Söyleşi: Ercan Çankaya

Akademisyen, yazar, siyasetçi Prof. Dr. Nur Serter’in Emperyalizmin Kıskacında Ulus Devlet ve Kuruluş Doktrini isimli ufuk açıcı incelemesi geçtiğimiz haftalarda raflarda yerini aldı.

Kitabında emperyalizmin Türkiye’nin kuruluş doktrinine saldırdığını vurgulayan Serter, bu saldırıyı açık örnekleriyle anlatıyor. Emperyalizmin siyasal İslam ve ‘maskeli demokratlar’la işbirliğine değinilen kitapta, çarpıcı bir değerlendirmede bulunularak Türkiye’de Atatürk devrimlerinin yarım kaldığı vurgulanıyor.

İktisat profesörü olan ve bu alanda çok sayıda akademik çalışması bulunan Serter, Türkiye’de devrimin ekonomik altyapıyı değiştiremediği tespitinde bulunarak bunun temel nedenlerinden birinin kırsal kalkınmanın başarılamamış olması olduğunu vurguluyor.

Prof. Dr. Nur Serter’le hem değerli incelemesini hem de bu inceleme ışığında, Türkiye siyasetini felç eden emperyalizm olgusunu ve gericilik sorununu konuştuk.

‘DOĞRUDAN KEMALİZM HEDEF ALINIYOR’
> Kitabınızda emperyalizmin Türkiye'nin kuruluş doktrinine saldırdığı tespitinde bulunuyorsunuz. Kuruluş doktrinini nasıl tanımlıyorsunuz? Bu doktrin, neden emperyalizmin hedefinde?

Türkiye’nin Kuruluş Doktrini; tam bağımsızlığı esas alan, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik ilkelerinden oluşur. Bu ilkeler, 5 Şubat 1937'de 1924 Anayasasının 2. maddesine “devletin nitelikleri” başlığı altında eklenmiştir. Bunlar ayrılmaz bir bütündür. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin taşıyıcı kolonlarını oluştururlar. Bu ilkelerin CHP’nin 6 Ok’unda da yer alması akılları karıştırmamalıdır. Bu durum, o günün tek siyasal partisinin CHP olması ve parti kurucusunun Mustafa Kemal Atatürk olmasının doğal sonucudur. Türkiye Cumhuriyetini var eden ve ayakta tutan bu ilkeler bütünlüğüne yönelik saldırılar, Cumhuriyetin niteliğini değiştirmeye, onun sağlam ve bütüncül yapısını kemirerek, farklı bir kimlikle kuşatmaya yöneliktir. Bu saldırılar iki yönlüdür. Kısaca iş ve dış saldırılar olarak nitelendirilebilir. İkisi arasında bir işbirliğinin bulunduğu da açıktır.

Kitapta, emperyalist saldırıları açık örnekleriyle anlattım. Doğrudan “Kemalizm”in nasıl hedef alındığına somut örneklerle yer verdim. Onlarla işbirliği yapan “maskeli demokratları” ve siyasal İslamcı siyaseti de belirttim. Emperyalizmin tarih boyunca Türkiye’nin iki kırılgan fay hattı olan laiklik ve üniter yapıya yönelik saldırılarına ilişkin örnekler sundum.

Emperyalizm, tarih boyunca etki alanını güçlendirerek ekonomik ve siyasal sömürüsünü sürdürme gayreti içinde olmuştur. Bunun aracı olarak da siyasetten beslenmiştir. Tam bağımsızlık, ulusal çıkarların korunması, egemenlik haklarının titizlikle korunması, ulusal onur, bilinç ve kültürün sağladığı bütünlük emperyalizmin hareket alanını daraltmaktadır. Böl-parçala-yönet anlayışına set çekmektedir.

Çok kritik bir coğrafyada yer alan ve büyük gelişme potansiyeli taşıyan ülkemiz, Sevr hayallerini hala diri tutan emperyalistler için her zaman hedef olmuştur, olmaya da devam edecektir.

