Kur'an'ı putlaştırmak

Dinsel kavramların en önemlilerinden biri de kutsal kitap kavramıdır. Bu kavram da diğer pek çok kavram gibi gerçek anlamından koparılmış ve ters yüz edilmiştir.

İslam’ın temel inanç ilkelerinden biri olan kutsal kitap inancı konusundaki yanlışları düzeltmek devrimci Muhammedî İslam’ı yeniden inşa etkinliğinin en önemli unsurlarından biridir.

Kutsal kitap en yalın ve ilk anlamı itibariyle vahyin yazıya geçirilmiş hali olarak tanımlanabilir. Bu noktada kitabımızdan vahiy kavramı ile ilgili bölümün yeniden okunmasını salık veririm. Peygamberlerin pek çoğu kendilerine gönderilen vahiyleri yahut diğer bir ifadeyle bilinçlerinde açığa çıkan bilgileri yazıya geçirmişler veya bu iş için bazı kişileri görevlendirmişlerdir.

Bu noktada geleneksel dinsel literatürde yer alan “suhuf” ve “büyük kitap” ayrımına değinmek gerekiyor.

“Suhuf”; sayfa sözcüğünün çoğulu olup sayfalar anlamına gelmektedir. Bazı peygamberler için kitap değil suhuf söz konusudur. Bunlara bir nevi kitapçık demek mümkündür. Kendilerine suhuf verildiği belirtilen peygamberler daha ziyade ilk dönem peygamberlerdir. Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gibi insanlığın geliştiği ve toplumların karmaşıklaştığı dönemlerde ise peygamberler için daha hacimli kitaplar söz konusudur. Bunlara da büyük kitap denilmektedir.

Bugün elimizde Musa’nın Tevrat’ı, Davud’un Zebur’u, İsa’nın İncil’i ve son peygamber Hazreti Muhammed’in Kur’an’ı bulunmaktadır. Genel İslamî düşünce evvelki kitapların tahrif edildiği yönündedir. Bununla birlikte Kur’an’ın da bir takım müdahalelere maruz kaldığı iddiaları vardır. Ancak biz buna katılmıyoruz. Kur’an lafzen hiçbir değişikliğe uğramış değildir. Ancak lafzen değişmemiş olsa bile mana itibariyle bir takım tahrifata maruz bırakıldığı ortadadır. Zira bunca farklı dinsel anlayış ancak Kur’an’ın mana itibariyle uğradığı tahrifatla açıklanabilir.

Bu arada hemen belirtelim ki; Kur’an’ın bizzat kendisi, kendini kendinden önceki kutsal kitapların doğrulayıcısı olarak niteliyor. (İmran Ailesi Bölümü 3. Söz / Âl-i İmrân Suresi 3. Ayet; Sofra Bölümü 48. Söz / Mâide Suresi 48. Ayet; Yaratan Bölümü 31. Söz / Fâtır Suresi 31. Ayet)

Bizce Kur’an’ın önceki kitapların doğrulayıcısı olması aynı zamanda onlardaki temel ilkeleri de içeriyor olması anlamına da gelmektedir.

Kur’an bize ne anlatıyor, bize ne öğretiyor, bize neyi öğütlüyor, şeklindeki sorulara vereceğimiz yanıtlar Muhammedî İslam’a giden yolumuzu aydınlatacak yanıtlardır.

Bunun için de öncelikle Kur’an’ın oluşum sürecine değinmek gerekiyor.

Hazreti Muhammed’in belleğinde / bilincinde ilk vahiy genel kabule göre 610 yılında açığa çıktı. Daha evvel yahut daha sonraya dair tarih ileri sürenler olsa da başat görüş bu yöndedir. Bizce de doğru tarih budur. Bu tarih Kur’an’ın oluşum sürecinin başlangıç tarihidir.

İlk vahyin açığa çıktığı yer konusunda da farklı görüşler vardır. En yaygın görüş Mekke yakınlarındaki Nur Dağında bulunan Hira Mağarasıdır. Bir diğer görüş ise ilk vahyin Mescid – i Aksa’da açığa çıktığı yönündedir. Ancak bu Mescid – i Aksa’dan kastın Kudüs’teki mescid değil Mekke’nin en dış mahallesinde yahut Ci’rane denilen yerde bulunan ve “Uzaktaki Mescid” anlamına gelen yer olduğu ifade edilmektedir.

Bize göre ilk vahyin nerede açığa çıktığından çok ne olduğu önemlidir. Zira bu, Muhammedî İslam’ın temelini oluşturan konuyu işaret etmektedir. Muhammedî İslam’ın manifestosu / bildirgesi olan Kur’an’ın niteliği ve ana içeriği açısından ilk vahyin mahiyeti görkemli bir bilgi sunmaktadır.

Buna göre aşağıdaki ifadeler Hazreti Muhammed’in bilincinde açığa çıkan ilk vahiy sözleridir.

“Yaratan rabbinin adıyla oku!

O insanı gözeden (embriyo) yaratmıştır.

Oku; çünkü senin rabbin çok cömerttir.

Rabbin ki insana kalemle yazmayı öğretmiştir.

İnsana bilmediklerini öğreten de odur.”

Evet, Kur’an’ın oluşum süreci bu sözlerle başlamıştır. Görüleceği üzere vurgu yapılan hususlar hala tazedir, canlıdır. Okumanın, yazmanın, kalemin, öğrenmenin önemine yapılan vurgu, insanlığın gereksinim duyduğu en soylu etkinliği işaret etmektedir.

Bu Kur’an sözlerinde / ayetlerde ifade edilen okuma, sıradan bir okuma değildir. Buradaki okuma eylemi, bütün bir araştırma etkinliğini, keşfetmeyi, evreni ve doğayı tanımayı içeren her çeşit bilimsel çalışmayı ihtiva eder.

Okuma anlamına gelen sözcüğün aynı zamanda davet / çağrı anlamına geldiğini de belirtmeliyiz. Bu bağlamda “Yaratan rabbinin adıyla oku!” ifadesi, “Yaratan rabbinin adıyla çağır / davet et!” anlamını da içermektedir. Okumak sözü köklü Türkçemizde de bilinen anlamının yanı sıra davet etmek anlamında da kullanılmaktadır.

İslam’ın kutsal bildirgesi Kur’an’a ad olan sözcük de okuma / karae fiilinden türeme bir isimdir. Kur’an bu bağlamda, okunan / okunması gereken gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Öbür anlamı itibarıyla düşündüğümüzde ise davet edilen / davet edilmesi gereken manasına da sahiptir.

Malum olduğu üzere okumak ve yazmak her çeşit bilimsel çalışmanın temelidir. Bu nedenle aslında Kur’an, insana okumayı emrederken bunun nasıl olacağını da bir kılavuz halinde ortaya koymaktadır.

Kur’an, bir kılavuzdur.

Kılavuzu doğru anlamak yaşamsaldır. Onu kutsamak, ulaşılmaz kılmak, yazısına, mürekkebine, kağıdına kutsiyet atfetmek, manası üzerinde yoğunlaşmak yerine lafzına tapınmak, aslında doğrudan doğruya bir şirk eylemidir. Kur’an’ın putlaştırılması hadisesi ne acı ki yalın ve sarsıcı bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki onun mesajı anlaşılmamakta ve gereğince yaşama geçirilememektedir.

Şirk, bir kutsama eylemi olarak, kutsanan ve put haline getirilen şeyi ulaşılmaz ve dokunulmaz kılar. Kur’an da işte böylesi bir sapkınlığın nesnesi kılınmıştır. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ın ne dediği, niçin dediği, neyi öğrettiği ve neyi öğütlediği sisler içinde boğulmaktadır.

Kur’an’ı putlaştırmanın en önemli göstergeleri lafzına tapınmak ve onun gökten geldiğini / gökten indirildiğini sanmaktır.

Kur’an’ın gökten geldiğini sanmak yahut onun göklerden indirildiğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Kur’an’da geçen bu türden ifadeler yalnızca bir mecazî anlatımdır. Gökleri ve yeri ile tüm evren büyük bir bütünü ifade etmektedir. Göklerden gelme ifadesini sanki varlıklar dünyasının dışından gelmek gibi tasavvur etmek doğru değildir. Açıklıkla ifade edelim ki, Kur’an’da geçen indirme / indirilme sözü bir bütün olarak Allah’ı ifade eden varlığın, vahyi peygamberin aklına / bilincine doğurmasını yahut aktarımını anlatmaktan başka bir manaya gelmemektedir. Zira indirme / indirilme sözü ile mekânsal farklılık anlaşılırsa Tanrı ve insan arasında hiyerarşik bir yukarılık ve aşağılık tasavvuru söz konusu olabilir ki bu da “insana şah damarından daha yakın olan” Allah inancını kavrayamamak anlamını taşıyacaktır.

Şimdi de lafzına tapınmak meselesi üzerinde duralım.

Lafza tapınmak ne demektir?

En başta, Kur’an’ı sadece Arapça olarak kabul etmektir. Geleneksel Kur’an tanımlamalarında bunu net bir biçimde görmekteyiz.

Kur’an nedir, sorusuna verilen yanıtlarda ortalama şu ifadelere yer verildiğini görüyoruz;

“Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Hazreti Muhammed’e vahyedilen, Arapça ve mûciz bir kitaptır.”

Bu tanımda Kur’an’ın özelliklerinden biri olarak onun Arapça bir kitap oluşunun belirtilmesi, Arapça dışında başka bir dildeki tercümesinin yahut manasının Kur’an olarak kabul edilemeyeceği belirtilerek lafza yani Arapça ifade ve sözlere kutsiyet atfedildiği apaçıktır.

Bu aslında Arap dilini de kutsamak anlamına gelmektedir. Oysa Kur’an’da bu yönde bir bilgi yoktur. Tam tersine Kur’an’ın Arap dilinde oluşu bir zarurete dayandırılmaktadır. Bu zaruret de ilk muhataplarının Arapça konuşuyor olmalarıdır.

Nitekim bu durum, Açıklanmış Bölümü 44. Sözde / Fussılet Suresi 44. Ayette ortaya konulmaktadır:

“Eğer biz Kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onun ayetlerinin bize açıklanması gerekmiyor mu? Arap’a yabancı dilde bir kitap hiç olur mu? derlerdi...”

Kur’an’da benzer içerikte başka ayetler de vardır. Hepsinde vurgulanan Kur’an’ın ilk muhataplarının Arapça konuşuyor olmalarından dolayı onun Arapça olarak vahyedildiğidir.

Buna karşın İslam tarihinde ulemanın / bilginlerin büyük çoğunluğu Kur’an’ın Arapça oluşunu Kur’an’ı Kur’an yapan olmazsa olmaz koşullardan saymıştır. Ancak elbette ki farklı düşünen bilginler de söz konusudur. Bunların en ünlüsü de büyük İslam bilgini Sabit oğlu Numan / Ebu Hanife’dir. O, Kur’an’ın lafzının değil manasının Kur’an olduğunu belirterek Arapçaya yönelik kutsiyet anlayışına karşı çıkmıştır.

Ebu Hanife; öğrencisi Es – Serahsi’nin, El- Mebsut’unda bildirdiğine göre; Kur’an, kendisini önceki kutsal kitaplarda da olan bir kitap olarak nitelediği için onun Arapça oluşunun değil manasının önemli olduğunu belirtmiştir. Zira önceki kutsal kitapların dili Arapça değildi.

Bu husus Şairler Bölümü’nün şu sözlerinde / Şuara Suresi’nin şu ayetlerinde açıklıkla ortaya konuluyor:

“Kuşku yok ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şairler Bölümü 196. Söz / Şuara Suresi 196. Ayet)

Ebu Hanife, bu ayete ve başkaca bazı gerekçelere dayanarak Kur’an’ın Arapçadan başka dillere yapılan çevirilerinin de Kur’an sayılacağını savunmuştur. Biz de bu görüşe kesin olarak katılıyoruz.

Kur’an’da kitap kavramı çok önemli bir yer tutmaktadır. Kur’an kendisinden bahsederken de çoğu kez kitap demektedir. Kitap sözü Arapçada yazmak anlamına gelen “ketebe” fiilinden türeme bir addır.

Kelimelerin semantik analizi / anlam çözümlemesi bize gerçek manayı anlama ve keşfetme konusunda güçlü ipuçları sunmaktadır. İşte bu bağlamda yazmak sözünün Arapçada ve Türkçede var olan anlam genişliği, kitap kavramının bütün manasını içerir haldedir. Yazmak yahut kitabet / ketebe sözü, aynı zamanda vasiyet etmek, takdir etmek, yaymak, kural koymak gibi anlamlara da gelmektedir. İlginç bir veri olarak belirtelim ki; yazmaktan gelen yazı sözü Türkçede ova ve açık alan anlamına da geliyor. Yine aynı şekilde yazmak sözü Türkçede dürülü bir şeyi açıp yaymak anlamına da gelmektedir. Dürülü bir şeyi açıp yaymak ifadesi, bir nevi gizli bir gerçeği açığa çıkarmak anlamını da çağrıştırmaktadır. Ancak burada elbette ki kelimenin Arapçadaki manaları esastır. Yazmak sözünün yani kitabet / ketebe ifadesinin kural koymak, farz kılmak anlamına da geldiğini bizzat Kur’an’daki bir kullanımdan çıkarmaktayız. Dişi Sığır Bölümü 183. Sözde / Bakara Suresi 183. Ayette geçen kütibe / yazıldı ifadesi, “farz kılındı” demektir. Söz konusu ayette orucun inananlar üzerine yazılması / farz kılınması belirtilmektedir. Farz kılınmaktan kasıt da kural olarak yüklenmektir.

Bu çerçeveden bakınca Kur’an’da geçen kitap sözüyle sadece kalemle yazılmış yazıların yer aldığı kağıt vb. nesnelerin toplamı kastedilmiyor. Kitapla kastedilen aslında hem kalemle yazılmış yazıların yer aldığı sayfalar toplamıdır hem de bütün bir evrendir. Evren gerçekte Tanrı’nın en büyük yazısıdır. Evrenin yazı olarak nitelenmesi Allah’ın ona koyduğu yasalar bağlamında düşünülmelidir. Evren yani kainât, Allah’ın kitabı olarak, okunması / keşfedilip anlaşılması lazım gelen gerçek bir kitaptır. Bu kitabı okumak konusunda hevessiz / isteksiz ve ilgisiz olanların kalemle yazılmış kitapları okumalarında bir yarar yoktur. Zira okusalar da anlıyor olamayacaklardır. Okumaktan kastın anlamak olduğunu fark edemedikleri için o kitaptaki sözleri büyülü / tılsımlı sözler olarak görecekler ve böylece manadan uzak ama lafza yani sözde tılsımlı sözlere tapınan kimseler olacaklardır. Nitekim pek çoğu öyledir.

Allah’ın kitabını / kitaplarını; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an ve daha evvelki peygamberlere gönderildiğine inanılan suhuflardan ibaret sananlar büyük bir aldanış içerisindedirler. Zira Kur’an’da şöyle denilmektedir:

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem ve denizler de mürekkep olsa, arkasından bunlara yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez. Kuşkusuz Tanrı, güçlüdür, erdemli bilginin kaynağıdır.”(Lokman Bölümü 27. Söz / Lokman Suresi 27. Ayet)

Bu ve benzeri ayetler, hem kitap kavramıyla bütün varlığı işaret etmekte hem de vahyin kesintisiz bir biçimde devam etmekte oluşunu anlatmaktadır.

Yaşam sürdükçe vahiy de devam etmektedir. Evrende var olan tüm yasalar ve işleyiş kuralları Tanrı’nın vahyinin sürekliliğinin bir sonucudur. Bunu ifade etmek üzere Kur’an’da; “... O, her gün bir oluş üzerindedir.” (Bağışlayıcı Tanrı Bölümü 20. Söz / Rahman Suresi 20. Ayet)

İşte bu nedenle gerçek ve büyük kitabı okumak, Kur’an’ı okumanın varması gereken asıl hedeftir. Diğer bir ifadeyle Kur’an, büyük kitabı okumaya giden yolda sadece bir araçtır. Lakin araç, araç olmaktan çıkarılıp bizzat amaç haline getirilmiştir. Bu da Kur’an’ın putlaştırılmasının en önemli göstergelerinden biridir.

İnsan da okunması gereken bir kitaptır. İnsan ve insan toplulukları / toplumlar üzerine yapılacak bütün bilimsel araştırmalar da doğa / tabiat kitabını okuma eyleminin bir parçasıdır. Hatta bu, en kıymetli parçalardan biridir. Zira insanda Kur’an’ın ifadesiyle “Tanrı’nın nefesi” vardır.

Bu noktada büyük Alevi Türkmen bilgesi Hacı Bektaş Veli’nin; “Okunacak en büyük kitap insandır!” sözünün ne denli hikmet dolu bir söz olduğunu belirtmemiz gerekir.

İnsan ve kitap kavramı arasındaki ilişkinin en çarpıcı ifadelerinden biri de insanın bütün fiillerinin toplamının bir kitap olarak nitelenmesi ifadesidir.

Nitekim Kur’an’da bu dikkat çekici gerçek, şu şekilde dile getirilmektedir:

“Her insanın işlediklerini boynuna yükledik. Diriliş günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin!” (Gece Yürüyüşü Bölümü13- 14. Sözler / İsra Suresi 13- 14. Ayetler)

İnsanın işlediği bütün fiillerinin kitap olarak nitelenmesi ifadesinde birey birey tüm insanlar kastedildiği gibi bütün bir insanlık âlemi de kastedilmektedir. Yani insanlığın tarihi ve geleceği de onun kitabıdır.

Kitap kavramı konusunda üzerinde durmamız gereken bir diğer husus da ayet kavramıdır. Malum olduğu üzere Kur’an’daki cümlelere yahut ifadelere / ifadeler topluluğuna ayet denilmektedir. Ayet aslında kelime anlamı itibariyle delil, kanıt, işaret, belge, veri gibi manalara gelmektedir. Nasıl ki Kur’an’da ayetler varsa evren ve insan adını verdiğimiz kitaplarda da ayetler vardır. Evrendeki her hadise bir ayettir. İnsandaki her özellik ve her fiil de bu kapsamda ayet olarak nitelenebilir. Genel manada aslında evrenin ve insanın bütün varlığı da büyük birer ayettir.

Bu noktada Kur’an’da geçen “Ana Kitap” ifadesine değinmek yerinde olacaktır. Zira kutsal kitap kavramı bakımından doğru anlaşılması gereken en önemli noktalardan biri de Ana Kitap konusudur.

Bazıları bu Ana Kitap sözünü “Levh – i Mahfuz” olarak da adlandırmışlardır. Levh-i Mahfuz; saklı levha, korunan levha gibi anlamlara gelmektedir. Ancak bu ifade, Kur’an’da geçmemektedir. Kur’an’da geçen ifade Ana Kitap / Ümm’ül- Kitab ifadesidir. Bunu kitabın anası, esası gibi de anlamak mümkündür. Bize göre bu ifadeyle kastolunan evren ve insanlık bağlamında var oluş için esas belirleyici ilke ve kurallardır. Malum olduğu üzere her şeyde ve her hadisede birincil ve ikincil düzeyde unsurlar vardır. Birincil düzeydekiler esası teşkil eder ve yaşamsaldır. İkincil düzeydekiler ise ayrıntıya ilişkindir. Bu durum evrendeki her şey için söz konusu olduğu gibi Kur’an için de söz konusudur. Kur’an’ın da bazı ayetleri onun anası / “Ummü’l-Kitab” olarak nitelenmiştir. Nitekim İmran Ailesi Bölümü 7. Sözde / Al – i İmran Suresi 7. Ayette, Gök Gürültüsü Bölümü 39. Sözde / Rad Suresi 39. Ayette ve Mücevher Bölümü 4. Sözde / Zuhruf Suresi 4. Ayette bu ifadeye rastlıyoruz.

Bazıları, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu ifadeyle Allah katında olan ve adına Levh-i Mahfuz denilen bir ana kitabın kastolunduğunu ileri sürmüştür. Bu tür bir yoruma, özellikle Gök Gürültüsü Bölümü 39. Sözdeki / Rad Suresi 39. Ayetteki ve Mücevher Bölümü 4. Sözde / Zuhruf Suresi 4. Ayette geçen “Onun yanında / katında, Allah’ın katında olan ana kitab” gibi ifadeler neden olmaktadır. Böylesi yorumlar aslında Kur’an’ı bir gizem / sır kitabı gibi görenlerin eseridir. Kur’an’ı bir rasyonalite kitabı olarak değil de bir tılsım kitabı gibi değerlendirenlerin yanılgısı olan bu yorumu, gerçekte Kur’an’ın kendisi pek çok ayetinde geçersizliyor. En başta İmran Ailesi Bölümü 7. Sözdeki / Al –i İmran Suresi 7. Ayetteki açıklama “Ummü’l – Kitab” ile neyin kastolunduğunu ortaya koyuyor.

Ayete bakalım:

“Sana bu kitabı indiren odur. Onun ayetlerinin bir bölümü açık anlamlıdır ve onlar kitabın anasını oluşturur...”

İşte sorun aslında bu denli açıktır. Kur’an’da mecazi / simgesel anlam taşıyan ayetlerle birlikte açık anlamlı ve hiçbir yoruma gerek duyulmayan ayetler vardır. Bu ayetler her devirde geçerli olan temel ilke ve kuralları içeren ayetlerdir. Aynı zamanda bu ayetler yukarıda da ifade ettiğimiz üzere; evren ve insanlık bağlamında var oluş için esas belirleyici ilke ve kurallardır.

Buna karşın ileri sürülen bir yığın geçersiz yorum vardır. Anlaşılmak, ibret alınmak ve doğru yolu buldurmak için bildirilen bir kitabı gizemlerle örülü tılsımlı bir kitap gibi düşünmek o kitabın ruhuna temelden aykırıdır.

Ana kitabın yahut kitabın anasının Tanrı katında olması ifadesinin doğru anlamı da, kastolunan temel ilke ve kuralların doğrudan doğruya varlığın özünde / doğada / evrende olduğudur. Ancak bunu da yine İmran Ailesi Bölümü 7. Sözde / Ayette belirtildiği gibi ancak “bilimde derinleşenler” anlayabilir / kavrayabilir / keşfedebilir.

Kur’an’dan ve kutsal kitap kavramından anlaşılması gereken doğru bilgiyi fark edemeyenlerin inançları da doğru bir zemine oturmamış olacaktır. Bu ise hem genel alamda kutsal kitap kavramını hem de özel anlamda Kur’an’ı bir putçuluk nesnesi haline getirmeyi doğuracaktır. Nitekim Kur’an’ın bir süs / bezek unsuru, müzikal haz objesi ve tılsımlı sözler vesikası gibi algılanması onun putlaştırılmış olduğunu apaçık bir biçimde göstermektedir. Onun putlaştırılmış olmasının belki de en önemli kanıtı yazımızın evvelki bölümlerinde de ifade ettiğimiz üzere özgün dilinin kutsanmasıdır. Bu kutsanmayla koşut olarak Kur’an’ın törenler / seremoniler kitabı hüviyetine sokularak güzel sesli okuyucuların gırtlak gösterisi yaptıkları merasimlere malzeme yapılması onun büyük iletisini ayaklar altına almak manasını taşımaktadır. Bu da putları yıkmak için okunması gereken bir kitabın bizzat kendisinin put olarak ikame edilmesi demektir.

Böylesi bir günah, inkâr çukurunun en dibine yuvarlanıp da imanın zirvesinde yer tuttuğunu sanmak kadar acınası bir haldir. İşte bundan ötürüdür ki bugün gerek Türkiye’nin gerekse İslam toplumlarının büyük çoğunluğu kendini mümin sanan münkirlerden oluşmaktadır. O halde inkârı yıkıp imanı ikame etmek için önce Kur’an’ı bir putçuluk nesnesi olmaktan kurtarmak lazımdır.

Kur’an’daki tarihsel unsurları idrak edemeyip yaşamın devingenliği karşısında onu donuklaştırmak / durağanlaştırmak hem bireysel bilinci hem de toplumsal devinimi bir cendereye hapsetmeye yol açmaktadır. Böylece Kur’an, her türlü bilimsel gelişmenin ve yeniliğin önüne bir tıkaç gibi konulmuş olmakta, tevhidin doğurduğu dinamizm lafza tapınmanın yol açtığı putçulukla boğulmaya çalışılmaktadır.

İşte bundan dolayıdır ki, Kur’an’ın ifadesiyle “kalbinde hastalık bulunanlar” Kur’an’ı okudukça imanlarını takviye ettiklerini sanırken aslında küfürlerini / inkârlarını çoğaltmaktadırlar.

Zira Uyarı Bölümü 124- 125. Sözlerinde / Berae Suresi 124 – 125. Ayetlerinde belirtildiği üzere; “...Kur’an, inançlı olanların inançlarını artırıp onları sevindirirken kalbinde hastalık bulunanların ise inkârını çoğaltmaktadır.

Kur’an’ın putlaştırılmasının biricik önleyicisi evren / doğa kitabının iyi okunmasıdır. Gerçek şu ki Kur’an’ın en temel amacı da evren / doğa kitabının okunmasını sağlamaktır. Zira aranan Tanrı’nın bulunacağı yer orasıdır.

{ "vars": { "account": "G-9KFVFXJPJ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }