İster çok zorlu Devlet Yurtdışı Burs Sınavını kazanmış, ister babasının parasıyla yola koyulmuş olsun, her Türk öğrenci Londra’ya varır varmaz Türkiye Büyükelçiliği’ne gidip Öğrenci Müfettişliği’ne kayıt olmak zorundaydı.
Ben de öyle yaptım.
3 Nisan 1961 Pazartesi günü Londra Havalimanı çıkışında taksiciye adresi verdim: 43 Belgrave Square, SW1
Al Bayrağımızın dalgalandığı büyük taş binanın önünde taksi durdu.
Elimde bavulum içeri girdim.
Ziyaretçileri karşılama masası başında ayakta duran görevli, sonradan dost olduğumuz Fethi Bey’e kendimi kısaca tanıttım, elimdeki bavulu emanet edip asansörle en üst kata çıktım. Üzerinde “Öğrenci Müfettişi” yazan kapıyı çaldım, içeri girdim.
40’lı yaşlarda, çatık kaşlı Ekrem Üçyiğit’le böylece tanışmış oldum.
Otur, demedi. Ayakta dikili kaldım. Kısaca kendimi tanıttım. Bundan sonra atılacak adımlar hakkında bilgi istedim. Kuru bir sesle cevap verdi:
- “Yan odada sekreterim var. Orada gerekli bazı formları dolduracaksın, sana gerekli bilgiler verilecek!”
- “Efendim, kalacağım yer belli mi?”
- “Sekreterim sana bir otelde yer ayırttı, sana anlatacak!”
- “Efendim, ben kiralık bir evde kalmak isterdim…”
- “Biz emlakçi değiliz, sana kiralık ev bulmak bizim görevimiz değil!”
- “Efendim, ben Londra’yı bilmiyorum! Nasıl kiralık bir ev bulabilirim?”
- “Alırsın eline Londra haritasını, cadde cadde, sokak sokak dolaşır, bulursun!”
Tam bir düş kırıklığı yaşadım. Müfettiş Ekrem Üçyiğit’in bana hiç yardımcı olmayacağı ortadaydı. Sekreterin yanına gitmek için izin isteyip çıktım. Sekreterin oda kapısını vurup içeri girdim.
Hiç evlenmemiş olduğunu sonradan öğrendiğim 40’lı yaşlardaki Sekreter Miss Leigh, beni ayakta karşıladı, elini uzattı, sıcakça tokalaştık, masasının önündeki koltuğu işaret edip oturmamı istedi.
- “Çok uzak yoldan geldiniz, yorgun olmalısınız, size bir çay söyleyeyim…” derken gözlerinin içi gülüyordu. Ben çekingenlik gösterince;
- “Lütfen burayı ikinci eviniz biliniz. Çekinmeyiniz. Bizler burada, sizlere hizmet için varız…” deyip telefonla iki çay istedi.
Çaylarımızı içerken, benimle ilgili formları doldurdu. Bana yer ayırttığı otelin adresini yazıp verdi: Castelnou Hotel, Hammersmith.
- “Siz 3-5 gün otelde kalırken ben size şehir merkezine yakın mobilyalı kiralık bir ev bulacağım, hiç merak etmeyin”
- “ Üniversite Ekim’de açılacak, o zamana kadar ben ne yapacağım?”
- “Bir dil okuluna gidip İngilizcenizi daha da ilerletmenizi öneririm. Pitman School of English adlı iyi bir dil okulu var, buraya da yakın. Sizin oraya kaydınızı yaparız.
Beş ay sonra oradan “ Proficiency Cambridge” sertifikasını alırsınız. Hiç merak etmeyin, ben hep size yardımcı olacağım.”
Beni rahatlatan bu bilgilerden sonra, telefon numarasını da verdi ve
- “İstediğiniz zaman buraya gelebilir, istediğiniz zaman bana telefon edebilirsiniz, hiç çekinmeyiniz…”
Gitmek üzere izin aldım, çıktım. Aşağıya indim. Fethi Bey’e emanet ettiğim bavulumu açtım. Onun meraklı bakışları arasında yarım kiloluk Hacı Bekir lokumu
kutusuunu aldım. Tekrar yukarı çıktım.
Miss Leigh beni bu kadar kısa zamanda tekrar görünce biraz şaşırdı:
- “Bir sorun mu var?”
Elimdeki Hacı Bekir kutusunu uzatırken açıkladım:
- “ Bu, ünlü Türk lokumudur. Küçük bir hediye olarak kabul etmenizi isterim…”
İki eliyle elimi sıktı, sanki dünyaları vermişim gibi teşekkür üstüne teşekkür etti, bir bayram çocuğu gibi sevinçliydi…
Değerli Dostlar,
Üniversiteye başlayalı henüz iki ay olmuştu. Bir sabah, Öğrenci Müfettişi Ekrem Üçyiğit imzalı bir mektup geldi. Beni çok acele çağırıyordu. Merak ettim, acaba
Annemle ilgili kötü bir haber mi almıştı?
Hemen Büyükelçiliğe gittim. En üst kata çıktım, sekreter Miss Leigh’in odasına girdim,
- “Türkiye’den kötü bir haber mi geldi?”
- “Hayır, telaşlanma, Ekrem Bey’in seni çağırmasının Türkiye ile ilgisi yok!
- “Peki, nedir?”
- “Üniversiteden seni tanıyan üç öğrenci geldi, adlarını sorma söylemem, Ekrem Bey’e seninle ilgili tatsız şeyler anlattılar…”
Daha fazla beklemeden Ekrem Bey’in odasına girdim.
Otur, demedi. Ayakta dikildim. Kaşları çatık, bağıra çağıra konuşmaya başladı:
- “Devletin parasıyla her gün karılarla, kızlarla dans, içki, vur patlasın çal oynasın! Sen buraya gönül eğlendirmeye mi geldin?”
- “Efendim sözleriniz çok kaba, çok ağır ve çok incitici!”
- “Zat-ı Âlinizi incittik mi efendim! Hem her gece eğlence aleminde fink atacaksın, hem de yüzüne vurulduğunda incineceksin, öyle mi?”
- “Efendim, önce gerçek durumu anlatayım!”
- “Kısa kes!”
- “Efendim, üniversitenin yerleşkesinde her hafta sonu, haftada bir akşam, canlı müzik eşliğinde öğrenciler dans eder, eğlenir. Bu etkinliğe dışarıdan hiç kimse alınmaz, sadece üniversitenin öğrencileri… Ben de hafta sonları bu eğlenceye katılıyorum. Bunda aşağılanacak bir durum yoktur!”
- “Kafaları da çekiyor musunuz?”
- “Efendim, öğrencilerin tümü 18 yaşından yukarı. Ne yaptıklarını, sorumluluklarını bilen kişiler! Kınanacak bir davranışları olmaz!”
- “Hepsi bu kadar mı?”
- “Efendim, bir de “Devlet Parası” deyiminize açıklık getirmek istiyorum… Ben, Sümerbank’ın burslu öğrencisiyim. Ancak verilen burs, karşılıksız değil, hibe değil!
Eğer başarısız olarak yurda dönersem, burada aldığım tüm paraları, üç kefilim Sümerbank’a yıllık yüzde sekiz faiziyle geri ödeyecek!..”
- “Son sözlerini söyle!”
- “Efendim, yıl sonunda, üniversite ders notlarımın tamamının size gönderileceğini biliyorum… Benim aldığım notlara baktığınızda, yapılan suçlamaların ne kadar dayanıksız olduğunu göreceksiniz…”
- “Elbette göreceğim ve seninle o zaman hesaplaşacağım! Hadi, şimdi çık git, ayağını denk al!”
O yıl, yüksek notlar alarak sınıfı geçtim. Ekrem Üçyiğit’in acaba yüzü kızarmış mıdır?..
Değerli Dostlar,
Vietnam Savaşı sürüyordu.
Amerika, Vietnam’a saldırıyor; erkek, kadın, genç, yaşlı, çocuk demeden acımasızca sivilleri de öldürüyordu.
İngiliz halkının çoğunluğu bu savaşa karşıydı. Hemen her gün İngiltere’nin bir kentinde protesto yürüyüşleri yapılıyordu.
Londra’da bu tür eylemleri sık sık görüyorduk.
İşte, o günlerde Pakistanlı Tarık Ali ile tanıştım. Kendisi Oxford Üniversitesi’nde okuyor, ama bizim üniversiteye de gelip öğrencileri yürüyüşlere ve türlü etkinliklere
örgütlüyordu. O, günümüz deyimiyle bir “aktivist” di.
Tarık Ali ile daha ilk ayak üstü görüşmemizde, cebinden bir rozet çıkardı, yakama taktı. Bu bir “BAN THE BOMB” (Nükleer Silahlar Yasaklansın) rozetiydi.
Derslerimin olmadığı zamanlara denk geldiğinde Tarık Ali’nin örgütlediği Vietnam Savaşı’na karşı yürüyüşlere katılmaya başlamıştım.
İşte, yine böyle, en az bin kişinin Trafalgar Square’den başlattığı yürüyüşteydim ki, Tarık Ali geldi, beni buldu, “Gel, seni Bertrand Russell’a tanıştırayım” dedi.
Önümüzdeki kalabalığı yara yara ön sıraya ulaştık.
En önde; zayıf, uzun boylu, ak saçlı, heykel gibi dimdik duran, yaşı 80’ini çoktan geçmiş Prof. Dr. Bertrand Russell yürüyordu.
Bertrand Russell, ünü tüm dünyaya yayılmış bir filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum bilimciydi.
Tarık Ali, beni kısaca tanıttı, geriye dönüp kalabalığa karıştı.
Bertrand Russell, tanıştığı ikinci Türk öğrenci olduğumu söyleyip elini uzattı. Sıcak bir tokalaşma oldu. Onun “History of Western Philosophy” (Batı Felsefesi
Tarihi) kitabını okuduğumu söyledim, memnuniyetini içten bir gülümsemeyle gösterdi. Daha uzun ve ayrıntılı bir sohbet için beni ofisine davet etti. Bekleyeceğini
vurguladı. Teşekkür ettim. Adımlarımı yavaşlatarak yanından ayrılıp arka sıralara kaydım.
Atılan sloganların şiddeti artmıştı. Amerikan Büyükelçiliği’nin tam karşısında durduk. Amerika karşıtı, Vietnam Savaşı karşıtı, nükleer silahlar karşıtı sloganlar atıldı. Sonra protestocular yavaş yavaş dağıldı…
Vietnam Savaşına karşı yürüyüşlere katıldığımı, bazı Türk öğrenciler Müfettiş Ekrem Üçyiğit’e duyurmuşlar! Yazılı olarak çağırdı. Gittim. Sekreter Miss Leigh’in odasına girdim.
“Önce şu yakandaki ‘Ban The Bomb’ rozetini bir çıkaralım!” diyerek annemin elleriyle yakamdaki rozeti çıkardı.
Sordum:
- “Ne oluyor, neden çıkardınız?”
- “Müfettiş seni Vietnam Savaşına karşı yürüyüşe katıldığın için sorgulayacak!..”
- “Yine ispiyoncular mı geldi?”
- “Adlarını sorma, veremem! Üç öğrenci, seni iyi tanıyan, gelip anlattılar. Ekrem Bey bir köpürdü ki!..”
- “ Benim katıldığım yürüyüşlere binlerce üniversiteli öğrenci, on binlerce kişi katılıyor. Bunda ne kötülük var?”
- “Amerika karşıtlığı var! Bu çok önemli, sakın unutma!”
- …
- “Bak, şimdi içeri gireceksin” derken annemin elleriyle kravatımı düzeltiyor, konuşmasını sürdürüyor, “çok sakin olacaksın, sessizce dinleyeceksin, diplomat
olacaksın, cevap verirken sakın sesini yükseltme…anladın mı? Söz ver bana…”
- “Tamam…merak etmeyin.”
Müfettiş Ekrem Üçyiğit’in odasına girdim. Masasına doğru yaklaştım. Otur, demedi. Ayakta dikildim. Başladı bağırıp çağırmaya:
- “Devlet seni buraya nümayişlere katılmaya mı gönderdi, yoksa üniversite okumaya mı?”
- “Efendim, nümayiş değil, on binlerce kişinin katıldığı barışçıl yürüyüşler.”
- “Sus! Karşılık verme! Ben o yürüyüşlerin ne olduğunu bilmiyor muyum sanıyorsun!”
- “Efendim, saygısızlık olarak algılamazsanız size bir soru sorabilir miyim?”
- “Sor!”
- Efendim siz, Erich Paul Remark’ın “All Quite on the Western Front”, Türkçesi “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı kitabını okudunuz mu?”
- “Konumuzla ne ilgisi var?”
- “Savaşla ilgili bir kitap olduğu için…”
- “Ukalalık yapma! Benim okuduğum kitapları üst üste koysak senin sırık boyunu geçer!”
Hemen akıldan bir hesap yaptım. Benim sırık boyum 1 metre 80 santim, bir kitabın kalınlığı 3 santim olsa, üst üste konulunca ancak 60 kitap eder… Amma da çok kitap okumuş yani!
- “Efendim, katıldığım son yürüyüşün liderliğini dünyaca ünlü filozof Prof. Dr. Bertrand Russell yapıyordu…”
- “Ben filozof milozof tanımam! Senin görevin belli, evden üniversiteye, üniversiteden eve, anlaşıldı mı?”
- ….
- “Hadi, çık!”
Değerli Dostlar,
Üniversiteye Türk gazeteleri gelmiyordu. Türkiye ile ilgili çok önemli bir haber olursa İngiliz gazetelerinde okuyor, televizyondan izliyordum. Hem Türk gazetelerini okumak hem de Türk yemeği yemek için arada bir, üniversiteye çok yakın olan Türk Kıbrıs Derneği’ne gidiyordum. Üç katlı bir bina, girişte geniş bir salon, çay kahve içiliyor, masaların üzerinde gazete ve dergiler. İkinci kat, lokanta. En üst katta, yönetici Osman Türkay’ın yazıhanesi vardı.
Osman Türkay, uluslararası ünü olan bir şairdi. Hem Türkçe hem İngilizce şiirler yazıyor, ödüller alıyordu.
Ben de Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerini İngilizceye çevirmiş, bu çeviriler üniversitenin aylık edebiyat dergisinde yayınlanmıştı. Bu çevirilerimi Osman Türkay’a göstermiştim, çok beğenmiş, dostluğumuz böyle başlamıştı.
İşte, o gün de Kıbrıs Türk Derneği’ne gitmiş, giriş katında bir masaya oturmuş eski tarihli gazetelerimizi okumaya başlamıştım.
Şu haberle irkildim: Cumhuriyet gazetesi, Yunus Nadi Armağanı adı altında bir yarışma düzenlemiş. Yarışma konusu, Türkiye’nin kurtuluşu için “Liberalizm mi,
Sosyalizm mi?” olarak belirlenmiş.
Yarışmaya 47 makale katılmış. Yazar Şadi ALKILIÇ yarışmaya “Türkiye’nin Tek Kurtuluş Yolu Sosyalizm” başlıklı yazısıyla katılmış. 24.12.1962 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bu yazıyla kıyamet kopmuş! Şadi Alkılıç ve gazetenin yazı işleri sorumlusu Kayhan Sağlamer tutuklanmışlar! Mahkeme, Şadi Alkılıç’a 6 yıl
3 ay hapis cezası vermiş!
Gazeteyi kaptığım gibi üst kata, Osman Türkay’ın yanına çıktım. Osman Bey yazıyı daha önce okumuş, hem Türk gazetelerine hem de İngiliz gazetelerine bu kararı protesto eden yazılar göndermiş…
Ben de eve varır varmaz oturdum, “Fikir ve ifade özgürlüğüne vurulmuş bu çağdışı darbeyi” şiddetle protesto eden bir yazı hazırladım. Bu yazıyı Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve en çok satan gazetelerin yazı işleri müdürüne gönderecektim. Yazıyı aldım, üniversiteye gittim, tüm fakülteleri gezerek Türk öğrencileri buldum, bu protestoyu imzalamalarını istedim. Toplam 13 öğrencimiz yazıyı okuduktan sonra adlarını soyadları yazıp imzaladılar. Ancak ertesi sabah iki öğrencimiz heyecanla gelip beni buldular, imzalarını geri almak istediler! İmzalarını listeden sildik. Benimle beraber 12 imzalı yazımla postaneye gittim. Yazımı Türkiye’ye telgrafla gönderecektim. Sözcükler Türkçe olduğu için telgraf memuruyla bayağı sıkıntılı on beş dakika geçirdik. Sonunda, mektubumu Türkiye’de 7 ayrı adrese telgrafla göndermeyi başardım.
Çok geçmeden tepki geldi!
Burslu öğrencilerin tümünün Türkiye’deki kefillerine tehdit iması da taşıyan uyarıcı mektuplar gönderildi. Benim üç kefilim de bu tür mektupları aldıklarını bana bildirdiler, çok kaygılıydılar. Ancak beni en çok üzen şu oldu: Sümerbank Genel Müdürlüğü, bir uyarı mektubunu da beş yıl önce ölmüş Babama da göndermişti!
Asıl büyük tepki, Öğrenci Müfettişliği’nden geldi. Bu kez bizi Müfettişliğe çağırmıyordu. Üniversitenin bir salonunda belirli bir tarihte toplantı yapacağını bildiriyor, herkesin bu toplantıya mutlaka gelmesini istiyordu.
Toplantı günü geldi, 12 imzacının tümü oradaydık.
Müfettiş Ekrem Üçyiğit, her zamanki saldırgan üslubuyla sordu:
- “Sizler komünist misiniz?”
Bizler şaşkın şaşkın bir birimizin yüzüne bakarken o haykırışını sürdürdü:
- “Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve dört büyük gazeteye göndermiş olduğunuz telgraflarla komünizm propagandası yaptığınızın farkında değil misiniz? Bu yaptığınız hepinizin siciline işlendi, bilesiniz! Hepinizi Türkiye’ye sürerim, orada size protesto neymiş gösterirler!”
Yanımdaki öğrenci arkadaş öfkeyle ayağa fırladı, Müfettişe doğru bağırdı:
- “Şimdi gidip Komünist Partisi’ne üye yazılacağım! Görelim bakalım ne yapacaksınız!”
Arkadaşa sarıldım, zorla yerine oturttum!
Ancak hava iyice elektriklenmişti.
Ayağa kalktım, arkadaşların çoğuyla birlikte salonu terk ettik!
Müfettiş arkamızdan baka kalmıştı!
O günden sonra Müfettiş Ekrem Üçyiğit’i bir daha görmedim.
İmzacı arkadaşlara kötü bir şey olmadı. Hepsi eğitimlerini başarıyla tamamlayıp yurda döndüler…