‘KIRSAL BÖLGEYE KALKINMA HAMLESİ GÖTÜRÜLEMEDİ’
> Kitapta ayrıca Atatürk devrimlerinin yarım kaldığı değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Bu bağlamda altyapı ve üstyapı devrimleri arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Altyapı devrimleri neden yarım kaldı? Altyapı devrimlerinin tamamlanabilmesi için nasıl bir siyasi program gerekiyor?

Altyapı devrimlerinin yarım kalma nedeni, Cumhuriyet döneminde nüfusun yüzde 76’sının yaşamakta olduğu kırsal bölgeye kalkınma hamlesinin götürülememiş olmasıdır. Kalkınma; refah artışı ile paralel eğitimi de içermektedir. Geleneksel yapıyı Cumhuriyet ve devrimlerle buluşturmanın tek yolu bu idi. Ancak gerek 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, gerek II. Dünya Savaşının ağır ekonomik koşulları köy kalkınmasında yeterli adımların atılmasını engellemiştir. Kuşkusuz kesintilerle süren isyanlar, seferberlik ilanları, Osmanlı borçlarına bütçeden ayrılan büyük paylar ve bazı yönetimsel kararlar da bunda etkili olmuştur. Şu sıralarda yazmakta olduğum kitapta bu dönemi araştırıyorum.

Günümüz Türkiye’sinin demografik yapısı değişmiş, kırsal nüfus kente taşınmış, kent yoksulluğu, işsizlik, sosyal güvenceden yoksunluk, etnisite odaklı yapılanmalarla, gerici, tarikatçı yapıların siyasetle kurdukları ilişkiler bambaşka bir tablo ortaya koymuştur. Günümüzde sorunların çözümü birkaç satırda anlatılamayacak kadar derindir. Sorunların bu kadar derinleşmesi, özellikle gerici ve bölücü akımların güç kazanmasında, Kuruluş Doktrinini görmezden gelen siyaset anlayışlarının rolü büyüktür. İşe başlanacak iki temel nokta vardır. Birincisi, gelir dağılımı adaletini sağlamak, diğeri ise eğitimi yeniden yapılandırarak “aydınlanmış” genç kuşaklar yetiştirmek. Devletin saygınlığını yeniden kazanması, bir hukuk devleti olmaya karar vermesi, yolsuzluk düzeninin son bulmasının yaratacağı güven ortamı ve Kuruluş Doktrinine bağlılık aydınlık günlerin habercisi olacaktır.

‘TEK YOKSUN OLDUĞUMUZ SİYASİ İRADEDİR’
> Köy Enstitüleri'nin kapatılmasının Aydınlanma devriminin yarım kalmasının temel sebeplerinden olduğunu söylüyorsunuz. Devrimin yarım kalmasında bu gibi eğitim hamlelerinin akamete uğratılmasının önemli bir payı var. Yeniden Aydınlanma devriminin 21'inci yüzyıldaki eğitim programı sizce ne olmalı?

Yeniden Aydınlanma Devriminin temel koşulu; merak eden, sorgulayan, düşünen bir gençlik yetiştiren, bilimin yol gösterici olduğu bir eğitim sistemidir. Türkiye, “kendi aklıyla öğrenmeye ve bilmeye cesaret eden” kuşaklar yetiştirmek zorundadır. Bu, Kant’ın sözüdür ve Aydınlanmayı tanımlar. Aklın dogmaların esaretinden kurtulduğu, özgürce sorgulamaya fırsat tanınan, bilginin ezberin ipoteğinden arındırıldığı bir eğitim anlayışına ihtiyaç vardır. Bloklanmış, hatta tutuklanmış zihinler, düşünmeye fırsat tanımayan öğreticilerle varılacak yer ancak genç kuşakların israf edilmesi olacaktır.

Köy Enstitülerinin kapatılması da işte bu acımasız israfın ta kendisidir. Türkiye, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün kapatılmasıyla başlayan o karanlık günden bu yana tam 75 yıl kaybetmiştir.

Aydınlanma eğitimi, okul ve öğretmenden başlayarak kartların yeniden karılacağı bir sistem olacaktır. Dünyada uygulanan özgün eğitim modelleri vardır. Bu modellerden de yararlanarak, ülke koşullarını gözardı etmeden yapılandırılacak bir eğitim modeli için eğitim bilimcilerinin desteği hazırdır. Tek yoksun olduğumuz, bu konuda yapılacak çalışmalara onay verecek siyasi iradedir.

‘BU GÖREV, OY KAYGILARINDAN SIYRILIP AYDINLIĞI ARAYANLARIN İŞİDİR’
> Bir bütün olarak Türkiye'de Aydınlanma devrimini başarıya ulaştırabilecek bir siyasi yapı, örgüt var mı?

Bu görev, Mustafa Kemal Atatürk’ün Devrim Ruhunu anlayıp, içselleştiren, siyasi çıkarlardan, oy kaygılarından soyutlanıp, “Aydınlığı” arayanların işidir. Bu görev, Kuruluş Doktrinine gönülden bağlı olan ve onu başkalaştırmadan “yeniden” diyerek başlamak cesareti olanların işidir. Yurdun dört bir yanında gönlü bu ateşle yanan milyonlarca Aydınlanma sevdalısı, Atatürk aşığı vardır. Ama ne yazık ki bu görev, ancak iktidar gücüne sahip olanlarca başarılacak kadar uzun soluklu ve zor bir iştir. O günlere erişmek umudumuzu diri tutmayı sürdürüyoruz.

‘EHLİLEŞTİRİLEN BİR İŞÇİ SINIFI YARATILMAYA ÇALIŞILDI’
> Sömürgeciliğin ve emperyalizmin, neoliberal ekonomi ve postmodernizmle devam ettiğini belirtiyorsunuz. Neoliberalizmin ve felsefi akımı postmodernizmin hedefinde ulus devletler olduğu kadar sınıf bilinci de var. İşçi sınıfının eşitlik mücadelesiyle aydınlanma mücadelesi arasında nasıl bir bağlantı var? Bu iki ayrı mücadele başlığı, Aydınlanma devrimi tarihimiz ışığında bir değerlendirme yapılacak olursa nasıl bir programda birleşebilir?

Neo-liberalizm ve post-modernizm süreçleri işçi sınıfının örgütlenme gücünü silip süpürmüştür. Sol ideolojilerin giderek buharlaştığı bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Liberal-Sol gibi terminolojik bir garabet içinde “ehlileştirilen” bir işçi sınıfı yaratılmaya çalışılmıştır.

Cumhuriyet ideolojisi, sınıf esasını kabul etmeyen, millet anlayışını önceleyen bir yapılanma getirmişti. O dönemde de sanayileşme olmadığı için, sınırlı bir işçi kitlesi mevcuttu.

Türkiye, sendikal hareketlerin en canlı olduğu dönemlerde bile işçi sınıfı şuuruna sahip sınırlı bir işçi kesimi yaratabilmiştir. Türk işçisi “köylü-işçi” anlayışını aşamamış, bu nedenle her zaman muhafazakar partileri desteklemiştir. Sendikal hareketlere yaklaşımı da bir “mesleki yapılanma” bağlamında kalmış, toplu sözleşmelerden yararlanarak, ücret artışı sağlamak amacına odaklanmıştır. İdeolojik sendikacılığın sınırlı bir yaşam alanı bulması, geleneksel, muhafazakar işçi kitlesinin ağır basması, genel anlamda işçi sınıfı ile aydınlanma arasında bir bağ kurulmasını mümkün kılmamaktadır. Günümüzde de örgütlülükten yoksun işçi sınıfı ile yeniden siyaset sahnesine giren sol partilerin gelecekte nasıl bir tablo sergileyeceklerini anlamak için zamana gereksinim bulunmaktadır. Kaldı ki, “sol hareket” ülkemizdeki bazı sınırlı istisnalar dışarıda tutulmak kaydı ile genellikle etnisite odaklı duyarlılıkların öne çıkarıldığı bir anlayışı temsil eder görünmektedir. Sosyalist Enternasyonal de uzunca süredir, işçi sınıfının sorunlarına odaklı olmaktan çok, etnisite odaklı sorunlara duyarlılık içindedir. Yaşanan süreçte, geleceğe yönelik bir umut taşımak bugün itibariyle zordur.

Teşekkür ediyoruz…

Bana, sorularınızla kendimi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum.