, “Mustafa, virüs sana bulaşır diye korkmuyor musun?” diye sordum
Mustafa umursamaz bir tavırla, “Ağabey, herkes ölüp gidiyor, bir ben mi hayatta kalacağım? Ha iki gün az yaşayacağım, ha iki gün çok yaşayacağım… Herkes ölüyorsa, varsın şu garip Mustafa da ölsün! Ne güzel işte, ölürsem ateşte kül, toprakta gül olurum. Ağabey, önemli olan yaşarken insan olabiliyor muyuz, ona bakmak lazım; öyle değil mi gazeteci ağabey?” dedi.
Hayretle, “Vayy be… Sen de ne laflar varmış öyle Mustafa?” dedim
Mustafa gülümseyerek, “İşte öyle ağabey… Ben 36 yıldır burada boş boş oturmamışam. Bazen sinema, bazen de tiyatroya gitmişem. Boş kaldıkça da bol bol Mevlana’nın güzel sözlerini okumuşam” dedi.
Mustafa’nın bu derin düşünceleri beni şaşırtmıştı.
Mustafa’ya tekrar sordum: “Peki Mustafa, tiyatro sence ne demek?” Sorumun ardından alaycı bir şekilde gülerek, “İnsanı insana, insanla anlatma sanatı ağabey,” dedi.
“Eyvallah Mustafa,” diyerek onun emeğinin karşılığını verdim. Ayakkabılarımı giyerek haber merkezine doğru ilerledim. Röportaj dizime bugün de Boyacı Mustafa’yı eklemiştim, ama Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamaları pek iç açıcı değildi. Vaka sayısı bugün itibarıyla 5 bin 698, can kaybı da 92 olmuştu. Belki de tek sevindirici haber, virüse yakalanan hastalardan 42’sinin hastalığı yenerek hastanelerden taburcu olmasıydı.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, akşam saatlerinde yaptığı açıklamada, koronavirüsle mücadele kapsamında 30 büyükşehirde yeni tedbirlerin alındığını duyurdu ve şunları söyledi:
1- Şehirlerarası seyahatler bundan böyle valilik iznine bağlanmıştır.
2- Kamuda olduğu gibi özel sektörde de minimum personelle esnek çalışmaya geçilecektir.
3-Toplu taşıma araçlarında seyrek oturma düzeni uygulanacaktır.
4-Piknik alanları hafta sonu kapalı olacak, hafta içi de buralarda toplu olarak bulunulmayacaktır.
5-Askerlerimiz 14 gün kuralına uygun olarak celp uygulamasıyla tayin olacaktır.
6-Yurtdışı uçuşlar tamamen sona erdirilmiştir.
7- Tüm illerimizde valilerin başkanlığında pandemi kurulu oluşturularak, gerektiğinde ilave tedbirler kararlaştırılacaktır.
27 Mart 2020 itibarıyla küresel düzeyde hasta sayısının 600 bine, ölü sayısının 27 bine yaklaştığı bu büyük felaket ülkemizde de can almaya devam ediyordu.